İnsanoğlunu diğer canlı varlıklardan ayıran özelliğinin aklını kullanabilme yetisi olduğu cümleleri ile büyütüldük. Buna karşın son dönemde yaşadığımız her acıklı olay sonrası gördüğümüz tablo, söz konusu aklın bazılarına hiç ama hiç uğramadığını gösterir oldu. Hatta bir adım daha ileri gidelim sadece akıl değil vicdan ve merhamet duygularından da yoksun birer taş yığını varlıklarla karşı karşıya olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyoruz.
Ötekinin varlığını yok saymak ve saygı göstermemenin ötesine geçen bir yaklaşımla, ötekinin ölümüne sevinme aşamasına geçmiş bulunuyoruz. Acı olan şu ki bu davranışlarda bulunanlar, sözlerini-yaklaşımlarını hiç de yakışık almayacak bir temel üzerinden normalleştirmeye çalışıyorlar. Bunu bazen din bazen milliyet bazen de ideolojik temellere dayandırarak ‘insanlığı’ taca atmayı maharet zannediyorlar. Oysa kendilerine kalkan olarak aldıkları hiçbir gerekçe bütün bu vahşi ve insafsız açıklamaları temellendirecek dayanaklara malzeme yapılamayacak kadar farklı pencerelere sahiptirler.
Bir insanın ölümü nerede olursa olsun ve her kim olursa olsun sevinilecek, oh olsun denilecek bir durum değildir. Üstelik ölenler arasında dünyanın neresine giderseniz gidin farklı kültürlerden, dinlerden, ideolojilerden gelmiş olsanız bile üzüntüyü katlayacak olan çocukların ölümü söz konusu olduğunda her şey bir tarafa bırakılır. Kıyıya vuran Aylan bebeğin görüntülerini hatırlayın, vicdanları paslanmış pek çok insanın yaşanan dramın büyüklüğünü görmesine vesile oldu. Aylan bebeği kucağında taşıyan jandarma astsubay Mehmet Çıplak, hayatı boyunca taşıdığı ağırlığın etkisinden kurtulamayacaktır. Peki ölen masumların arkasından küfürler yağdıranlar, oh olsun çekenler, içimin yağları eridi diyenler, vicdani borçlu olmadan öte tarafa gidebilecekler mi?
Dünyayı kendimizden menkul görme anlayışımızı değiştirmek ve içinde bulunduğumuz ülke başta olmak üzere, temas etmeyi başardığımız bütün kültürlerle saygı temeli içerisinde ilişki geliştirmek durumundayız. Bunun yolu ise ötekinin varlığını kabul etmekten ve onunla ama, lakin, fakat gibi olumsuzluklarla başlayan cümleler kurmadan ilişkiye girebilmekten geçecektir. İşte bu noktada acının milliyetinin, dininin, ırkının, ideolojisinin olmadığı gerçeği çok ama çok önemli bir bakış açısıdır.
Üç hafta sonra 17 Ağustos depreminin on dokuzuncu yılını geride bırakacağız. Ülke tarihinin olduğu kadar dünya tarihinin de en büyük depremlerinden bir tanesiydi ve bu depremin yarattığı acıya dünyanın pek çok ülkesinin kayıtsız kalmadığını gayet iyi biliyoruz. Bunların başında bugün yangın felaketi ile boğuşan ve şu ana kadar yetmiş beşten fazla yurttaşını, binlerce dönümlük orman arazisini kaybeden komşumuz Yunanistan bulunuyordu.
Bir zamanlar yaşananların toplumsal hafızada kötü izler bırakmış olması, tüm bir milletin damgalanmasına ve daima o şekilde anılmasına yol açamaz! Bu durum hem bizim hem de onlar açısından geçerlidir. Birbirine çok yakın olan buna karşın siyasetin yarattığı gerilimle birbirinden uzaklaşan hatta daha da ileri gidilerek düşman haline sokulmaya çalışılan iki halktan söz ediyoruz. Ama tüm bunlar burada depremde orada yangından sonra oh olsun gebersinler söylemlerinin ortaya çıkmasını açıklayamaz.
Acıların paylaştıkça azaldığı bir kültürden gelmemize karşın son üç yıl içerisinde gerek ülke içinde gerekse de dünyada yaşanan acılara karşı tuhaf bir yaklaşım geliştirir olduk. Ölümleri bizden olan ve bizden olmayanlar şeklinde ülke içerisinde ayrıştırmanın yanı sıra dünyada yaşanan terör saldırıları sonrasındaki açıklamalarımızda da benzer bir dili devreye sokmaya başladık. Elbette burada kötü söz eden ve bundan adeta zevk alanları kast ediyorum. Yoksa böyle olmayan ve ölümleri alkışlamak yerine insanlığa üzülenlerden bahsetmiyorum. Söz konusu olan kesimin maçlardaki saygı duruşlarında bile sessiz kalamamalarına dönemin milli takım teknik direktörü Fatih Terim’in isyan ettiğini hatırlayacaksınız.
Biz hangi ara böyle olduk, aslında böyle değildik dünyadaki eşitsizlik ve hakkaniyetsiz yaklaşımlar bizi bu hale getirdi gibi açıklamalar zevahiri kurtarmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Suriye’de yaşanan insanlık dramının ortaya çıkarttığı gelişmeler sonrasında başta Avrupa olmak üzere tüm dünya kamuoyu kötü bir sınav verdiler ve hala da veriyorlar. Avrupa’nın aşırı milliyetçileri göçmenlere dönük ırkçı girişimlerini hızlandırıyorlar. Kendileri gibi olmayanların yaşam haklarını ortadan kaldırmaya dönük girişimlerde bulunuyorlar.
Ama öte yandan aynı Avrupa’nın içerisinde farklılıkları savunan ve onlarla birlikte var olmak isteyen insanların da bulunduğu gerçeğini de görüyoruz. İnsanlığa ait değerler içinden geçtiğimiz dönemde yaralar alıyor olsa bile yine de sahip çıkılması gereken önemli bir miras olarak önümüzde durmaya devam ediyor. Bu noktada acıların paylaşılması, insanlığın ortak mirasının korunması açısından dayanışma göstermek, üzülmek, dua etmek ve zorda olanlara yardım etmek insanlık borcudur. Buna karşı çıkanların olması ve onların tam aksini savunması insanlıktan aldıkları mirasla yakından ilintilidir. Böylesi yaklaşımları savunanların, yaptıklarını gizlemek adına bir takım yan yollara sapmaları bir şey ifade etmemektedir. Bütün bu yorumlarla, yaklaşımlarla tıpkı eleştirdikleri Avrupa ve dünyadaki benzerleri ile aynı çizgide olduklarını unutmasınlar.
Aslında birbirlerine çok benziyorlar ve benzer bir biçimde bir başkasının varlığına katlanamıyorlar. Tek tipleştirme mantığından beslenerek bütün her yeri ve herkesi aynı kefenin içerisine sokmaya bayılıyorlar. Bu yüzden de kendileri gibi düşünmeyen, giyinmeyen, inanmayan, yaşamayan vb. gibi pek çok konuda farklılık gösterenleri yok edebilecek bir yaklaşımı rahatlıkla dolaşıma sokabiliyorlar. Avrupa’da ve dünyanın herhangi bir yerinde bunları yapanları ırkçı diye niteliyoruz ama aynı yaklaşım bizim ülkemizde tezahür ettiği zaman değerlendirmemiz başka türlü gerçekleşiyor. Belki de önce kavramlarda anlaşmamız ve hayatı paylaşabilmemiz adına temel konularda netleşmemiz icap ediyor.