Bir uzun soluklu tatil içeren bayramı daha geride bıraktık ve ne yazık ki bu bayramda da yollarımız yine kan gölüne döndü. Bayram öncesi ‘Frene Değil Kurala Güven’ sloganıyla başlatılan tüm farkındalık girişimlerine karşın maalesef bu bayramda da yüz yirmi iki yurttaşımızı trafik kazalarına kurban verdik. Televizyon ekranlarına yansıyan kaza görüntülerinde çok dikkat çekici olanlardan bir tanesi, kapalı olan hemzemin geçidi ısrarla geçmeye çalışan sürücünün kullandığı aracın, trenle çarpışmasıydı. Kazada ölen olmadı ancak bile bile lades denilen türden bir anlayışın aslında ülkemizde ne kadar yaygın olduğunu gösteren iyi bir örneği bir kez daha hepimize göstermiş oldu. Kurallarla aramız oldum olası iyi olmamıştır ve kuralları her seferinde nasıl delebileceğimiz hususunda akıl yürütmede müthiş maharetli bir milletizdir. Örneğin bazı araçlarda emniyet kemeri takılmadığı zaman otomatik olarak ses çıkmaktadır, bu sesin önüne geçmek isteyen sürücülerimiz kemer takmak yerine, kemerin üstüne oturmayı ve öyle seyahat etmeyi tercih etmektedirler.
Trafikte sadece kendini düşünen bir anlayışın- ki bu bakış açımız ve buna uygun hayatımızı idame ettirme geleneğimiz diğer tüm alanlarımız için de geçerlidir-kurala inanması ve bunun üzerinden kurallarla barışık yaşaması pek de olası bir durum değildir. Çünkü kurallara riayet etmek için öncelikle kuralları benimsemek ve kuralların hayatın içerisinde olmazsa olmazlarımız olduğu gerçeğini kabullenmemiz gerekmektedir. Oysa bizim bakış açımızda kurallar çoğunlukla uyulmak için değil çiğnenmek için veyahut arkasına dolaşılmak için var olan zorunluluklardan ibarettirler. Böyle olduğu için de bütün yaşamımız boyunca tüm olup bitenleri adeta birer film şeridi gibi yaşamak durumunda kalıyoruz. Yok yere ölümlerin bu kadar çok fazlasıyla yaşandığı dünya üzerinde bir başka yer var mıdır? Sorusunu her defasında kendimize soruyor buna karşın her seferinde ‘Allah Korudu’ cümlesinin ötesine geçemiyor veya ‘Takdir-i İlahi’ diyerek tüm olup biteni özetliyoruz.
Oysa yapılabilecekleri yapmak yerine kendimizi ve yapıp ettiklerimizi haklı çıkarmanın dışında bir eylemde bulunmak işimize gelmiyor. Her şeyden önce kuralların hepimizi bağlaması gerektiği gerçeği ile bir türlü barışamıyoruz. Çünkü pragmatist bir biçimde önce bizim işimizin görülmesi gerektiği anlayışını bırakamıyoruz. Yolun ortasına aracını bırakıp giden ve geldiğinde de hatalı olmasına karşın sanki hiçbir şey yapmamış gibi etraftakilere bağırabilmek gerçekten başka bir bilim dalının inceleme nesnesi olmayı gerektiriyor. Benzer şekilde çok basit uygulamaları bile hayata geçirmiyoruz, dönerken sinyal vermek, kırmızı ışıkta beklemek, daha yeşil yanmadan korna ile önünüzdeki aracı taciz etmek gibi. Ya da aracınızda bulunması gereken reflektör yerine trafikte durmak zorunda kaldığınızda aracınızın önüne ‘kırmızı termos-su şişesi, tahta’ koyarak durumunuzu arkanızdan gelen araçlara anlattığınızı düşünebiliyorsunuz.
Kuralların ortak aklı temsil ettiğini, altında bir ahlak ve yaşam görüşü olmayan hiçbir kuralın bulunmadığı gerçeğini elbet bir gün biz de öğreneceğiz. Ancak o zamana kadar başta trafik olmak üzere hayatımızın her alanında çok daha fazla dikkatli yaşamak zorunda olduğumuz gerçeğini de unutmamalıyız. Çünkü kurallara inanmayanların, kurallara güvenmelerini beklemek ve buna uygun bir biçimde pozisyon almak çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir. ‘Bize bir şey olmaz’ mantığı ile karşıdan gelen trene rağmen hemzemin geçidi aşmaya çalışan zihniyetle her an her yerde karşı karşıya kalabiliriz. Aslında maalesef kalıyoruz da ve bu karşı karşıya gelme durumunun sonuçlara çok vahim şekiller de alabiliyor. Beklediği otobüs durağına dalan otomobilden son anda kurtulan yurttaşımızın görüntüleri hala zihinlerimizde canlı duruyor. Veya uyudukları eve giren kamyonun altında can veren ailenin haberini de hatırlıyoruz.
Aslında trafik ve onun etrafında yaşadığımız bütün olup bitenler, bu ülke insanının gündelik hayatı içerisindeki kurallarla olan uzlaşmaz çelişkisini her defasında gözler önüne sermeye devam ediyor. Trafikteki kural tanımaz halimizin arka planında buna uygun bir alt yapı sunan düşünce dünyamızın ve kendimizle olan hesaplaşmamızı bir türlü halledememiş olmamızın yakın bağlantıları var. At üstünden bin altı yüz beygirlik arabalara geçtik buna karşın kullandığımız araçların birer makine ve kul yapısı aletler olduğu gerçeğini kavrayamadık! En iyisini biz yaparız mantığı ile araç kullanmaya başlayan ve yolların tozunu atabileceğini zannedenlerin sayısı maalesef azalmıyor tam tersine artıyor. Eğitim, tüm bu yaşadıklarımız açısından önemli bir ajan konumuna haiz olmakla birlikte tek başına hiçbir şeyi başarabilecek bir enstrüman değildir. Üstelik biz bu alanı da hızla tarumar ederek asıl yapmamız gerekenleri de yapmama hususunda elimizden geleni ardımıza koymamakta direnç göstermeyi de çok seviyoruz.
Kendini her şeyin ötesine yerleştirme anlayışını terk edemediğimiz ve kuralları eğip bükerek yol alabileceğimizi düşündüğümüz müddetçe trafik kaosumuz azalmak yerine artarak devam edecektir. Zaten TÜİK’in bu konudaki istatistikleri de durumun ne kadar vahim bir hal aldığını fazlasıyla göstermektedir. 2002 yılındaki maddi hasarlı kaza sayısı 374029 iken ölümlü yaralanmalı kaza sayısı 65748 ve ölen kişi sayısı 4093, yaralanan kişi sayısı ise 116412’dür. 2009 yılında maddi hasarlı kaza sayısı 942225 iken ölümlü-yaralanmalı kaza sayısı 111121 ve ölen kişi sayısı ise 4324’e yükselmiş olup yaralanan kişi sayısı ise 201380’dir. 2016 yılında ise 997363 maddi hasarlı kazaya karşılık 185128 ölümlü-yaralanmalı kaza meydana gelmiştir. Bu kazalarda 7300 yurttaşımız hayatını kaybetmiş ve 303812 yurttaşımız da yaralanmıştır.