Üzerinden tam on sekiz koca yıl geçti ve bizler bir kez daha deprem denilen korkunç gerçeğin, aslında ne kadar çok yakınımızda olduğu haberlerini izlemekle yetindik! Ekranlara çıkartılan bütün uzmanlar, ağız birliği etmişçesine aynı cümleleri kurdular ve yaklaşan depremin, çok daha yıkıcı sonuçları olacağı gerçeğini seksen milyona aktarıyorlar. Peki bunun karşısında ne yapıyoruz sorusunun yanıtı ise maalesef sadece zevahiri kurtaracak açıklamalar. Aslında son dönemde yaşadığımız sel felaketleri ile birlikte bir kez daha düşünmemiz gereken büyük bir sorun olan, tüm ülkeyi tek bir kente taşımakla ne gibi riskleri aldığımız meselesini, yol yakınken tartışmak durumundayız. Çünkü hazırlanan raporların ortaya koyduğu can ve mal kayıpları ile ilgili tahminler çok korkunç.
625 bin kişinin ölebileceği ihtimali üzerinde duruluyor. Binlerce hasarlı bina ve yıllar içerisinde ekonominin bütün ana damarlarını toplayan kentin kullanılamaz hale dönüşmesi sonrasında yaşanabilecek olan büyük bir kaos. Sanayi, ticaret, medya sadece birkaç ana başlığı oluşturuyor tabii bir de yirmi milyonluk bir kitle söz konusu. Bu kadar büyük bir nüfusun uğrayacağı tahribatın yaratacağı etkilerin tüm ülke açısından çok büyük sonuçları olacaktır.
Şimdilerde dillendirilen dikey değil yatay yerleşme planlarının acilen devreye sokulması gerekiyor. Tabii bu işlemler yapılırken olası bir deprem anında İstanbul kentinde yaşayan yurttaşlarımızın toplanabileceği alanların 470’den sadece 77’ye düşmüş olması gerçeğini de göz önünde bulundurmak durumundayız. Göz alabildiğine inşaat furyası içerisinde sürdürülen ağır beton hamlelerinin sonuçları, hepimiz açısından çok yıkıcı olabilir. Bu yüzden de elde kalan tüm yeşil alanları bırakın kaybetmeyi tam tersine arttırabilmenin yollarını aramalıyız.
Tarihin en ihtişamlı kentlerinden bir tanesi olan İstanbul’u, son altmış yıl içerisinde hızla betonlaştırmayı başardık. Kentin dokusunu göz önünde bulundurmadan yoğun bir göç ve yapılaşma faaliyeti ile istiap haddini fazlasıyla aştık! Şimdi çok yakınımızda beliren bir tehlike olan deprem gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Bundan tam on sekiz yıl önce kırk beş saniye içerisinde tüm ülkeyi kahreden sonuçları olan büyük bir felaket yaşamıştık. O günden bugüne kadar ülke içerisinde yaşadığımız bütün depremler sonrasında, bilim insanlarımız depremin değil ihmalin can aldığı gerçeğini defalarca tekrarladılar. Ayrıca neler yapmamız gerektiği hususunda da ayrıntılı şekilde bilgilendirmelerde bulundular. Tüm yaşadığımız olumsuzlukları kısa sürede unutma alışkanlığımızı, deprem gerçeği ile olan münasebetimizde de görüyoruz.
17 Ağustos gibi özel bir tarih içerisinde yapılan yayınlar, hazırlanan dosyalar sonrası hepimizde ‘Marmara’da beklenen büyük deprem her an olabilir’ düşüncesi daha bir etkili oluyor. Ancak üzerinden kısa bir süre geçtikten ve gündelik rutinlerimize gömülmeye başladığımızdan sonra ise her şey yine o bildik sıradanlığı içerisine hapsolmaya başlıyor. Ne depremi, ne de hayatımıza etkide bulunabilecek olan bir başka sorunu düşünemiyoruz! Böyle davranmayı sürdürdüğümüz içinse her defasında aynı olayları benzer şekillerde yaşamak zorunda kalıyor ve tüm bu yaşadıklarımızı da tek bir kelime olan ‘kader’ ile eşleştirmeyi çıkar yol sayıyoruz.
Halbuki ‘kundak ile kefen arasında ömür dediğimiz’ çizginin oluşmasında ve sürdürülmesinde kendi payımıza düşeni yerine getirmediğimiz sürece yaşadığımız kederlerimiz değişmez kaderimiz oluveriyor. Sonucunu önceden kestirebileceğimiz olaylar kader değildir tam tersine kader görünümü ile kendimizi kandırdığımızı sandığımız fasılalardır. Hayatı anlamlı kılan, kişilerin hem kendileri hem de içerisinde yaşadıkları toplumların geleceğine dönük iz bırakabilme potansiyellerdir.
Maalesef biz her seferinde su üzerine yazı yazmayı ve heba edilen hayatlar yaşamayı tercih ediyoruz. Bu uğurda kaybettiğimiz binlerce insanımız, zamanımız, malımız, mülkümüz ise cabası olarak yaşam hanemize eksi puan olarak işlenmeye devam ediyor.
Godot’yu değil gelmesi an meselesi olan depremi, gözlerimiz kapalı bir şekilde bekliyoruz! Bekledikçe ise beklemekten sıkılıp yine kendi bitip tükenmek bilmeyen hırslarımızın pençesinde kıvranmaya ve tükenmeye, tükenirken etrafımızdakileri de tüketmeye devam ediyoruz.