Hayatın her alanını skorlar üzerinden değerlendirme hastalığımız hepimizi esir aldığı için yaşadıklarımızı farklı gözlerle görebilme konusunda çoğu kez sıkıntı yaşıyoruz. Ya hiç görmezden gelmeyi tercih ediyor veyahut görmek istediğimiz kadar görmeyi seçiyoruz. Bütünü görmenin ucunun dokunabileceği hissinin farkındayız ama bunun karşısında sanki hiç yaşanmamış gibi davranmak suretiyle kuyruğu hep dik tutmayı yeğliyoruz. Bu durum toplumsal hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor ve çok azımız ‘ideal’ olanı yapmaya odaklanırken geri kalan kısmımız ‘halletme’ yoluna gidiyor. Bütün bunlar sonucunda ise karşımıza standart olan konusunda bir hayli problemli olan bir kitle çıkıyor. Yapmak istediğimiz halde yapamadıklarımız kadar yapmamak için elimizden geleni ardına koymadıklarımızdan belirleyici oluyor. Ve her defasında Amerika’nın yeniden keşfi gibi bir durumla baş başa kalmak suretiyle, yaşadıklarımızı tuhaf bir hale dönüştürüyoruz.
Nicelik ve büyüklük takıntımız yaptıklarımız kadar yapacaklarımızı da belirlediği için hem geçmişimizi hem de geleceğimize yön veriyor. Sayıların fazlalığı ile azametli/heybetli binalara duyduğumuz müthiş ilgi sonrasında zaten gerisi de adeta kendiliğinden geliveriyor. En büyük anıtı ben dikmeliyim diyen belediye başkanlarının yarıştığı bir ülke var karşımızda. Hiç kimse yahu bu kadar büyük olmasının ne anlamı var? Elinizde var olan ve sizin sembolünüz olan bir anıtı yıkıp yerine daha yükseğini dikmenin kime ne faydası olacak? gibi soruları sormadığı için bütün yapılanlar milli iradeye dayanarak yapılıyor ancak kimse milli iradeye fikrini de sormuyor. En büyük bayrağı dikmek, en büyük binaları yükseltmek, en büyük havalimanlarını yapmak bu listeyi istediğiniz kadar uzatın niceliğin ağırlığı altında adeta ezilen bir anlayışla karşı karşıya kaldığınızı göreceksiniz.
Buna karşın nitelikli işler yapma kısmı üzerinde hiç ama hiç durmadığımız hatta neredeyse görmek bile istemediğimiz bir noktayı oluşturuyor. Oysa ki hayatı anlamlı kılan unsurlar niceliksel açıdan değil niteliksel açıdan yarattıkları ile değerlidirler. Nitelik olmadan nicelik içerisinde kaybolmak hatta kaybolduğunun bile farkına varamamak mümkündür. Niteliğin beraberinde ölçüyü getirdiğini ve böylece salt sayıların yarattığı illüzyonun ötesinde kalıcı değerlerin yaratımına katkıda bulunduğunu görebilirsiniz. Nitelik peşinde koşma aynı zamanda hayatın sıkıcılığı veyahut tekdüzeliği içerisinde karşılaşabileceğiniz olumsuzluklar karşısında da size tutunabilecek olanaklar sağlayacaktır. Her şeyin ötesinde niteliğin beraberinde klişelerin ötesine geçebilen bir hayatın kapılarını açabildiğini de öğrenebilirsiniz. Farkı yaratan büyüklük veya daha çok sayıda olmak durumu değildir. Bunu yarattığı kadar devamını da getiren duygu durumunun adıdır nitelik ve bu yaklaşıma sahip olmadığınız anda standart bir hayatın içinde durumu kurtarmanın ötesine geçemezsiniz. Sürekli şikayet eder buna karşın çözümün bir parçası olabilecek adımları atmama konusunda ayak diretirsiniz.
Gündelik olanın yakıcılığını bazen en çok bu hususta hissediyor ve kendi kendimize hayıflanıyoruz. Bizde neden böyle oluyor/ ya da biz neden böyleyiz? Durumu daha iyi kavrayabileceğimiz birkaç örnek üzerinde durmak istiyorum. İlki 19 yaş altı final karşılaşmasını takip eden seyirci sayısının Türkiye ve Almanya’daki finallerdeki farklılığı üzerine. Aslında sadece haberi okuduğunuz anda bile beraberinde futbol denilen dünyanın en küresel etkinliklerinden bir tanesindeki başarıların neden tesadüf olmadığını da anlıyorsunuz. Ünlü İngiliz golcü Gary Lineker ‘Futbol İngilizlerin bulduğu ama her defasında Almanların galip geldiği bir oyundur’ demişti. Bayern Münich ile Borussia Dortmund takımlarının 19 yaş altı final karşılaşmasını 33450 biletli izleyici izliyor. Bayern Münich 71 bin, Borussia Dortmund ise 80 bin 500 seyirci ortalaması ile maçlarını oynuyor. Buna karşın 19 yaş altı final karşılaşmasını izleyen seyirci sayısı bile Türkiye Süper Ligi olarak yere göğe sığdıramadığımız ligimizden 4 kat daha yüksek(ortalamamız 8 bin seyirci). O halde marka değeri lafını ağızlarından eksik etmeyenlerin ya da yeni stadyumlarımızdan korktukları için 2024 finallerine insan hakları ihlallerine de bakılacak maddesini koydular diyenlerin, bu seyirci sorunsalına da yanıt vermeleri gerekiyor. Bol keseden atarak sorunlar çözülmüyor, son yıllarda tesisleşme konusunda çok önemli adımlar atılıyor buna karşın seyirci sayısı artmıyor. 19 yaş altı finallerinde Altınordu ile Bursaspor takımları karşılaştılar ve karşılaşmayı izleyen seyirci sayısı 75 evet sadece yetmiş beş kişiydi. Aradaki fark sadece rakamlardan ibaret değildir aynı zamanda ilerleyen aşamalarda niteliksel açıdan da oluşacak olan farklılığın göstergesidir. Bir tarafta otuz bin kişiden fazla seyirci öte yanda ise sadece yetmiş beş kişi. Bu tablo aynı zamanda bizim futbolu ne kadar sevdiğimiz ve futbol üzerinde ne kadar kafa yorduğumuzu da net bir biçimde ortaya koymaktadır.
İkinci örnek, 750 yıllık Sivas Gökmedrese’nin çinilerinin asitle kazınıp maviye boyanmasıdır. Evliya Çelebi’nin ‘benzeri bir daha asla yapılamaz!’ dediği Gökmedrese çinileri restorasyon kurbanı olan son tarihi mirasımızdır. İhale usulünün getirdiği dezavantajların en fazla hissedildiği alanlardan bir tanesi hiç kuşkusuz tarihi yapılardır. Çünkü burada oluşan tahribatın yaratacağı etkiyi ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Bu yüzden de dünyanın her yerinde bu tip işler nitelik sahipliği üzerinden ilerler. Biz de ise durum pek böyle yürümez ve yürümediği için de ata mirasımız olan yapıların gelecek kuşaklara aktarımında büyük bir sıkıntı içinde yaşamayı sürdürürüz. Farkı yaratanın zihniyet olduğunu ve niceliğin nitelik olmadan herhangi bir işlevinin bulunmadığı gerçeğini ne görmek ne de idrak etmek istiyoruz.
Bunun yerine kısa vadeli çözümler üzerinden hayatı sürdürmeyi ve işlerimizi halletmeyi tercih ediyoruz. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatı olarak sadece bugünümüze değil yarınlarımıza da bir daha kazınamayacak damgalar vurması için büyük çabalar sarf ediyoruz. Hayatı bu kadar çok sayılara ve büyüklüğe hapsettikçe asıl yaşanması gereken güzellikleri ertelemeyi ve hayatı daraltmayı seçiyoruz.
Böyle olduğu için ise hiç birimiz bir sonraki kuşağa kendi gördüklerimizi aktarabilecek kültürel mirası koruyamıyor ve yeniden inşaat üzerinden büyüklüğümüzle övünme yoluna gidiyoruz. Dünyanın en eski uygarlıklarının yaşadığı bir coğrafyada olduğumuzun hala farkında değiliz ve bu zenginliği turistik yatırıma dönüştürmek yerine yok etmeyi veyahut yerlerine büyük rezidanslar dikmenin turistlerin ilgisini çekebileceğini zannediyoruz. Bunlardan çok daha yükseklerinin olduğu ülkelerdeki insanlara kendi hayat tarzlarını göstermeyi matah bir durum olarak büyütüyoruz. Nitelikli insan yetiştiremediğiniz ve hayatı topyekun nitelikli bir hale dönüştüremediğiniz sürece istediğiniz kadar büyüklük peşinde koşun, yeriniz değişmeyecektir. Aradaki fark sadece rakamlardan ibaret değildir ve her geçen yıl bu fark biraz daha fazla açılmaya devam edecektir.
Futbolun ülkemizdeki kurumsal yönetimi ve yeniden yapılandırılması konusunda yazdıklarıyla çığır açan Kutlu Merih hocamıza Allah'tan rahmet, yakınlarına ve sevdiklerine başsağlığı diliyorum. Nurlar içinde yatsın.