Gündemin baş döndürücü hızına medya da dahil olmak üzere ülkemizde hiç kimsenin ve kurumun yetişebilme şansı yok! Öylesine yoğun bir şekilde olup bitiyor ki her şey, çoğumuz açısından ne olduğunu anlamak için gayret edinceye kadar, yenileri geliyor. Bu süreç dalgalar halinde birbirini izliyor ve yaşadıklarımız kadar olup bitenler karşısında da her geçen gün biraz daha fazla aciz kalma hissini hepimize yaşatıyor.
Geçen haftanın gündemi 10 Kasım ve Mustafa Kemal Atatürk üzerinde yapılan haberlerin ağırlığı altında geçti. Bu hafta ise önce Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilen Mustafa Sabri adının değiştirilmesini ardından Tunceli’de Seyit Rıza’yı anma törenini ve ülkemizin sınırları dışında olup doğrudan bizi ilgilendiren meseleleri konuştuk. Amerika’ya Rıza Zarrab ile ilgili nota verdik, NATO tatbikatı sırasında Atatürk fotoğrafı ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ismi ‘düşman taraf’ olarak gösterildi ve tepkiler üzerine özür mesajları tarafımıza iletildi.
Kurtuluş savaşı yıllarında Mustafa Kemal’e ölüm fetvası çıkarmış olan Mustafa Sabri’nin adının verildiği imam hatip lisesinin gündeme oturmasının ardından gelen tepkiler üzerine levha kaldırıldı ve yerine Şehit Yakup Akdağ ismi verildi. Bu isim verme ve yer adlarını değiştirme meselesi ülkemizin en tuhaf uygulamalarından bir tanesidir. Gelen her yönetimin kendisine yakın isimleri sokak adlarından tutun da, okullara, parklara, merkezlere, üniversite adlarına, stadyumlara kısacası toplumsal belleğin sinir uçlarına vermeye çalışması ve bunda ısrar etmesi sıkıntı yaratmaktadır.
Çünkü benzer süreç başka bir iktidar geldiğinde sil baştan yeniden başlatılma yolunda işlemektedir. Özellikle yerel yönetimlerde bu mekanizma çok daha fazla öne çıkartılmakta ve yer isimlerinin resmi hali ile o yörede oturan halkın bildiği hali arasında uyumsuzluklar yaşanmaktadır. Bu isimlerle oynama ve kendi anlayışımızı dayatma mantığından uzaklaşmamız gerekiyor. Bırakın toplumsal hafıza kendi bildiği yolda ilerlemeye, yolunu bulmaya devam etsin.
Son yaşadığımız iki örnek bu hususta ülkemiz içerisindeki farklı odakların, farklı şekillerde pozisyon aldıklarını ve bunun karşısında olanların da buna yönelik eleştiriler getirdiklerini bir kez daha ortaya koymuş oldu. Okul ismi değiştirildiğinde Memur-Sen başkanı twitter üzerinden yaptığı açıklamada; ‘Mustafa Sabri ismine tahammülsüzlük asla kabul edilemez. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi sadece Tokat’ın değil bu milletin, ümmetin bir değeridir. Ondan rahatsız olanlar bilgilerini ve zihinlerini sorgulasınlar. Tabela iner ama yüreklerden ve zihinlerden saygınlığı asla inmez’ ifadelerini kullandı.
Bir diğer gelişme ise CHP Tunceli il başkanlığının, Cumhuriyete karşı çıkan Seyid Rıza için anma töreni düzenlemesiydi. Seyid Rıza meydanında bir araya gelen grup, ellerinde Seyid Rıza ve arkadaşlarının fotoğraflarını tutarak, sessiz protesto eylemi düzenlediler. İl başkanı Ali Rıza Güder, “devletin 1938 yılında Dersim’in kapısında insanlığından, vicdanından, aklından ve mantığından soyunduğunu belirterek, 1938 Dersim, Türkiye Cumhuriyetinin cinnetidir. Tanıklarımız aynı zamanda bu zulmün müsebbipleridir…”.
Konuşma eylemi ile sadece kendimizi ifade etmeyiz aynı zamanda ait olduğumuz veya kendimizi ait hissettiğimiz grubu da işaret edecek, onu kapsayacak bir iletişim edimini dolaşıma sokarız. Yukarıdaki her iki örneği bu açıdan ele aldığımız takdirde söylenilen sözlerin belirli bir yere işaret ettiğini, bunun karşısında bulunan kesimlerin de söz konusu ifadelere karşıt argümanlar geliştirdiklerini söyleyebiliriz.
Konuşarak kendimizi rahatlatmanın yanı sıra toplumsal mesajlarımızı da iletebilme olanağına kavuşuruz. Buraya kadar her şey ideal ritmi içerisinde gerçekleşiyor, buna karşın bu iki örnek üzerinden olan bitene baktığımız takdirde ise konuşmalar sonrasında yaşanan gelişmeler, konuşmaları yapanların karşı cenah(lar) tarafından bir yere konumlandırılması ile son buluyor. Zaten son dönemlerde bu ülkede sürekli olarak aynı şekilde birileri kendi dışında kalanları bir yerlere yerleştiriyor ve ardından da onun üzerinden kendisini temize çekmeye gayret ediyor.
Bu durum sadece ülke içerisinde yaşadığımız tartışmalar için geçerli değil, doğrudan bizi ilgilendiren bütün meselelerde de aynı durumla karşı karşıya kalmaktayız. Açıklama yapanın durumuna göre karşıt açıklamalar yapılmakta gecikilmediği gibi hemen klasik karalama ifadeleri de dolaşıma sokulabiliyor. Vatan hainliği, gericilik, yobazlık, çağdaşlık, diktatörlük, düşmanlık vb. gibi kelimeler üzerinden hazır klişeler dolaşıma konuluyor.
Acı olan aslında tam da bu çaresizlik halimiz çünkü her geçen gün biraz daha fazla birbirimizi boğazlayacak bir ruh hali içerisinde yaşamak durumunda bırakılıyoruz. Kendi dünyasının dışında kalanlara sağır olan kulaklarla, baktığını görmekten aciz gözlerle yola devam etmeye çalışıyoruz. Ne yakın tarihimiz ne uzak geçmişimiz hususunda üzerinde uzlaşabildiğimiz bir noktamız bulunmuyor. Her söylediğimizin aksini ispat edeceğine inananlarla dolu bir ülkede, en çok bu ülkeyi biz seviyoruz ve ona en çok biz hizmet ediyoruz demeye bayılıyoruz.
Tarihimizdeki olaylar gibi kişiler ve bu kişiler hakkındaki yargılarımız da yine kendimize dönük bir biçimde yanlı olarak değişim gösteriyor. Aslında bahsettiğimiz hiçbir kavramımız, hiçbir değerimiz ve hiçbir tarihi şahsiyetimiz de birbiri ile örtüşmüyor! Konuşmanın ardından gelmesi gereken eleştiri ve tartışma aşamalarını daha en baştan kalın duvarlarla kapattığımız için, buraya hiç ama hiçbir zaman geçemiyoruz. Klişeler üzerinden inşa ettiğimiz tarihimizi, ideolojilerimizi, birbirimize fikir olarak dayatmayı ise demokrasi, fikir özgürlüğü olarak görebiliyoruz.
Kendi düşüncelerimize değil başkalarının sözleri ile kurduğumuz cümlelere güvenerek yola revan olmaya çalışıyoruz. Karşı çıktığımız bakış açılarının yaptığının aynısını yaparak kendi değişmez sütunlarımızı inşa ediyoruz. Konuşuyoruz ancak başkalarının bizim hakkında konuşmasını istemiyoruz. Eğer illa konuşacaklarsa da bizim istediğimiz gibi konuşmalarını talep ediyoruz. Böyle olunca da birbiri ile aynı ülkede yaşayan, aynı geçmişi paylaşan, aynı dili konuşan, aynı dine inanan ama buna karşın aynı kelimeleri kullanmasına karşın anlaşamayan bir toplum olmayı da başarabiliyoruz.
Bu ülkede sonrası, hiçbir zaman Cemal Süreyya’nın dediği gibi ‘iyilik güzellik’ olmuyor, olamıyor. Onları da kendi içimizde ayrıştırmayı ve kendimize göre nitelemeyi tuhaf bir biçimde beceriyoruz.
Halter sporunun dünyadaki en büyük ismi olan Naim Süleymanoğlu’na Allahtan rahmet, yakınlarına ve tüm spor camiasına başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Mekanı cennet olsun, nurlar içinde yatsın.