Ahmet Talimciler

20 Şubat 2021

Bir kültürel çalışmalar ansiklopedisinden hem dünyaya hem de kendimize bakmak: Poetik ve Politik

Kitabı elinize aldığınız andan itibaren okumaya doyamayacağınızı ve Besim Dellaloğlu'nun diğer çalışmalarına da mutlak surette dikkat kesileceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim. Önünüzde gerçekten bir derdi olan ve bu derdini çok ama çok iyi anlatmayı becerebilen bir kitap bulunuyor

Bazı kitapları anlatmak/tanıtmak, okumaktan çok daha zordur çünkü söz konusu kitaplar içlerinde öylesine dolu dolu birikimleri barındırmaktadırlar ki hangisinden başlayacağınızı şaşırırsınız. İşte sevgili dostum Besim Dellaloğlu hocamızın Poetik ve Politik isimli çalışması da tam olarak böyle bir nitelemeyi sonuna kadar hak ediyor. Besim hocamızın ince ince adeta bir oya işler gibi ördüğü metin boyunca, okuduğunuz her sayfada kavramlar dünyasında yeni bir hazinenin varlığını keşfediyorsunuz. Öylesine yoğun bir metin var ki karşınızda birbirinden ayrı gibi görünen fakat aslında bir bütünün parçalarını oluşturan yirmi sekiz farklı kavram üzerinden bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi meydana getiriliyor. Bir taraftan her okuduğunuz maddeyle birlikte batı ve doğu arasında farklı kültürlerin nasıl bir gelişim çizgisi içerisinden geçmiş olduklarını fark ediyorsunuz. Öte yandan rahmetli hocam Kürşat Bumin'in yerinde tanımlaması ile Büyük harfli Kültürden yola çıkmak suretiyle Küçük harfli Kültüre yani kendi kültürümüze varmak suretiyle olup bitenlerin arka planındaki gelişmeleri kavrıyorsunuz.

Bu çalışma daha önsözünden itibaren bir derdinin olduğunu size net bir biçimde anlatabilmeyi başarabiliyor. Bu yüzden de kitabı okuduğunuzda neden bazı konuların kendi ülkemizde bir türlü kök salamadığını da daha iyi idrak etmeye başlıyorsunuz. Yaratılan o devasa kültürün perde arkasında bir geleneğin olduğu gerçeğini ve bu geleneğin oluşabilmesi için de adeta birer zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan düşünsel geçmişin nasıl kök saldığını öğreniyorsunuz. Söz konusu eser bize kültürün içinden geçmekte olduğumuz olağanüstü zamanlarda niçin daha fazla üzerinde durulması gereken bir kavram olduğunu anlatabilmek için hem genele dair bilgileri bizlere aktarıyor hem de ele aldığı kavramlar aracılığıyla bir anlamda batı ile doğu ve kendimize dair çıkarsamalar yapabilecek geniş bir spektrum içerisinde farklı isimleri ve kitapları önümüze çıkarıyor. İşin asıl güzel kısmı ise bu ikili harman öylesine müthiş bir denge içerisinde sunuluyor ki hem son derece akıcı bir dil ve üslup sizi karşılıyor hem de sosyal bilimler literatürüne aşina olmayan okuyucuların da rahatça anlayabileceği örnekler üzerinden ortaya nefis bir çalışma çıkıveriyor.

Kitabın bütün bölümlerini böylesi bir yazı içerisinde aktarabilmem, takdir edersiniz ki mümkün değil. Bunun için Rönesans, Reformasyon ve Kültür Savaşları başlıklı üç bölüm üzerinden bir anlatım yapmayı seçiyorum. Burada ele aldığım üç maddenin kişisel tercihim olduğunu ve kitabın bütününü okuduğunuzda çok daha farklı hissedeceğinizi daha en başından hatırlatmak isterim. Bu üç başlığı seçmem bir anlamda kitabın içerisindeki diğer maddelerle de yakından bağlantılı bir noktaya işaret edebilmemi mümkün kıldığından dolayıdır. Yazar kültürle başladığı ve medeniyet kavramı ile devam ettiği çalışmasının üçüncü maddesinde Rönesans kavramına yer veriyor. Bu yazı boyunca aktaracağım üç madde de aslında yazarın bir kültürel çalışmalar ansiklopedisi oluşturma doğrultusunda çıktığı yolculuğun önemli uğrak noktaları yer alıyor. Çünkü her üç madde de bir anlamda bugün atıf yaptığımız o büyük harfli kültürün oluşmasında esin kaynağı olan gelişmelerin ortaya çıkmasında ve kökleşmesinde önemli etkilerde bulunuyor.

Rönesans ve Reformasyon kavramlarını ilkokuldan itibaren öğrenmeye başlamamıza karşın söz konusu kavramların arka planındaki saiklerin neler olduğu konusunda her nedense yeterince bilgi sahibi olmadan okul aşamasını tamamlamamıza yol açan bir eğitim sistemimiz var. İşte bu noktada kitapta Rönesans kavramına ilişkin ilk olarak Kadim Yunan kavramı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. "Yeniden doğuş olarak öğrendiğimiz Rönesans'ta aslında gerçekte ne tür gelişmeler yaşandığını ise biraz daha sosyal bilim literatürüne aşinaysanız anlamaya başlıyorsunuz. Bir şeyin yeniden doğması için öncelikle geçmişte bir dönem var olması, sonra yok olması ya da unutulması, ardından tekrar güncelleşmesi gerekir. İşte tam bu anlamda Rönesans ile birlikte, yeniden doğan Kadim Yunan'dır. Antik'in karşılığı olarak kadim, eski değil! Bu kelime tercihimin basit sebebi şudur: Türkçede 'eski' kavramı kadimliği yeterince içermez. Eski, sadece eskidir. Kadim yani antik ise hem eski olan hem de şimdide değeri olandır"(s.45-46). Yazar kitap boyunca yaptığı ezber bozmalarda olduğu gibi burada da kadim kelimesi üzerinden eskinin kadimleşmesinin aslında modernliğin batıdaki temel koşullarından birisi olduğu vurgusu ile karşımıza çıkıveriyor.

Batı geleneğinin ilk büyük halkasını oluşturan yazarın ifadesiyle Kadim Yunan külliyatının Avrupa'nın kültür genetiğine Rönesans'a kadar nüfuz etmediği dikkat çekicidir. Kitabın içerisinde son derece ilgi çekici bir madde olarak yer alan Matbaa ve hemen ardından gelmekte olan kitap kısımları bu açıdan kültürün farklı bir şekilde dolaşıma sokulmasındaki önemini gözler önüne seriyor. Benzer süreci Reformasyon kısmında da bu kez kutsal kitap İncil'in Almancaya çevrilmesi ile yaşanan dönüşüm sürecinde de görüyoruz. Bu bölümde Rönesans'ın bir çeviri faaliyeti olduğunu ve asıl öncülerinin çevirmenler olduğunu da öğreniyoruz. Bu açıdan Platon'un Devlet isimli çalışmasının 1492 yılında Latinceye çevrilmesi ve matbaadan çıkması önemli bir noktadır. "Batının modernliğinin arkasında monoteizmi ile paganizmini barıştırabilme yeteneği yatar. Türkçede ise Rönesans hep bir dönem olarak algılanır. Bir başı ve elbette sonu olan bir çığır anlamında. Bu elbette yanlış değil ama eksiktir. Rönesans aynı zamanda Yunanlıların deyimiyle bir ethos, yani bir tutum, bir tavırdır. Geçmişle bir ilişki kurma biçimi, yani bir tarih felsefesidir. Rönesans bir ethos olarak asla bitebilecek bir şey değildir. Her dönemde, yeniden gündeme gelebilir. Yani Rönesans aslında ‘müzelik' bir şey değildir! Türkçede nedense Rönesans'ın bu tarafı hep ıskalanır. Rönesans Batı'nın ‘Batı' olabilme yolunda aldığı en önemli kararlardan birini teşkil eder. Yaklaşık bin yıllık bir aradan sonra pagan geçmişle yüzleşebilmesi, barışabilmesi anlamına gelir" (s.48).

Besim Dellaloğlu hocamız Rönesans üzerinden batının geçmişle olan bir araya gelmesinin altını çiziyor. Çünkü bu nokta kendisinin üzerinde bir hayli emek verdiği Ahmet Hamdi Tanpınar çalışmasında da sık sık karşımıza çıkıyor: Değişirken devam etmek, devam ederken değişmek. Yazar bu sözün Hegel'in Aufhebung kavramının en doğru çevirisi olabileceğini söz konusu o çalışmasında dile getirmiştir. "Rönesans tam da budur! Aufhebung'tur. Değişirken devam etmeyi, devam ederken değişmeyi becerebilmektir. Batının yaptığı ve Türkiye'nin yapamadığı budur. Batı hem değişiyor hem de devam edebiliyor. Türkiye ise ikisi arasında bir tercih yapmaya zorunlu hissediyor kendini. Bu nedenle de Türkiye ya değişebiliyor ya da devam edebiliyor, ama ikisini aynı anda yapamıyor. Tıpkı bisiklete binerken sakız çiğneyememek gibi! Devam etmek isteyenler muhafazakar, yerlici; değişmek isteyenlere Batıcı, Kemalist diyorlar. Aufhebung ise basitçe sentezin, tez ve anti-teze yaptığı şeydir. Yani Aufhebung'ta hem içerme hem de aşma vardır. Sentez, hem tezi ve anti-tezi gereksiz kılar, onları tarihin çöplüğüne gönderir hem de onların birçok özelliğini kendi içinde barındırarak devam ettirir. Birbiriyle çelişik gibi gözüken bu iki şeyi birlikte yapabilmektir Aufhebung! Yani bisiklete binerken sakız çiğneyebilmektir!" (s. 51-52).

Rönesans'ı farklı bir açıdan görmemize yol açan bu bakışa ilişkin görüşlerin hemen sonrasında söz konusu maddenin en sonunda bu kez Türkiye'deki farklı düşün geleneklerine ilişkin ifadeler de yer alıyor ki, burası da ilgi çekici. "Türkiye'de modernleşmeciler Rönesans'ı severler, İslamcılar ise pek iyi gözle bakmazlar. Her iki alternatif tutumun da sebebi aynıdır. Çünkü Rönesans demek Batı demektir. Oysa Rönesans Batı değildir. Batı'nın yaptığı şeylerden biridir. Rönesans'ı özellikle bir ethos olarak alırsak herkesin kullanımına açıktır. Rönesans İslamcıların kendi gelenekleriyle kurabilecekleri bir ilişkinin adı da olabilir. Rönesans'ın kaynağı bir diğeriyle aynı olmak zorunda değildir" (53-54).

Tıpkı Rönesans'ta olduğu gibi Reformasyon konusunda okullarda öğrettiklerimiz genel geçer noktaların ötesine geçemiyor. Luther aracılığıyla Katolik kilisesinin uygulamalarına karşı çıkıldığı ve Protestanlık adıyla yeni bir kilisenin kurulduğu anlatılmaktadır. Oysa "Reformasyon öncelikle Luther'in yaptığı iştir. Yani İncil'in Latinceden Almancaya çevrilmesidir. Basit gibi görünen bu çeviri faaliyeti, kutsal metinlere erişim imkanlarını radikal bir biçimde dönüştürmüştür. Reformasyon, Hıristiyan teolojisinin içinde bir Rönesans'tır. Orijinal metne dönüş! Luther'in yaptığı şey geçmişin reddi değildir. Protestanlık bir öze dönüş, kökene dönüş hareketidir. İlginç bir biçimde İncil'i kanonlaştıran Katolik gelenek değil Protestan gelenektir. Ama artık Luther ile kanonlaşan İncil, yeniden okunmuş, çevrilmiş ve yeniden yorumlanmış bir İncil'dir"(s.151).

Kitap içerisinde ele alınan maddelerden bir tanesinin başlığının Kanon olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca yine üzerinde durulan bir diğer önemli husus hem Rönesans'ın hem de Reform'un geçmişe ait metinlerle ilişki kurma anlamında benzeşiyor olmalarıdır. Yani her ikisi de geçmişe yönelik faaliyetler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Zaman içerisinde açılan mesafelerin kapatılmasına aracılık eden faaliyetler olarak görülebilirler. "Anlam ve değer yüklü bir geçmişten söz ediyoruz. Bugün ile geçmiş arasındaki anlam ve değerler açısından bir bağlantı, bir diyalogdan söz ediyoruz. Kendisinden bir şey alınmaya layık hiçbir şeyi taşımayan bir geçmiş bugüne çok uzak bir geçmiştir. Eğer geçmişten bugüne sofranda bir yemek, duvarında bir resim, kitabında bir cümle, zihninde bir anı yoksa, artık geçmiş gerçekten çok uzaktadır. Ama geçmişin bugün ile ilişkisi varsa ve bu irtibat ne kadar güçlüyse, geçmişin bugün üzerindeki izi, etkisi ne kadar belirgin ise o geçmiş şimdiye daha yakın bir geçmiştir. Ve buradan da geniş zaman ortaya çıkar. Geniş zaman, geçmiş zaman ile şimdiki zamanı bütünler. Daha çok geniş zamanda konuşan toplumların şimdisinde, geçmiş daha fazla içkindir. O toplumların tarih bilinci de daha güçlü ve derin olur. Daha çok şimdiki zamanda konuşan toplumların şimdisinde geçmişi daha az içkindir. O toplumların tarih bilinci daha yüzeysel olur" (s.151-152).

Aslında bu uzun alıntı bir taraftan geniş zamanda yaşayan toplumlarına tarih ile kurdukları bağın ne kadar güçlü olduğunu tarif ederken öte taraftan ne yazık ki kendi toplumumuzun bütün hamaset yüklü nitelemelere karşın geniş zamanda değil geçmiş zamanı özleyen bir şimdiki zamanda yaşamaya çalışması gibi bir durumu ortaya koyuyor. Bu yüzden de gelenek bu topraklarda bir türlü kök salamıyor, işte üniversitelerimizin hali ortada duruyor. Yerlere göklere sığdıramadığımız atalarımızın bıraktığı tarihi yapıların başlarına nelerin geldiğini hep birlikte görüyoruz. Her alanda yıkıp yenisini yapmayı maharet sanıyor ve yola böyle devam etmeyi başarı olarak nitelendiriyoruz.

Reformasyon süreci Kilisenin sadece kültürel iktidarını değil aynı zamanda siyasal anlamdaki iktidarının da sarsılıp tökezlemesine yol açmıştır. Kutsal metin üzerindeki otoriteyi sağlayan şey sadece belirli bir kesimin okumasına yol açan Latincenin varlığıdır. "Protestanlık, matbaa, hümanizm, Edebiyat Cumhuriyeti arasında tarihsel, toplumsal bir irtibat vardı sanki. Bir Hıristiyan müminin İncil'i anadilinde okuyabilmek için okuma yazma öğrenmesi, onun aynı zamanda farklı kitapları da okuyabilmesinin yolunu açıyordu"(s.152). Bu durum ise kilisenin siyasal erkinin de sarsılmasına neden olacaktı. Luther, bireylere bambaşka bir kilise öneriyordu.

İncil'in Almancaya çevrilmesi bütün alışkanlıkları alt üst edecekti. "Bir bakıma artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı! Protestan yorumun engizisyon ve endüljansa karşı kazanması aslında kadim ama aynı zamanda yeni olan bu metnin üretilmesiyle ilgiliydi. Bir şey hem eski hem de yeni ise kanonlaşmış demektir. Bir şey hem eski hem yeni ise o artık klasik olmuş demektir. Hem eski hem yeni olan şeylerin çok olduğu toplumlar geniş zamanda yaşarlar" (s.155). Luther'in açtığı yol sadece inancın özgürleşmesine yol açmakla kalmıyordu aynı zamanda metinde de nefis bir biçimde anlatılmakta olduğu gibi bireysel vicdanın da genişlemesine yol açıyordu. "Bireysel vicdan yerleştiği zaman artık Kiliseye de ruhban sınıfa da danışmaya pek gerek kalmıyordu. Aslında aynı akıl yürütmeyle modern hukuku da yorumlayabiliriz. Bir toplumda bireysel vicdan ne kadar gelişmişse yasalar o kadar az ayrıntılı olur. Çünkü bireysel vicdan içselleştirilmiş hukuktur. Ve aslında daha kaliteli bir hukuk da mevcut değildir"(s.157).

Üzerinde duracağımız üçüncü madde ise Kültür Savaşları başlığını taşıyor ki bu madde bir anlamda yukarıda tanıttığımız Rönesans ve Reformasyon süreci sonrasında ortaya çıkan gelişmelerle yakından bağlantı içermekte. "İlk bakışta modern zamanlarda iktidarlarını genişletmek isteyen Ulus-devlet(ler) ile geleneksel iktidarlarını yitirmek istemeyen Kilise(ler) arasında bir iktidar çatışması gibi gözüken Kültür Savaşları aslında toplumdaki farklı kesimlerin arasındaki bir mücadele olarak da tezahür etti. Bunu dindarlar ve sekülerler, Katolikler ve liberaller, sağcılar ile solcular arasındaki bir mücadele olarak adlandırabiliriz… On dokuzuncu yüzyılda devralınan sadece ‘sınıfsal' bir çatışma ekseni değildi. Çatışmanın bir de ‘kültürel' ve ‘teolojik' ekseni vardı. Bu noktada kitabın başlığına tekrar bir gönderme yapmak anlamlı olabilir. Bunu söylemek ‘sınıfsal' olanı, yani politik ekseni küçümsemek anlamına gelmez ama işin bir de ‘poetik' yani kültürel boyutu olduğu aşikardır…Politik olanın içinde ekonomik olan kadar kültürel olan da yer kaplar. Yani ‘ekonomi-politik' kadar ‘kültür-politik' de geçerlidir. Hatta buna ‘teoloji-politik' de eklenebilir"(s. 301-302).

Yazar bu kavramın nasıl bir tarihsel süreç içerisinde gelişim gösterdiğini ayrıntılarıyla aktardıktan sonra İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu savaşların niçin bittiğine vurguda bulunuyor. Tüm dünyayı sarsan 68 olayları ve arkasındaki saikleri de yine burada bulabilirsiniz. "Kültür Savaşları farklı toplumsal kesimlerin kamusal alanda görünür olmaya başladığı noktalarda daha yoğun bir biçimde yaşanmıştır. Bu anlamda farklılıkların bir aradalığının işareti olarak da okunabilir. Herkesin kendi cemaatinde yaşadığı bir toplumda Kültür Savaşları olmaz. Bu işin daha olumlu tarafıdır. Kültür Savaşlarının diğer yönü ise neredeyse kaçınılmaz olarak otoriterlik üretme potansiyelidir Yani Kültür Savaşlarından otoriterlik doğar. Hangi taraf kazanırsa kazanın!" (s. 308). Bu önemli ifadelerden hemen sonra ise yazarın, bir modernleşme ülkesi olarak Türkiye'de olup bitenlere dair düşüncelerini sıraladığını görüyoruz. "Avrupa'da toplumlar Kültür Savaşlarıyla birlikte kamusallaştılar ve demokratikleştiler. Türkiye gibi modernleşme toplumlarında ise hukuki cumhuriyetin sivil alt yapısı güçlü olamadığı için geniş ve katılımcı bir kamusal alan ve ona uygun yurttaş üretimi maalesef yetersiz oldu. Cumhuriyet Türkiye'si geniş bir kamusal alan ve yurttaş yerine alternatif cemaatler üretti. Bu anlamda Türkiye'de kamusal alan olarak bilinen uzun dönem aslında bir tür resmi alandı. Ve cemaatler uzun yıllar birbirinden görece bağımsız bir biçimde kendi hallerinde yaşadılar. Ancak 1980'lerden sonra kamusal alan genişlediği için toplumsal ilişki tecrübesi yetersiz cemaatler kamusal alanda birbirleriyle karşı karşıya kaldılar. Türkiye'de yaşanan Kültür Savaşlarının arka planı aslında budur. Avrupa'da görece daha kurucu, yapıcı bir rol oynayan Kültür Savaşları Türkiye'de daha çok otoriterleşmeye zemin hazırlamaktadır. Ancak uzun vadede bu Kültür Savaşlarının inşa edici yönlerinin de ortaya çıkabileceğini öngörmek gerekiyor"(s.308).

Aslında bu satırlar son iki yüz yıldır yaşamakta olduğumuz gerilimin ve son yıllarda giderek daha fazla kendisini hissettiren tartışmaların bir anlamda okunmasına da yol gösteriyor. Yazar bu maddenin sonunda Kültürel Çalışmalar geleneğinin kurucularından olan Raymond Williams'tan yola çıkarak kültürü üç farklı çerçevede ele alabileceğimizi belirtiyor. "Bunlardan birincisi ‘Antropolojik Kültür'dür. Yani içine doğduğumuz, seçmediğimiz, aileden, çevreden genetik olarak alınan kültürdür. Bunun kaynakları arasında din, mezhep, gelenek, aile kolaylıkla sayılabilir. Kültüre ikinci bir bakış, onu kültürel kamusal alanda yer alan bütün kültür, sanat, edebiyat ve fikir ürünlerinin toplamı olarak ele almaktır. Okunan kitaplar, seyredilen filmler, dinlenen müzik vb. Bu kitapta özellikle Klasik, Kanon, Edebiyat Cumhuriyeti, Roman gibi bölümlerde tartıştığım bütün konular bu kapsamda ele alınabilir. Ben buna ‘Müfredat' diyorum. Bu anlamda Müfredat, sadece okuldaki derslere ait olan değil, bütün toplum için geçerli olan bir ‘Müfredat' olarak görülebilir. Kültürün üçüncü boyutu ise özellikle ulus-devletlerin güçlenmesiyle modern zamanlarda yaygınlaşan zorunlu eğitim, yani okul, mekteptir. Bütün yurttaşların aynı okullarda, aynı eğitim programlarına tabi kılınması. Ben buna Almanca Bildung kavramının Türkçedeki olası bir karşılığı olarak ‘Maarif' diyorum. Maarif tıpkı Bildung gibi hem eğitim hem de kültür anlamlarını içerir şekilde anlaşılabilir" (s. 311).

Bu uzun alıntıyı anlamlı kılan açıklamaların yanı sıra bu nitelemelerin ülkemizdeki karşılığını da Besim hocamız şu şekilde dile getirmektedir: "Avrupa tecrübesinde Müfredat, Maarif'ten önce oluşmuştur. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Batı'da Müfredat, ulus-devletten öncedir. Kitabın başından itibaren ele aldığım, Rönesans'tan beri gelişen kültürel kamusal alan Müfredat'ın oluştuğu yerdir. Dolayısıyla Avrupa ulus-devletleri yurttaş prototiplerini işte bu kamusal alandan devşirmiş ve zorunlu eğitimle toplumsallaştırmıştır. Ancak örneğin Türkiye gibi modernleşme toplumlarında ise Maarif gündeme geldiğinde kamusallaşmış bir Müfredat halihazırda mevcut değildir. Kamusallaşmış bir Müfredat'ın eksikliği ise Maarif ile Antropolojik Kültür arasındaki sürekliliğin yeterince sağlanamamasına neden olmuştur. Evet, Türkiye'de Maarif ile Antropolojik Kültür arasındaki mesafe çok fazladır. Hatta o kadar fazladır ki bugün Türkiye'de yaşanan Kültür Savaşlarının gerilim ekseni tam da buraya konumlanmaktadır. Yani Türkiye'deki Kültür Savaşlarının önemli bir boyutu Antropolojik Kültür ile Maarif arasındadır. İslamcılar, yerliciler, muhafazakarlar ısrarla Antropolojik Kültür'ü savunurken, laikler, sekülerler, solcular Maarif'i savunmaktadırlar" (s. 311-312).

Kitabı elinize aldığınız andan itibaren okumaya doyamayacağınızı ve Besim Dellaloğlu'nun diğer çalışmalarına da mutlak surette dikkat kesileceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim. Önünüzde gerçekten bir derdi olan ve bu derdini çok ama çok iyi anlatmayı becerebilen bir kitap bulunuyor. Sadece sosyal bilim alanındakilerin değil söz konusu bütün bu tartışmaları merak eden bütün okuyucuları cezbedecek derinlikte bir çalışmadan söz ettiğimi bilmenizi isterim. Özellikle de sosyoloji öğrencileri ile kültürel çalışma geleneğine ilgi duyanların daha fazla dikkat etmeleri icap eden bir çalışma var karşılarında. Çünkü bu çalışma bir taraftan Kültürün içinden geçmekte olduğumuz dönemdeki önemine ve diğer bütün kavramlarla olan bağlantısına yönelik yeni bir pencere açıyor öte taraftan sosyolojinin izini başka bir alanda sürmemiz gerektiğine vurguda bulunuyor. Bu ve benzer meseleleri kendilerine dert edenler için çok iyi bir başlangıç noktası.



-Besim Dellaloğlu, Poetik ve Politik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2020