Ahmet Talimciler

02 Eylül 2017

Kurban üzerinden ayrışmayı başarmak

Tarihsel şahsiyetleri, ortaya koydukları veyahut eserleri üzerinden değil yine kendi bakış açımızdan sevmeye ve onları buna göre konumlandırmaya gayret sarf ediyoruz

Öylesine gündemi yoğun ve yaşadıkları kendine has bir ülkeyiz ki, hiçbir günümüz bir diğerini tutmuyor! Birbirimizle kurduğumuzu sandığımız ilişkiyi kurmama hususunda son dönemlerde öylesine ısrarlı davranıyoruz ki, işler her adımda biraz daha fazla tuhaflaşıyor! Yapılan her türlü hareketin arkasında ‘acaba’ ne yatmakta diye sorgulamaların yapılıyor olması yine bizim kaderimiz olsa gerek. Son birkaç gün içerisinde yaşadıklarımızı bu vesile ile bir kez daha düşündüm ve ortaya çıkan tablo, bu yazının yazılmasına aracı oldu. Örneğin Çanakkale’de düzenlenen adalet kurultayında üç parti üyesinin içki içmesi üzerine gündem bir anda buraya oturtuldu. Olan biteni ‘sözde adalet kurultayında şehitlikte içki alemi’ diye yansıtan gazeteler oldu.

Yaşananlar sonrasında partiden ihraç edilme kararına karşın bunun yetmeyeceğini söyleyen açıklamalarla karşı karşıya kaldık. Olayın her iki kesimi ile ilişkili olarak da çok sayıda yazı yazıldı, dikkat çekici olan ise her iki tarafın da kendi haklılığı üzerinden giden açıklamalar yapmanın bir adım ötesine gidememeleriydi. Zaten ne yaşarsak yaşayalım, bu ülkede hep aynı noktada buluşmanın dayanılmaz ağırlığını yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Karşısındakini dinlememek hususunda ısrar eden ve kendi haklılığını dayatmaya gayret edenlerin ülkesi burası. Üstten kullanılan bir dille normalleştirilmeye çalışılan açıklamaların birbirini kovalaması ve ardından karşı taraftan yapılan itirazların birbirini takip etmesi. Çok bilindik ve bir o kadar da değişmeyen ifadelerle süslü beyanlarla çevrelenen kısır düşünce dünyamız.

Hiçbir zaman biz olmayı başaramadığımız bir coğrafyada, her daim kendi dışımızda kalan milyonları ötekileştiren zihniyetin dışa vurulmasını iliklerimize kadar yaşamak durumunda kalıyoruz. Dönüp dolaşıp Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyeti kuran kadroya ve yapılanlara kendi bakış açımızdan dil uzatmayı sürdürüyoruz. Bugünden geçmişe dönük çıkarsamalar yapmak suretiyle, geçmişi bugün aracılığıyla temize çekmeye gayret ediyoruz. Ve maalesef her defasında birbirinden farkı olmayan buna karşın farklı bulduğumuz noktalar üzerinden kendimizi aklayarak, rahatlayabileceğimizi sanıyoruz. Tabii ki ne kadar çapalarsak çapalayalım olmuyor, olamıyor ve ne kadar çırpınırsak biraz daha fazla batıyoruz. İşin tuhaf yanı batmak da bizi kesmiyor, çünkü bu kez bizim dışımızdakilerin bizden daha fazla aşağıda olduğunu iddia ederek, kendimizi kurtarabileceğimizi gösterme yoluna gidebiliyoruz.

Tarihsel şahsiyetleri, ortaya koydukları veyahut eserleri üzerinden değil yine kendi bakış açımızdan sevmeye ve onları buna göre konumlandırmaya gayret sarf ediyoruz. Osmanlının son dönemindeki askeri kadronun devletin içinden geçtiği krizlere karşı, bu ülke nasıl kurtulur sorusunun yanıtı ile birlikte binlerce kilometre ötedeki vatan topraklarını savunmak için nasıl canla başla uğraştıklarını biliyoruz. Buna karşın burada da yaşam tarzları, tercihleri üzerinden çıkarsamalar yapmak işimize geliyor. Enver Paşanın daha mazbut ve muhafazakar bir yapıda olmasına karşın Mustafa Kemal Paşanın içki içmesi ve daha dünyevi bir hayat sürdürmesi üzerinden eşleştirmeler yapıyoruz. Cumhuriyetin sofralarda idare edildiği eleştirilerini yapanlar kendi üzerlerine titredikleri isimlerle ilgili getirilen içki, afyon içme eleştirilerine kulaklarını tıkıyorlar.

Halbuki insan unsurunun olduğu her yerde iktidar ve oradan türeyen ilişki kalıplarının beraberinde getirdiği uygulamaları göz ardı etmek, meseleleri çözmüyor/çözemiyor! Tam tersine işlerin daha da sarpa sarmasına yol açıyor. Kişilerin kendilerini ilgilendiren meselelerini hızla toplumsal hayatın içerisine atıyor ve oradan da içinden çıkılamaz hale dönüştürüyoruz. İçki konusu ve bunun etrafından yaşanan bütün tartışmalarda da hep aynı ikilemi yaşamayı sürdürüyoruz. İşin asıl vahim yanını ise hep es geçiyoruz. Bir taraf bakın bundan yetmiş yıl önce bile insanlar rahatça içki içebiliyorlarmış cümleleri ile bugünü eleştirmeye çalışırken, diğer taraf geçmişe nazaran bugün çok daha muhafazakârız üzerinden kendisini rahatlatmaya gayret ediyor. Oysa tüm bu yaklaşımlar el birliğiyle ortadan ikiye ayrılan ve giderek birbirinden uzaklaşmaya başlayan ikili bir yapının ayak seslerini daha hızla duymamıza yol açıyor. Ve ne yazık ki her iki taraf da birbirini duymamak için elinden geldiğince sağır taklidi yapmaya çalışıyor.

İkinci örnek olayımız 30 Ağustos günü verilen resepsiyonda Genelkurmay Başkanı'nın eşinin başını şalla kapatmasıyla gündeme geldi. Çekilen bir fotoğraf üzerinden birbiri ardına yapılan çıkarsamalar ve bununla birlikte getirilen onlarca eleştiri. Gerçekleştirilen bir eylemle kaybedilen laiklik ilkesini tartışmak ne kadar abes ise başörtüsüyle sınava girilmesini engellemek de o kadar abestir. Şeklin ötesine geçiremediğimiz laiklik ilkesini, hayatın içerisine zerk edemediğimiz için başörtüsünü tehdit olarak gören zihniyet sayesinde bugünlere geldik. Birbirimizi olduğu gibi kabul etmediğimiz ve birbirimize giyim kuşamdan tutun da ne yiyip ne içeceğimiz hususunda dayatma yaptığımız sürece, bu kopukluk devam edecektir.

Üçüncü örnek olayımız olan kurban kesme üzerinden sürdürülen tartışmalar da bu açıdan benzer bir gelişim arz etmektedir. Kurban kesmenin dini bir vecibe olduğuna inanan milyonlarca Müslümanın yaşadığı bir ülkede, kurban üzerinden incitici bir dil kullanmak birleşmeye değil ayrışmaya hizmet eder. Dünyanın her ülkesinde iyi insanlar ve kötü insanlar birlikte yaşıyorlar. Ama bütün bunlara karşın yaşanan kötülükleri inanılan dine fatura etmek veya ona inanan bir ırka bağlamak en hafifinden insafsızlıktır. Gömleğin düğmesini baştan yanlış bağlamaya başladığınızda nasıl ki bir türlü iki yakanızı bir araya getiremezseniz. Böylesi sakat bir mantık üzerinden yürümeye başladığınız andan itibaren de söylemeye çalıştığınız sözlerin nereye doğru çekilebileceğini de öngöremezsiniz.

Birbiri ile konuşmayı, tartışmayı, fikirleri yarıştırmayı bir türlü beceremeyen bir ülkede, en kolay yol her daim ötekinin sizden ne kadar aşağıda/kötü/bilgisiz olduğunu ortaya koymaktan geçer. Öte yandan böyle yaptığınız her an ise kendi cenahınıza şirin gözükürken, karşı cenahın şimşeklerini üzerinize çekmeye başlarsınız. Alkışlar ve küfürlerin bu kadar çok sıklıkla işitilmeye başlandığı yerde ise gerçeklerin üzeri örtülmeye ve gerçeklerin yerini yaratılan ‘gerçeklikler’ almaya başlar. Gerçeğin değil yalanların takdir görmeye başlandığı yerde ise adaletten, hakkaniyete kadar her türlü değer ve kavram yerle bir olmaya mahkûmdur. Ardından ise hep söylediğimiz ‘tek’lik şiarı değil birbirini haz etmeme ve çekememenin doğuracağı ayrışma şiarı gelip, orta yerinde hayatımızı alt üst etmeye başlayıverir.