Ahmet Talimciler

30 Kasım 2016

Kendi gibi olamamanın dayanılmaz hafifliği

"Bir ülke dışarıdan değil içeriden yıkılır"

İlginç bir coğrafi konuma sahibiz ve bu konum nedeniyle de kendimizi tarih boyunca sürekli mücadele içinde bulduk. Ecdatlarımızın Viyana kapılarına kadar uzanan ve üç kıtaya yayılan gelişmesine karşın maalesef sonunda elimize bırakılan topraklar şimdi üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının tamamı bile değildi.

Cumhuriyetin ve onun kazanımlarını eleştirenlerin her nedense bir türlü söylemedikleri kısım, halkımızı bu coğrafyaya hapsedenlerin yine kendi ecdatlarımız olduğudur. İlginç bir şekilde sürekli olarak ‘Avrupa’ ile kendimizi mukayese etme gereksinimi hissediyor ve onlarla ne bir arada ne de onlarsız olabiliyoruz. Önce biraz daha geçmişten bakmaya çalışalım; Ezeli ve Ebedi Osmanlı devletinin yönetsel zihniyetinin kurulduğu andan yıkılıncaya kadar aynı temel üzerinde yürüdüğü gerçeğini hatırlayalım.

Osmanlı, bir tarım ve haraç ekonomisi temelinde yükselen devlet olarak tarih sahnesine çıktı ve altı yüzyıl sonra aynı şekilde son buldu. Bu arada ise coğrafi keşifler ile başlayan ve sanayi devrimi ile devam eden bir dizi büyük dönüşüm süreci yaşandı.

Yaşanan gelişmeler sonrasında teknolojik üstünlüğü eline geçiren Avrupa devletleri tüm dünyada emperyalist emelleri doğrultusunda sömürgecilik kervanını başlattılar. Savaş teknolojisinde yaşanan dönüşüm, Osmanlıyı çok yakından etkiledi ve en önemli gelir kaynaklarından bir tanesini oluşturan fethedilen ülkelerden payitahta akan vergi gelirlerinin ortadan kalkmasına neden oldu.

Sistemin bir ayağında yaşanan arıza sonrasında sistemin nirengi kaynağını oluşturan toprak düzeni bozulmaya başladı ve ardından çöktü. Yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışan devlet mekanizması tepeden bir takım düzenlemelerle önce askeri alanda daha sonra toplumsal hayatın diğer alanlarını da kapsayan bir dizi batılılaşma hamlesini hayata geçirdi.

Modernleşmeye çalışan ve bu doğrultuda hareket etmeye başlayan ama aynı zamanda geleneksel değer yargılarını da muhafaza etme yolunda hareket eden bir ülkenin değişim sancıları başladı. Bu sürecin sonunda batılı değerleri benimseyen, batılı fikirleri öğrenmeye başlayan, onlar gibi giyinen, onlar gibi yaşamaya çalışan bir ‘insan’ tipi bu topraklarda boy göstermeye başladı. Aradan geçen iki yüz yıllık zamana karşın bu iki farklı insan tipi ve bunlar arasındaki mücadele farklı araçlarla sürmeye devam etti.

Osmanlı'nın açtığı yoldan devam eden cumhuriyet rejimi de tercihini batıdan yana kullanmak suretiyle Avrupa ile olan bağların güçlenmesini tercih etti. Anahtar kavram kendi gibi olma ve bunun üzerinden tedrici bir değişim süreci yaşamak hiçbir dönem olmadı. Ama ilginç bir şekilde Avrupa ile kurulan bağın ideolojik arka planında da her daim Avrupa ile mücadele edebilecek bir devlet olabilme düşüncesi ağır bastı. Sadece futboldan birkaç örnek vermek gerekirse; Avrupa Avrupa Duy Sesimizi, İşte Bu Türklerin Ayak Sesleri sloganının atılması tesadüfi bir durum değildir.

Benzer şekilde yeşil sahalarda atılan bazı golleri tanımlamak için Avrupai Gol ifadesinin kullanılması da tam burada devreye girebilmektedir. Bugün istediğimiz kadar eleştirelim öyle ya da böyle dünyamızda hakim olan ve standartları yerleştiren Batı medeniyetidir.

Onların koymuş olduğu ekonomik, sosyal, siyasal hatta kültürel alanlardaki nitelemelerden hareket ederek hayatı kavramsallaştırıyoruz. Olmazsa olmazlarımız haline gelen AVM’ler, otomobiller, seyahat etmek için kullandığımız araçlar ve bunun gibi binlercesi hep bu kültürün yansımaları.

Ayrıca bu üst akıl eskiden de karşımızda yer almak suretiyle Osmanlı devletinin önce hasta adam haline getirilmesinde ardından yok edilmesinde pay sahibiydiler. Ancak atalarımızın yaşadığı tüm kötülüklerin yegane sorumlusu da onlar değildi.

Gerçi tam da bu minvalde Avrupalılaşma maceramıza yaklaşan ve Osmanlı devlet adamlarımızın, Avrupalılar ne dedilerse yaptılar, buna rağmen başımıza gelmedik belanın kalmadığını savunan Osmanlı tarihçilerimiz de var. Hatta Avrupalı devletlerin Osmanlı’yı milim milim doğramak suretiyle milyonlarca metrekare topraklarımızı kaybetmemize ve milyonlarca Müslüman’ın göç etmesine ve ölümlerine sebep olduklarını da ileri sürüyorlar.

Tüm bu ifadeleri belirli bir perspektife ve onun üzerinden hem kendi ideolojik pozisyonunuzu temize çıkarmaya hem de karşı tarafı yapıp ettikleri üzerinden suçlayacak biçimde kullanabilirsiniz.

Tam bu noktada yabancı tarihçilere ya da düşünürlere değil İslam dünyasının en önemli isimlerinden bir tanesi olan İbn-i Haldun’a kulak verelim: Bir ülke dışarıdan değil içeriden yıkılır. Avrupa’yı ve Avrupa devletlerini bu pozisyona yerleştirdiğiniz anda Osmanlı devletini ve onu yönetenleri birer özne olarak kabul etmeyerek, tarihte bireylerin rolünü de göz ardı etmiş olursunuz.

Emperyalist Avrupa ve onun içerdeki işbirlikçilerine gereken yeri ve değeri verelim ama buna karşın tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de ülkeyi yönetenlerin rolünü ve sorumluluklarını da teslim edelim.

Avrupa bir ideal olarak hep önümüzde durdu ve bu ideale ulaşmak için epey de çaba sarfettik. Buna karşın en az bizim kadar onların da bu birlikteliğin gerçekleşmemesinde büyük etkileri oldu.

Ülkemizdeki bir tarafın Avrupa’yı ve onun yaşantısı üzerinden içerdekilere hayat dersi verme ve onlar üzerinden olup biteni açıklama sevdası, diğer tarafa sirayet etmedi. Hatta her defasında daha büyük tepki ile karşılandı. Buna karşın şu anda var olan iktidarın kendi siyasal ikballerinin gerçekleşmesinde Avrupa Birliği kartını sonuna kadar kullandığını da unutmamalıyız.

İçeride askeri vesayet ve anayasa mahkemesi kararlarına karşın bu birliğin gerçekleşmesi doğrultusunda çaba göstermek ve istenilen yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi için epeyce mesai verildi. Ancak uzun bir zamandan bu yana her iki taraf da ipi kendi tarafından daha fazla gerginleştirmeye ve diğer tarafın yapacağı ‘ben yokum’ açıklamasına odaklanmış durumda.

Sokaktaki insan açısından ‘Avrupa’ya posta koyan’ bir liderimiz var. Buna karşın yaşanan gerilimin yansımalarını ve Türkiye’nin Avrupa ile yola devam etmesinin önemini vurgulayan Mehmet Şimşek gibi bakanlarımız da mevcut. Yine ikilikler içerisinde kendi kendimiz gibi olamamanın ve ne yapacağımızın farkında olamadığımız bir dönemeçteyiz. Bu noktada sistemin içinde kalmak ve ekonomik açıdan düze çıkabilmek için bize yine Avrupa’nın kavramları yol gösterici olacaktır.

Demokrasinin seçim kısmı dışındaki toplumsal hayatın içerisinde yarattığı anlama odaklanmak ve hukukun üstünlüğü ile hemhal olmuş bir hayat tarzını hayata geçirmek zorundayız. Aksi istikametin yönü hukukun daha fazla iktidarın güdümünde olduğu ve demokratik değerlerin kısıtlandığı ülkelerdir. Böyle ülkeler gibi olmanın da yine kendimiz gibi olamamak olduğu gerçeğini atlamadan ‘fark etmez’ci zihniyete son vererek hayatlarımızın akışını yönlendirmeliyiz.