Ahmet Talimciler

14 Ağustos 2017

Kahve’de deyip geçmeyin!

Fazlasıyla sorunlu küresel kahve piyasası...

Kahve ile olan münasebetimiz 1517 yılında dönemin Yemen valisi Özdemir paşanın İstanbul’a getirmesi ile başlar. Ardından başta İstanbul olmak üzere ülkenin pek çok köşesinde açılan kahvehaneler ile birlikte yepyeni bir geleneğin başlamasının önü açılıverir.   Sohbetlerimize konu olan, dilimize ve kültürümüze yerleşen kahve alışkanlığı ile birlikte bu küçük sihirli çekirdek ülkemizin en sevilen içeceklerinden birisi olmayı başarır. ‘Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır’, ‘Gönül ne kahve ister ne kahvehane gönül bir dost ister kahve bahane’ sözleri ile kuşaktan kuşağa sirayet edecek olan bir alışkanlığın da yine kahve ile başladığını görürüz. Öte yandan kahvenin görünürden çok daha derinlikli bir yapısı olduğu gerçeğini ise çoğunlukla fark edemeyiz bile. Kahvenin dünyanın ekonomik ve siyasal geçmişini bize gösteren bir bitki olabileceği düşüncesi aklımızın ucundan geçmez. Oysa insanlık tarihine damgasını vuran bitkilerden bir tanesi olarak kahvenin tam da bu noktada bizlere söyleyebileceği onlarca sözü olabileceğini Gavin Fridell Kahve1 isimli çalışmasında gözler önüne seriyor. Fridell’in kitabı bizlere severek tükettiğimiz kahvenin, küresel ölçekte nasıl bir pozisyon işgal ettiğini göstermekle kalmıyor aynı zamanda geçmiş ile gelecek arasında ne gibi işlevlerde bulunduğunu da ortaya koyuyor.

Küresel kahve zincirleri ile başlayan ve ardından yerel ölçekte onların takipçileri ile sürdürülmekte olan kahve mekanlarının sayısındaki patlama herhalde sizlerin de dikkatinden kaçmamıştır. Kahve tüketiminin kendine özgü kimlik göstereni olarak kullanımında katkıda bulunan küresel markalar, ülkemizde de kendi tüketici kitlelerinin inşasını başarıyla gerçekleştirdiler. Hatta onların açtığı kapıdan, bizim gözü açık müteşebbislerimiz de yine aynı anlayış üzerinden girmeyi başardılar. Bir zamanların pastane kültürünün egemen olduğu ve 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren etkisini kaybettiği ülkemizde onlardan boşalan yeri hızla bu kahve mekanları almaya başladılar. Bir kısmı küresel isimleri ve markaları sürdürmek suretiyle bu yarışa katılırlarken bazıları ise bizde çok yaygın olarak kullanılan taklit etme furyasına dahil oldular. Fakat her ne şekilde olursa olsun bu mekanlar, ülkemizin küresel kapitalizm ile eklemlenmesinde tıpkı AVM’ler gibi katkıda bulundular. Hatta bu durum özellikle orta sınıf temsilcilerinin görev aldığı yerlerde daha çok kendisini gösterdi. Bir tarafta plaza dili adı verilen bir konuşma tarzı hayata geçerken, buna eşlik eden kılık kıyafet kadar içilen kahve çeşitleri ve o kahvelerin tüketim yerlerini de unutmamalıyız. Bu yeni oluşumun yarattığı dalganın hemen ardından ayakta kalmak isteyen esnaf ise, kahvesini farklı yollardan pazarlamaya başladı. Çeşit çeşit kahve pişirme tekniklerinden fal bakmaya kadar uzanan bir dizi etkinliklerle müşteriler/tüketiciler kazanılmaya çalışıldı.

İşte tam bu noktada Fridell kitabının önsözünde Türkiye’nin değişmekte olan küresel tüketim kalıplarında kilit bir oyuncu haline geldiği tespiti ile işe başlar. Türkiye, 2013’te tüm dünyadaki kahve çekirdeği ithalatçıları arasında 30.uncu sıradaydı. Ancak 1990 ila 2013 arasında Türkiye’nin kahve ithalatı 140 bin adet 60 kiloluk torbadan 842 bin adet 60 kiloluk torbaya yükselmiştir ki bu %500’lük bir artış demektir. Yazar, bu oranlar üzerinden ülkemizin önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde birçok geleneksel kahve ithalatçısı ülkeyi sollayıp başat bir tüketici ülke konumuna geleceğini belirtmektedir(s.9-10).

Fridell amacının, küresel kapitalizmin merkezinde yer alan piyasaların ve güçlü ulus ötesi şirketlerin(TNC) gücünü yadsımak olmadığını, esas amacının tartışmayı küresel kahve endüstrisinin yaratılması ve yeniden üretilmesinde kapitalist devletin önemini bizlere hatırlatacak farklı bir çerçeveye oturtmak olduğunu(s.13) dile getirir. Kahve tahterevallisinin her bir aşırı iniş ve çıkışının dünya çapındaki devasa toplumsal, ekonomik ve siyasal uzantıları da beraberinde getirdiğini kitabın ilk bölümünde tartışmaya açar. Ona göre bu oyunun kazananları ulusötesi kahve imalatçıları(tahmisçiler), perakendeciler, tüccarlar ve süpermarket zincirleridir. Küresel kahve zinciri öyle bir şekilde tasarlanmıştır ki, ister büyüme ister çöküş olsun, servetin aslan payı küresel kahve endüstrisinin liderleri olan ve dünyanın en zengin şirketleri arasında yer alan Kraft Foods Group ve Nestle gibi dev şirketlerin ellerine usulca akıverir. Uganda’daki kahve üreticilerinin kilo başına 14 sent aldığı yeşil kahve çekirdeğinin daha sonra taşınıp, işlenip nihayetinde de Birleşik Krallık süpermarket zincirlerinde kilo başına 26,40 dolara satıldığı hesaplanmıştı; ki bu %7000’den fazla bir fiyat enflasyonu demek(s.20).

Kahve, küresel bir ürün olarak hem üreticileri hem de tüketicileri birbirine bağlamayı başaran bir ticari metadır. Kahvenin her geçen yıl daha fazla talep görmesine karşın kahve üreticilerinin yoksullukla boğuşmasının ardında yatan Saikler nelerdir? Yazar, pek çok ürünün aksine kahvenin bu özgül yapısı ile devlet arasında ilginç bir ilişki olduğu üzerinde durur. Ayrıca kahve endüstrisinin lehine ya da aleyhine konuşabilecek hakiki bir ‘serbest ticaretin’ hiçbir zaman var olmadığını belirtir. Küresel kahve zincirindeki yeşil çekirdek arzının neredeyse yarısına 5 tahmisçi hakimdir. Kraft Foods Group %13’ünün biraz fazlası, Nestle %13, Sara Lee %10, Procter&Gamble %4 ve Tchibo % 4 takip etmektedir. Dünyanın en büyük özel üretim kahve kavurucusu/tahmisçisi olan Starbucks Coffe Company, 1971’de tek bir mağazayla başladığı iş’te şimdi 62 ülkede 19 binin üzerinde mağazada hizmet vermektedir(s.30-31).

Kahve, dünya sömürge tarihi açısından da son derece önem taşıyan bir ürün olma özelliğini bugün halen sürdürmektedir. Kahvenin Avrupa’da artan popülerliği, köleliği ve anakara dışındaki piyasanın emperyalist devletler tarafından idaresini ve aynı oranda ona karşı direnişi yoğunlaştırdı. Örneğin Brezilya’da 19.yüzyılın ortalarında köle nüfusu iki milyonun üzerine çıkmıştı(s.45-46). Brezilyalı büyük üreticiler tam-güneş kahve üretiminin öncülüğünü yapmışlarsa da Orta Amerika ve Kolombiya’daki küçük ve orta büyüklükteki çiftçiler de ‘gölgede-yetiştirme’ yönteminin gelişmesi ve yaygınlaşmasında kilit rol oynadılar. Bu farklılık aynı zamanda kahvenin işleme yöntemi olarak ‘ıslak’ ve ‘kuru’ yöntemlerin kullanılmasında da kendisini göstermektedir(s.49-51).

Kahvenin üretimi kadar tüketimi hatta günümüzde tüketimi çok daha fazla önem arz eder hale dönüşmüştür. Kahve müteşebbisleri, kitlesel tüketimi yaygınlaştırmak için, ekonomik ağırlıklarını kahve bağımlılığını normalleştirmek ve gündelik kahve ritüellerini popülerleştirmek amacıyla, pahalı pazarlama kampanyalarını finanse ederek kahvenin uluslar arası yaygınlığını ve satışlarının büyümesinde tarihsel olarak kilit bir rol oynamışlardır. General Foods’un 1949’da Maxwell House kahvesini tanıtmaya daha önce eşine rastlanmamış şekilde 2,5 milyon Amerikan doları harcaması bu durumu sembolize ediyordu(s.61).

Yazar, kahveyi markalamak alt başlığı içerisinde marka zincirlerinin, tüm sosyal sınıflardan insanların buluşabileceği ve maliyeti karşılanabilir bir toplumsal eşitlenme biçimi sunan iyi kahveyi içmek gibi ufak lükslere dahil olabilecekleri mekanlar olarak başarılı bir şekilde resmedildiklerinden bahseder(s.120). Bununla birlikte küresel markaların sosyal sorumluluk adı altındaki projelerde nasıl ön planda yer almalarına karşın kendi yanlarında çalıştırdıklarına karşı nasıl acımasız bir şirket politikası yürüttüklerini Starbucks firması örneği ile açıklamaya çalışır(s.123-126).

Küresel sermayenin açtığı yoldan ilerlediğimizde karşımıza çıkan bir diğer önemli sorun ise çevre krizleridir. Kahve üretimi beraberinde çevresel sorunları gün be gün daha pekiştirecek etkilere yol açmaktadır. Ayrıca savunmasız kahve işçileri ve çiftçilerinin bir dolu hastalığa sebep olan kimyasallara maruz kalıyor olmalarıdır. Bununla birlikte iklim değişikliği de kahve endüstrisine has önemli etkilere yol açmaktadır. Yükselen sıcaklıklar mevcut kahve ağaçlarını, onları zararlılara ve hastalıklara karşı daha açık hale getirerek zorlamakta ve artan ortalama sıcaklıklar, Arabika çekirdeklerinin genetik çeşitliliğine bir tehdit teşkil etmektedir (149-151).

Fridell, kitabın sonuç bölümünde yapılması gerekeni şu şekilde dile getiriyor: fazlasıyla sorunlu küresel kahve piyasasının kazanımlar ve kayıplar tarihinin rehberliğinde kahve piyasasını devlet tarafından daha iyi bir idare biçimi için daha fazla baskı yapmaktır… Aksi takdirde kahvenin gündelik krizi, şimdi ve öngörülebilir gelecekte varlığını sürdürecektir(s.168-170).


1Gavin Fridell ‘Kahve’ Çev. Semih Çelik, Vivo Yayınevi, İstanbul-2017