Ahmet Talimciler

21 Aralık 2017

Kadın cinayetlerini normalleştirmek herkese zarar verir

Hayatının baharında henüz 21 yaşında olan gencecik bir insanı daha umutlarını, hayallerini yaşamasına müsaade etmeden toprağa verdik

Ülkemizde 2017 yılı Aralık ayının son on gününe girilen öldürülen kadın sayısı 295. Bu acı ve bir o kadar da düşündürücü olan durumun son olarak aramızdan aldığı kişi Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümü birinci sınıf öğrencisi olan Zülal Tütüncü. Arkadaşları bugün fakülte bahçesinde kendisini Maviş seni unutmayacağız, Düşlerindeki maviliği yaratacağız nidalarıyla andılar.

Hayatının baharında henüz 21 yaşında olan gencecik bir insanı daha umutlarını, hayallerini yaşamasına müsaade etmeden toprağa verdik. Ülkemizin şiddetle olan birlikteliği şekil değiştirirken bu sürecin en büyük etkisi hiç kuşkusuz kadınlar ve çocuklar üzerinde görülüyor. Ahlak kavramının içinin boşaltılmasının ve akabinde cinselliğin tuhaf bir biçime büründürülmesinin ardından gündelik hayatın içerisinde kadınlara, kızlara yönelik dolaylı ve doğrudan müdahaleler ve eylemler artmaya başladı.

Taciz, tecavüz, dövme, darp etme ve öldürmeye kadar uzanan sistematik bir yok etme kampanyası ile karşı karşıyayız. Burada asıl utanılması ve üzerine gidilmesi gereken nokta ise tüm bu yaşananların üzerini örtmeye yönelik üstü örtük bir girişimin, bütün olanlar sonrasında devreye sokuluyor olmasıdır. Bir yanda tecavüzler, öldürmeler yaşanırken öte taraftan bu olup bitenleri temize çekecek ifadeleri daha sık duymaya başladık. Bütün olup bitenlerin sonucunda yaşadıklarımız ve bundan sonra yaşayabileceklerimizin bütün müsebbipleri öldürülenler, tecavüze, tacize uğrayanlar gibi bir hava yaratılmak için gayret gösteriliyor.

Suçluları koruyacak ve onların bu suçları işlemesinin önünü açabilecek olan gerekçeler üzerinden bir mağduriyet algısı devreye sokuluyor. Kısa etek giydi!, vücudunun bütün hatlarını böylesine sergilemeseydi?, gecenin bir vakti sokakta ne işi vardı? İçkiliydi!, tahrik etti!, vb. gibi daha çok sayıda ifadeyi her seferinde duyuyoruz. Peki tüm bunların olmuş olması rızası olmadan bir kadına/kıza zorla tecavüz etmeyi normal kılabilir mi? Velev ki bütün bu dedikleriniz olmuş olsun yine de yaşananlar sonucunda bir insanın hayatının sona ermesi meşrulaştırılabilir mi?

Başta medya olmak üzere, bu ülkenin kutsal aile geleneğinin ve elalem ne der bakış açısı üzerinden beslenen sakat ahlak bekçiliğinin hepimizi getirmiş olduğu nokta tam anlamıyla bir çıkmaz sokaktır. Kadın cinayetlerini normalleştirmek ve yaşananları meşrulaştırmaya çalışmak bütün bir toplumu zehirlemek demektir. Erkek egemen zihniyet kalıplarını işleyerek daha fazla prim yapma girişimleri hepimize zarar vermektedir.

21 yaşında doğum gününde toprağa verdiğimiz öğrencimizin ardından olan bitenin haberleştirme biçimi bile durumu ne kadar sakat bir şekilde görmekte olduğumuzu ortaya koymaktadır. ‘Barda tanıştılar, oradan eve gittiler’ ifadesini kullanıyor olmak söz konusu iğrenç zihniyet kalıplarının üretilmesine olanak sağlamanın yanı sıra en çok da yaşananları normal kabul etme heveslilerinin ekmeğine yağ sürmektedir.

Çünkü böylece daha önceki dönemlerde medyanın kanaat önderi olarak gösterilen isimlerinden de duyduğumuz ve yuh artık dediğimiz ‘su testisi suyolunda kırılır’ yaklaşımı, bu ifadeler ile perçinlenmiş olmaktadır. Acı olan husus yaşadığımız onca ölüme karşın, ölüm sever bir memleket olma yolunda hızla ilerlemeye devam etmemiz ve kaybettiğimiz bütün kadınları/ kızları birer kurban konumuna indirgemiş olmamızdır.

Öldürenlerin iyi hal indirimi almaya devam ettiği ve ölenlerin hayatının son bulmasına karşın yakınlarının acılarının kurşun gibi ağırlaştığı bir ülkede yaşıyor gibi yapmayı sürdürüyoruz. Öleni, umutları, hayalleri yok edilenleri değil onları bu dünyadan kaldıranları koruyacak zihniyet kalıplarını beslemeye devam ediyoruz.

Gündelik hayatımızda kullandığımız sözlerden tutun da, seyrettiğimiz dizilere oradan çocuklarımıza okuttuğumuz kitaplara kadar her alanda erkekliği adeta kutsayan buna karşın kadını şeytanlaştıran bir yaklaşım söz konusudur. Oysa hiçbir dinsel inanış ve hiçbir ahlaksal öğreti bir canlının hayatına kast etmeyi ne emreder ne de bunu mazur görür.

Bu ülkenin yasama, yürütme ve yargı erkleri kadın cinayetleri konusundaki suskunluğuna son vermeli ve ülkenin giderek daha karanlık bir geleceğe doğru yol almasına yol açan zihniyetle mücadele etmelidir. Öldürülen bütün bu kadınlar/kızlar bu ülkenin evlatlarıdır ve kadın cinayetleri bireysel nedenler ile geçiştirilemeyecek kadar toplumsal ve politik bir sorun haline dönüşmüştür.

Kadını ötekileştiren ve erkeğin arkasına yerleştiren bakış açısı ile kadınlar öldürülmeye, tecavüze uğramayan ve örselenmeye devam ediliyorlar. Geldiğimiz noktada ayrışmadan, kadın-erkek ayrımı yapmadan kadın cinayetlerinin sonlandırılması için sesimizi yükseltmeliyiz. Kadınları öldürenleri çoğu zaman biliyoruz, kanun önüne çıkartıyoruz ancak asıl suçlu olan erkek egemen zihniyet kalıplarını ortadan kaldırmadığımız müddetçe, sadece geçici etkide bulunabiliriz. Başta hukuksal nosyonumuz olmak üzere, gündelik hayatımızın işleyiş kalıplarında topyekûn bir dönüşüme gereksinim duymaktayız.

Ahlakın ve değerlerin içini boşalttıkça kadınların öldürülmeleri de hızlanıyor. Kadınlar öldürülüyor ve oluşturulan hafifletici gerekçelerle ölümlerin ağırlığı azaltılıyor. Vicdan yoksunu bir toplum olmaya doğru hızla ilerlerken kadın cinayetleri aslında hepimizin yaşantılarında ne kadar tutarlı olduğumuzu da bir tokat gibi yüzlerimize çarpmaya devam ediyorlar. Riyakarlık bulaşıcıdır ve gerçeğin üzerini gizlemeye yararken, bunu yapanları da başka birisi haline dönüştürür.

Ülke olarak hepimiz kadın cinayetleri konusunda söylediklerinin tam tersini yapmayı adet haline dönüştüren bir toplum haline geldik. Bu ise tüm toplumsal değerlerin çürümesinin önünün ardına kadar açılmasına olanak sağlayabilecek bir ortamın içinde olduğumuzu göstermektedir. Eğer kadın cinayetlerinin önüne geçemezsek, hızla tüm değerlerimizi yitirmeye ve birbirimizi yemeye devam edeceğiz demektir! Hiçbir şey öldürülme gerekçesi olarak kullanılamaz ve hiçbir davranış biçimi öldürmeyi hafifletebilecek bir şekle büründürülemez. 

Hayat, her türlü blöfe rest çekebilecek kadar derin, anlamlı ve karşıtlıkların bir arada yaşanabildiği bir zaman dilimidir. Bunu ne hiç kimsenin bir diğerinin elinden almaya hakkı vardır ne de yapılanları mazur gösterebilecek herhangi bir terazi mevcuttur. Bırakın insanlar istedikleri gibi yaşayabilsinler ve hayallerinin peşinden koşabilecek kadar yeryüzünde ben de varım diyebilsinler. Bizler ne yargılama ne de olan biten üzerinden karar verebilme hakkına sahip değiliz. Herkesin hesabı ve yaşam tarzı kendisini bağladığı müddetçe, yaptıklarının ve de yapmadıklarının da sorumlusu yine ve sadece kendisidir.