Ahmet Talimciler

28 Eylül 2016

Gündelik olan her dakika daha da ağırlaşıyor

Ölümü değil yaşamı, sözün bittiği yeri değil sözün başladığı/hiç tükenmediği noktaları öne çıkartmak zorundayız

Haber kanallarından bir tanesinde şehit haberlerinin verildiğini ve bu sırada yan tarafımda oturan iki kişinin bu konu üzerine konuşmaya başladıklarına şahit oldum. Birisi bugün yine şehit verdiğimizi söyledi, diğeri ise hiç haber seyretmediğini çünkü haber seyrederek moralini bozmak istemediğini ekledi. İlk konuşmacı kendisinin de mümkün olduğunca haber seyretmediğini radyoda kanal değiştirirken yaşananları öğrendiğini belirtti.

Bu durum insanların toplu halde bulunduğu ve televizyonun açık olduğu bir mekanda geçen konuşmadan yapılan bir alıntıdan ibarettir. Her geçen gün biraz daha fazla olan biten bütün her şeyi kanıksamaya, rutinleştirmeye başladığımızı göstermesi açısından iyi bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Rutini takip etmek, kendini kendi isteği ile eşitlemek, herkesle birlikte herkes kadar gelişmeye razı olmak anlamına gelmektedir. İçinde yaşadığımız ülke ve bu ülkede olup bitenler karşısında ‘bize özgü’ olarak kodladığımız bütün kavramlar, hepimizi vasatta bir araya getiriyor ya da bir başka deyişle vasatlıkta eşitliyor. Bu ruh halinin en görünür olduğu nokta ise hiç kuşkusuz şiddetin gündelik hayatımız içerisinde her yanımızı çepeçevre sarmalamasıdır. Metrobüste şoföre şemsiye ile saldıran ve on bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan olayı ya da yine tartıştığı şoförü göğsünden bıçaklayan saldırganı yaşayalı çok fazla olmadı. Şiddet öylesine büyük bir hınçla dolu olan ruhlarımızın yansıması haline dönüşüyor ki, evde-sokakta-trafikte-okulda-askerde kısacası gündelik hayatımızın her yerinde adeta bir bumerang etkisiyle hepimizi buluyor.

Hepimiz büyük ve ulvi değerler uğruna her geçen gün biraz daha fazla eziliyor ve biraz daha fazla kendimizi önemsiz hissediyoruz. Bir zamanlar övgüyle söz ettiğimiz ve son yıllarda adeta dilimize pelesenk ettiğimiz ‘değerlerimiz’ artık yok! Maalesef bu değerler silsilesi ile demokratik yaşamın gerekliliklerini içeren kurallar ve normları da bir arada içselleştirebilmiş değiliz. Geriye kalan ise gücün/güçlünün hukuku ve şiddeti oluyor. Vasatlık hepimizi adeta bir cendere misali eziyor, ezdikçe daha fazla kendimizden ve insanlığımızdan uzaklaşıyoruz.

Tam burada devreye ilkel kabilelerin şamanlarının yerine getirdiği işlevi üstlenen politikacılarımız giriyor. ‘Gaz’sal motivasyonla doldurulan ciğerlerimize işleyen ‘sihirli’ cümleler kuruyorlar. Duymak istediğimiz cümlelere şevkle sarılıyor, duymayı arzulamadıklarımızı ise sanki hiç söylenmemiş pozisyonuna indirgiyoruz. O, sözlerin kıymeti harbiyesi bulunmuyor, bu topraklarda ‘sözün bitişi’ sözün kendisinden daha fazla önemseniyor. Söz bittiğinde politikanın da biteceği gerçeğini idrak edemeyenlerin bizzat politikacılar olması da herhalde yine bize has bir özellik olsa gerek. Yaşamla ölüm arasındaki hayat denen çizginin zigzagları içerisinde tek şansımız olan sözün gücünü her defasında bir kez daha elimizin tersiyle itiyoruz. Değişim pek hoşlandığımız bir kavram hiçbir zaman olmadı. Her şeyi aynı iken bile bir şeylerin mutlaka değiştiğini, bu nedenle mutlaka değişimin veya değişim duygusunun farkında olma gerçeğini de yıllarca ıskaladık.

Hayatımızdaki pek çok konuda ve olayda yaptığımız gibi değişimi de devlete havale ettik. Ünlü Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın sözlerini hatırlayın: Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz. Oyunun asli sahipleri olması gereken insanlarımızın daha başından itibaren ‘ben beceremem’ yaklaşımıyla bütün yetkilerini yöneticilere devretmesinden bu yana da maalesef pek bir şey değişmedi.

Ülkemizin doksan üç yıllık tarihinin içerisinde yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen hiçbir yöneticinin ‘hesap vermediği’ gerçeği tüm açıklığıyla orta yerde duruyor. Yöneticinin, devlet bürokratının, memurun hesap vermediği buna karşın ülke yurttaşlarının kendisini ‘aklamak’ zorunda kaldığı bir yönetsel anlayışa sahibiz. Devletin yurttaşına güvenmediği yerde biz sürekli olarak yurttaşın devletine güvenmesini ve onun yaptıklarını onaylamasını bekliyoruz. Yapılanlar onaylanıyor ancak yurttaşların güven problemi ise her geçen yıl biraz daha fazla artıyor. Kurumlarına güvenmeyen, insanların birbirine güvenmediği, hukukun güven vermediği bir ülkede ‘değerlerin erezyona’ uğraması ve suçun/suçluların kabul görmesi kolaylaşır. Hiç kimsenin rezil olmadığı bir ülkede, insanların canlarını korumakla görevli olan güvenlik kuvvetlerinin öldürülen bir yurttaşımızın katili ile öğünmesi, fotoğraf çekmesi bile umursanmaz. Katillerin, suçluların kahramanlaştırıldığı ve yaptıklarından ötürü aferin aldığı bir ülkede sistem güven değil hem güvensizlik hem de yabancılaşma üretir. Hepimizi kapsaması gereken kuralların ideolojik bakış açılarının egemenliğindeki devlet aklının önderliğinde gideceği yer ise hiç kimsenin olmaz dediği; kendi halkına kurşun sıkmak, meclisini bombalamaktır.

Yeniden nefes almaya, hayatımızda yarınlara dair umutlar beslemeye ihtiyacımız var. Birbirimizi kırarak, var gücümüzle savaşarak ya da vatan haini ilan ederek daha iyi bir ülke inşa edemeyiz. Korkunun egemen olduğu, demokrasinin asgari kurallarının işlemediği bütün ülkeler hem insani açıdan hem de ekonomik gelişmeler açısından büyük sıkıntılar yaşarlar. Ülke olarak yaşadıklarımıza takılıp kalmadan, insanlarımızı daha mutlu yaşatabilecek düzenlemeleri hayata sokmamız gerekiyor.

Ölümü değil yaşamı, sözün bittiği yeri değil sözün başladığı/hiç tükenmediği noktaları öne çıkartmak zorundayız. Yaşam kalitesinin yükselmediği ülkelerde daima makamlar, mevkiler yükselir/yükseltilir. Liyakatın yerini hamili kart yakınımdır, bizdendir, cemaattendir, hemşerimizdir vb. gibi ifadeler alır. İşini iyi yapan, vicdanlı, merhametli, ilkeli dürüst insanlara ve bu insanlarla birlikte yükselen karar mekanizmalarını hayata geçirmeliyiz. Hesap verilebilirlik, şeffaflık, eşitlik, hakkaniyet temelinde demokratik değerlerle yaşamayı öğrenmeliyiz aksi halde yaşayabileceklerimizi ya da yaşanabilecekleri hiç kimse tahayyül dahi edemeyecektir!