Ülkedeki herkesin ucundan kıyısından kendi bakış açısı üzerinden gördüğü bir kişiden söz etmek hem çok zordur hem de çok kolay. Çok kolaydır çünkü tüm ülkenin toplumsal tarihi içerisinde yer almış olan bir kişilik vardır karşınızda ve onun adını andığınız anda ortak bir zemin üzerinde bir araya gelebilme olanağına sahip olursunuz. Buna karşın çok zordur çünkü söz konusu olan kişi, ülkenin gidişatını bambaşka bir boyuta taşıyabilme başarısını göstermiş ve yönetsel sistemi değiştirmiştir.
Gazi, Mustafa Kemal, Atatürk, Ulu Önder, Atamız vb. gibi pek çok şekilde hitap edilen bir lider ve ona yönelik yaklaşımlar söz konusu. Sadece soyadı üzerinden giderek onu anlatan ve onun yaptıklarına hayranlık besleyen bir kitle var. Buna karşın soyadını anmamak adına sıkça İslam’ın Gaza ideolojisi üzerinden giderek Gaziliğe vurgu yapanlar da bulunuyor ve onların her seferinde Gazi Mustafa Kemal vurgusu yaptıklarına tanıklık ediyoruz. Nasıl dillendirirseniz dillendirin ya da nereye yerleştirmeyi denerseniz deneyin ortada çok somut bir gerçek var: Kurucu lider.
Kurtuluş savaşı yıllarında birlikte planlar yaptıkları silah arkadaşlarının da ötesinde bir ufka, vizyona ve anlayışa sahip olan karizmatik bir liderden söz ettiğimiz gerçeğini hiçbir zaman aklımızdan çıkartmamak durumundayız. Bu öylesine önemli bir stratejik deha ki, biz ister takdir edelim ister etmeyelim yaşadığı dönemde dünya çapında farkına varılmış ve ‘kahramanlar yüz yılda bir dünyaya gelir, bizim şanssızlığımız bu seferkinin Türklere denk gelmiş olması’ cümlesini kurdurmuştur. Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçiş süreci içerisinde yaşanan dönüşümün ne kadar büyük ve ne kadar önemli olduğu üzerinde bilimsel, tarihsel, sosyolojik açılardan tartışabilirsiniz. Bu süreci yöneten kadronun kendi içerisinde yaşadığı iç hesaplaşmaları ve farklı görüşleri ön plana çıkartabilirsiniz.
Keşke şöyle olabilseydi cümleleri kurarak yazılar yazabilir ve yorumlarda bulunabilirsiniz. Ama bütün bunlar yaşadıklarımızı ne küçültmeye ne de bütün bu olup bitenlerin arkasındaki insanlara hakaret etmeye gidebilecek bir anlayışı mazur görmeyi getiremez! Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü öncesinde başlayan ve ardından Ebedi Şeflik sürecinin yaygınlaştırılması döneminde sürdürülen bütün uygulamalar zaman içerisinde bir insandan çok daha farklı bir kişi gibi gösterilme durumuna yol açmıştır.
1950’li yıllarda Demokrat parti iktidarının Cumhuriyet halk partisinin elinden Atatürk kozunu alabilmek amacıyla çıkarttığı yasa ile Atatürk bir tabu haline dönüştürülmüştür. Her on yılda bir yaşadığımız bütün askeri darbelerin ardından yapılan açıklamalarda Atatürk ilke ve inkılaplarına yönelik vurgu ön plandadır. Ama bu konuda hiçbir darbe 12 Eylülü yapanların eline su dökemez. 12 Eylül rejimi 1980’li yıllarda toplumun üzerine 1930’ların korporatist gömleğini giydirmeyi denemiş ve tüm ülkenin ayarlarını alt üst etmiştir. Atatürkçülük adı altında Atatürk’e ve onun ideallerine verdiği tahribat çok yıkıcı olmuştur. Bugün halen sıkıntılarını çektiğimiz pek çok sorunun kökeninde o dönemin yaptığı tahribatların büyük katkısı bulunmaktadır.
10 Kasım 1938 sonrasındaki bütün siyasal iktidarların Mustafa Kemal Atatürk’ün tabulaştırılmasında ve ideolojik bir hale dönüştürülmesinde doğrudan katkıları bulunmaktadır. Pragmatist yönetim biçimimiz ve insan profilimiz sayesinde Atatürk adı her daim bir anahtar kavram haline dönüştürülmüştür. Böyle olduğu için de zamanla insani yönlerinin dışında adeta bambaşka bir kült haline dönüştürülmüş olan ve bazen de tabulaştırılan bir konumla karşı karşıya bırakıldık.
Oysa bütün konuşmalarında sürekli olarak bambaşka vurguları olan bir kişi ve onun bakış açıları bulunmasına karşın biz her defasında Atatürk’e karşın Atatürk’e rağmen uygulamaları hayata geçirmekten çekinmedik. Ve tüm yaptıklarımızın kılıfında da yine Atatürk adı yer aldı. Yaşasaydı en büyük…Atatürk olurdu diyenleri de, onun söylediklerini içinde yaşadığımız dönemde olup bitenlere uyarlamak yerine sadece söyledikleriyle kalanları gördük.
Hatta onun adına yapılan filmlerin tarihsel boyutlarda tartışılmasından ziyade insani yönleri ile ilgili getirdiklerine yönelik kabul edilemezliklere de şahit olduk. Öğretmenlerin bir kısmı öğrencilerine bu filmlere gitmeyin talimatları verdiler. Işık açık uyuma konusundan, içki-sigara tüketimine kadar pek çok mesele tartışma konusu haline dönüştürüldü.
Öte yandan her dönem yaşadıkları üzerinden ona ve yaptıklarına diş bileyen bir kesim de içten içe örgütlenmeyi sürdürdüler. Fırsat buldukça heykellerini parçaladılar, ellerine imkan geçtiğinde eserlerini yıkmaya gayret gösterdiler. Cumhuriyet Türkiye’si Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği muassır medeniyetler seviyesine ulaşamadı belki ancak bu doğrultuda epey bir mesafe de kat etti. Bugün kendisini eleştiren kitlenin bile onun açtığı modern eğitim kulvarından dünyadaki gelişmeleri takip ettiği gerçeğini görmezden gelmemeliyiz. Laiklik ve Atatürk vurgusunu bir tabu haline dönüştüren başta Cumhuriyet Halk Partisi ve Türk Ordusu sayesinde hem laikliğin toplumsal hayat içerisindeki önemi bir türlü anlaşılamadı hem de Atatürk’ün insani yanı göz ardı bıraktırıldı.
Anıtkabir’in resmi günlerde sahne olduğu törenler üzerinden adeta bir resmi Atatürkçülük zırhı tüm cumhuriyete ve onun tüm bireylerine giydirilmeye çalışıldı. Tabii bu ve buna benzer pek çok uygulamanın beraberinde tepkiselliği getirdiğini de gördük. Dikkatli bir gözle bakıldığında son on yıl içerisinde halkımızın özellikle 10 Kasım törenlerindeki akın akın Anıtkabir’e yönelik ilgisi, kurucusu ile halkın aslında gerçekten daha yeni yeni bir araya geldiğini göstermektedir. Haluk Levent’in referandum öncesinde yaptığı İzmir Marşı klibi bu kadar çok ilgi çekiyorsa ve insanlar kendi kimliklerini tanımlamak için laikliğe ve Cumhuriyete bakmayı daha fazla seçiyorlarsa, Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının yaptıkları nedeniyledir.
Peki tüm bu olanlara karşın bir de ısrarla ve hayasızca Mustafa Kemal’e küfredenlere ne demeliyiz? Onları yobazlıkla suçlamak, ya da söyledikleri nedeniyle kendi ailelerine dönük ithamlarda bulunmak çıkar yol değildir. Normalde sürekli olarak ahlak, namus açıklamalarda bulunanların her ne hikmetse yaptıkları açıklamalarının alt metinlerinde hep buraların olması düşündürücüdür.
Hiçbirimiz bir diğerimizi sevmek, katlanmak velhasıl iyi geçinmek durumunda değiliz. Ancak aynı ülkede yaşamaya devam edeceksek her defasında söylendiği gibi birbirimizin değerlerini incitecek açıklamalardan da kaçınmak durumundayız. Özellikle bir kurucu lidere yönelik söz söylerken hayatta olmayan insanları itham etmek, onları etiketlemek ne insanlığa ne de dindarlığa sığar. Bu ve buna benzer ithamları yapanların ne çapları ne de söyledikleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adına ve yaptıklarına leke sürebilir. Tam tersine bu ve benzer söylemlerin artması, ülkedeki kendi kimliğini laik, demokratik ve Atatürkçü değerlerle bulduğunu düşünenlerin bir araya gelmesini hızlandırır. Kurucu kadroları ile kavgaya tutuşan ülkelerde huzursuzluklar hiç eksik olmaz. Bu yüzden elimizdeki en önemli ismin etrafında yaratılan şuursuz hamleleri boşa çıkartmak ve onun açtığı yolda, hedeflerini gözeterek ilerlemek durumundayız.
Burada hepimize düşen ödev hiç kuşkusuz bugüne kadar ders kitaplarından başlayarak bütün uygulamalarda insani boyutunun dışında gösterilen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün insani yönlerini öne çıkartmak olmalıdır. Kadını ve erkeği ile bu ülkenin insanlarının birbirleri ile olan münasebetlerinde bir çığır açan Cumhuriyet rejiminin yaratımlarının gerçek anlamını ortaya koyabildiğimiz ölçüde, söz konusu olan kişilerin sesleri daha da kısılacak, duyulmayacaktır. Onlar istedikleri kadar söylesinler, iddia etsinler her söyledikleri ile birlikte biraz daha fazla Atatürk sevgisi artacaktır. Kem söz sahibine aittir ve küçültücü ithamlar ancak hayatlarını bununla geçirecek kadar küçük düşünenlerin işidir.