Zamanın su gibi aktığı buna karşın acıların ve hayal kırıklıklarının kabuk bağladığı yedi koca günü geride bıraktık. An itibariyle arama kurtarma çalışmalarını son verildi ve her şey eski akışına geri döndü. Peki gerçekten eskiye dönebilmek ve yapmakta olduklarımızı aynen sürdürebilmemiz mümkün mü? Bir taraftan bakarsanız ölümün gerçekliği karşısında yapabileceğimiz fazla bir şeyimiz yok. Ama öte taraftan pisi pisine ölümlere karşı yapabileceğimiz pek çok şey var ve ne yazık ki biz ülke olarak bunları bir türlü yapmama konusunda üzerimize düşenleri yerine getirmeyi ısrarla sürdürüyoruz. Uydururuz, olmazsa hallederiz yaklaşımımız sayesinde bütün toplumsal hayatı bu minval üzerinde kesip biçmeye devam ediyoruz. Belki de bu yüzden bize özgülükler karşısında yok bu kadar da artık olmaz dedirten her şeye karşın evet olabilir hatta oluyor diyerek kabullenmeyi normal addediyoruz. Bu yaklaşım tarzı bir yandan olumsuzluklar karşısında bile olumlu bir şeyler görüp çıkarabilme anlayışını her daim devrede tutmaya yarıyor. Öte yandan yine bu anlayışla birlikte toplumsal kültür içerisinde 'bir başka türlüsü de mümkün' yaklaşımı her ne kadar isabetli olursa olsun, görmezden gelinebiliyor.
Yaşadığımız bütün büyük felaketler sonrasında ekranların bir nevi magazinsel bir yapıya dönüşmesi ve bunun üzerinden kitlelere canlı canlı anında orada olma şansı verilmesi tesadüf değil! Bu yaklaşım sayesinde normal zamanlarda görmezden gelmekte olduğumuz hayat hikayeleri, gözlerimizin içerisine sokulabiliyor. Ve yine bu hikayeler üzerinden hem destansı kurtuluş hikayeleri üretiliyor hem de ihtiyacımız olan birlik ve beraberlik psikolojisi bir kez daha hayata geçirilmiş oluyor. Aslında anlatılanın bizim hikayemiz olmadığını perdeleyen bu yaklaşım sayesinde romantikleştirilen kurtarma görüntülerinin ardında 'gerçekliğin' sıradanlaşması sağlanıyor. Böylece bizler her felaketle birlikte asıl müsebbipleri değil yaşanan felaketin açmış olduğu yaralar üzerindeki çentikleri konuşmayı sürdürüyoruz. Bu sırada ise sorumlular yine sorumsuz sorumlular olarak varlıklarını korumaya devam edebiliyorlar. 1999 depreminin yegane suçlusu olarak gösterdiğimiz Veli Göçer sonrasında yaşanan bütün depremlerde, sel felaketlerinde, yangınlarda, heyelan ve toprak kaymalarında asıl sorumluların nasıl gözlerden ırak tutulmaya devam edildiğini göremiyoruz bile.
Devletin şefkatli elinin bütün yaraları sarıp sarmalayacağı üzerinden veyahut yaşanan her felaket sonrasında kader ile sorumluluk arasında sıkışan vicdanlarımız bir kez daha unutmayı tercih ettiği için başımıza yeni felaketler yağmaya devam ediyor. Böylesine acı bir tablo içerisinde dünyanın lideri olmayı içimize sindiriyor olmamız bile büyük bir garabet olsa gerek. Fakat bu olumsuzluklar ülke insanının ne kadar umurunda ve ne kadar ilgilerini çekiyor asıl mesele burada gizli. Çünkü her felaketle birlikte biraz daha fazla ayrışmayı başarıyoruz ve yaşadıklarımız ileride yaşayacaklarımız konusunda alarm sinyallerinin her geçen gün daha da artmakta olduğunu gösteriyor. Siyasetin ve kör bir ideolojik yanılsamanın açtığı derin yarıkların etrafında patinaj yaparken kendi sorumluluklarımızı değil ötekilerin sorumsuzluklarının altını çizmeyi maharet sayıyoruz. Böylece hem kendimizi temize çekiyor hem de bir kez daha onların kalelerine gol atmayı başarıyoruz.
Depremin üzerinden bir hafta geçti ve bu zaman dilimi içerisinde daha önce yaşadığımız her felakette biraz daha fazla farkına varmaya başladığımız sivil inisiyatiflerin önemi ve etkisi artmaya başladı. Devletin yapıp edeceklerinin çok daha ötesinde bir hızla ve anlayışla yerel odaklar, ulusal hatta uluslararası yardımları koordine etmede ön plana geçmeyi başardılar. Örneğin devletin gönderdiği battaniye sayısından çok daha fazlası bir çırpıda toplanıp dağıtıldı, kaynayan kazanlar, dağıtılan yardımlar, destekler vb. pek çok uygulama sivil toplumun giderek daha fazla kıpırdamakta olduğunu göstermiş oldu.
Can kayıplarının olduğu ve arama-kurtarma çalışmalarının devam ettiği anlarda politik hesaplaşmaların yapılması kadar saçma bir bakış açısı olamaz! Fakat öte yandan zaman içerisinde yapılması gereken bu hesaplaşmaların bir türlü yapılmıyor olması da bir başka tuhaflığı beraberinde getiriyor. Bu ülkede her felaket sonrasında birileri bir diğerini suçlayarak durumu kurtarmayı seçiyor. Buna karşın asıl meselenin çözümsüzlüğü daha da artmak suretiyle sonuca ulaşmak olanaksız bir hale büründürülüyor. Birinci derece deprem kuşağında bulunan bir ülkenin bu kadar plansız, programsız ve denetimsiz bir biçimde inşaat faaliyetini sürdürüyor olması ve yapılabileceklerin ne olduğu biliniyor olmasına karşın yapmamakta ısrar etmesi, anlaşılır gibi değil. 2020 yılında hala kolon kesilmemesi gerektiğini konuşuyor olmak bile durumun aslında ne kadar trajikomik olduğunu gösteriyor. İmar barışı adı altında yapılan uygulamalarla ilgili olarak söylenmesi gereken onlarca şey var ancak öte yandan ülke insanımızın kişisel çıkarları uğruna olan bitenleri esnetmeyi hak olarak görme gibi bir kültürünün de bütün bu yaşananlarda etkisi olduğunu unutmamalıyız. Hayatlarımızı karartan bütün bu olumsuzlukların arka planında biraz da bizlerin bu olup bitenlere vermiş olduğumuz desteğin yatıyor olduğunu atlamamalıyız. Kuralları eğip bükerek kendinizi ve yakınlarınızı koruyamazsınız tam tersine onları ve sizi koruyabilecek düzenlemeleri etkisizleştirmek suretiyle, olacakların önünü ardına kadar açmış olursunuz.
Kader ile sorumluluk arasında sıkışanların ülkesinde depremin yarattığı acıların üzerinden bir haftayı geride bıraktık. Geçen zaman dilimi beraberinde önce İzmir depremini ardından olası İstanbul depremine ilişkin yapılması gerekenlerin masaya yatırılmasına vesile oldu. Buna karşın her geçen gün beraberinde unutmayı ve eski normalimize dönmeyi de hızlandırdı. Ölenlerin ihmal neticesinde mi yoksa kader nedeniyle mi öldüklerini konuşurken, birkaç gün sonra bunları da bir kez daha yaşanacak yeni depremlere/sel felaketlerine kadar konuşmayacağımızı ve unutacağımızı gayet iyi biliyorum. Ölenlerin yakınları, evlerini kaybedenler, göçük altında saatler geçirip kurtarılanlar açısından ise o gün hiç ama hiç unutulmayacak. Toplumsal hafızamızı bireysel hafızamızla güçlendirmediğimiz ve olup bitenleri kısa süre sonra unuttuğumuz sürece, yaşadıklarımız yaşayacaklarımızın teminatı olmayı maalesef sürdürecek. Her defasında aynı şeyleri yaşayıp dejavu hissiyle uyanmak suretiyle olup bitenler karşısında hissizleşmek suretiyle normalleşmeye katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Ekranlardaki kurtarma hikayeleri ise hayatlarımızı kurtarmaya değil daha da sorunlu kılacak bakış açılarının yerleştirilmesine katkıda bulunacak. Unutmayacağız derken bile bir an önce unutup, günlük kısır çekişmelerimize dönmeyi hayal ediyoruz. Üzerinden bir hafta geçti ve hayatın olağan akışı içerisinde birileri aramızdan ebediyeti göçüp gittiler. Gidenlerin sayısının daha da artmaması için sadece bugünü değil geçmişi de masaya yatırmak zorundayız. Geçmişte yaptıklarımız veyahut yapılmasına izin verdiklerimizin faturasını ağır bir şekilde bugün ödemeye devam ediyoruz.