Akademiye ilişkin duyduklarımız karşısında vermiş olduğumuz tepkilerin her geçen gün biraz daha sıradanlaşmasından tutun da akademik anlayışa yön vermesi gereken zihniyetin yaklaşımlarına kadar her şeyin elimizden kayıp gittiği bir süreci yaşıyoruz. Bu tablonun içerisinde hiç kuşkusuz tam da içinde bulunduğumuz döneme özgü olan insan tipinin tıpkı gündelik hayat içerisinde fazlasıyla karşımıza çıkmış olduğu gibi üniversitelerde de boy vermesinin büyük bir etkisi var. Bölüm başkanlarından, ana bilim dalı başkanlıklarına oradan müdürlüklere ve dekanlıklara kadar uzanan askeri hiyerarşik yapılanmayı adeta bir görev gibi kabul eden kitleler yer alıyor. Onların en üstünde ise son dönemin moda ifadesiyle artık seçimle gelmedikleri için hiçbir hesap vermek durumunda olmadıklarını beyan eden rektörler bulunuyor.
Silsileyi devam ettirdiğimiz takdirde ise karşımıza tüm bu yapılanmayı yürütmekle görevli olan kurum çıkıyor. 12 Eylül darbesinin ürünü olan ve ardından gelen bütün iktidar adaylarının önce eleştirdikleri sonra ise sarıp sarmaladıkları Yüksek Öğretim Kurulu. Adeta zamana karşı direnen ve zamanla birlikte bambaşka bir pozisyona geçebilmeyi başarabilen bir yapılanma var karşımızda. Buna karşın siyasetle kurduğu ilişki hiç ama hiç azalmadı hatta tam tersine daha da çoğaldı. Hal böyle olunca ise son birkaç haftadır yaşadığımız üniversitelerin bölünmesi tartışmalarından Fransız Dili ve Edebiyatı bölümlerine öğrenci alınmayacağı tartışmalarına kadar her şeyin odağında yer almayı sürdürdü.
Akademi üzerinde konuşurken geleneğin, teamüllerin ve uzun yılların getirmiş olduğu birikimden de haberdar olmanız gerekir. Eğitim, ideoloji ile iç içe olan buna karşın ideolojilerin ötesinde bir anlam ve öneme sahip bulunan bir alandır. Bu noktada siyasal iktidarların yaşadığı sorunlar karşısında adımlar atılması gereken alan ise hiç değildir. Fransa’da 300 kişinin imzaladığı bir metnin ardından ülkemizdeki öğrenci alınmayan Fransız Dili ve Edebiyatı bölümlerini kapatmak sadece ama sadece ülkemize zarar verir. Acaba bu kararları alanlar benzer bir hareket Amerika’da veya Almanya’da gerçekleştiği takdirde yine aynı şekilde bölümleri kapatacaklar mıdır? Veyahut buna uygun argümanlar üretmeye devam edebilecekler midir?
Üniversite sayısını sürekli olarak arttıran buna karşın kalite hususunda ise her geçen yıl biraz daha fazla geriye giden bir durum karşısında olmak gerçekten acı verici. Çünkü her şeyden önce aşağıdan gelen öğrenci kitlesi ile ilgili müthiş bir sıkıntı bulunuyor. Bu konuda yıllar içerisinde büyük yatırımlar yapılmasına karşın başta sınavlar olmak üzere müfredat tartışmaları ve genel anlamda eğitime dönük uygulamalarımızda büyük bir problem yaşıyoruz. Her milli eğitim bakanının devrim adı altında ortaya koydukları sınav düzenlemelerine karşın bir türlü evrimimizi tamamlayabilmiş değiliz.
Evrensel değerler ile yereli bütünleştirmesi ve buradan ilerlemesi gereken üniversitelerimizi yıllardan beri aynı tartışmaların içerisinde heba etmeyi sürdürüyoruz. Başta insan kaynağımız olmak üzere, özgür düşünme ve tartışma meselesini bir türlü çözemiyoruz. Konuşanların, üretenlerin değil tam tersine konuşmayanların ve çoğu kez hiçbir katkı yapmayanları baş tacı eden bir anlayışımız bulunuyor.
Liyakat kelimesini unutalı epey zaman oldu bile buna karşın özellikle taşrada açılan üniversiteler ile birlikte ideolojik siyasetin üniversiteler üzerinde çok daha etkide bulunduğu bir döneme girmiş olduk. Zaten bu etkiler 15 Temmuz öncesinde bilinmesine karşın çoğu kez görmezden de gelindi. Son iki yıldır ise bu aymazlığın faturasını başta söz konusu olan yapılanma ile hiç ilgisi olmayanlar olmak üzere hepimiz ödedik, ödüyoruz.
Rektör seçimlerini sonlandırarak siyaseti üniversitelerin dışına mı çıkartmış olduk? Tabii ki hayır, bu kez iktidara daha şirin gözükmek için ellerinden geleni ardına koymayan hatta yanlarına aldıkları akademisyenler ile birlikte esas duruşa geçen rektörlerimiz oldu. Arada kendi çocuklarının, akrabalarının öğretim görevlisi, araştırma görevlisi, uzman, yardımcı doçent(yeni adıyla doktor öğretim üyesi) yapılmasına öncelik verenleri de atlamamalıyız.
Aslında son yardımcı doçentlik düzenlemesi konusunda bile söz söylemekten kaçınan ve her şeye gözlerini yuman bir akademi var karşımızda. Aynı akademinin bazı seçilmiş temsilcilerinin sürekli olarak ekranlarda nasıl canhıraş bir biçimde savunu yaptıklarını ve akıl almaz bir şekilde her konuda uzman görüşü verdiklerini de lütfen unutmayın! Yaşam kalitesinin yükseltilemediği yerlerde makamlar yükselir. Bu ise makamlara bağlı buna karşın hiçbir şekilde sorumluluk alamayan insanlardan kurulu bir yapının ön plana çıkmasına yol açar. Son yıllarda üniversitelerimizde yaşadığımızın tam da bu olması durumun vehametini bir kez daha arttırmaktadır.
Akademinin susması ve suskunluğu karşısında yerini korumayı tercih etmesi bir çıkar yol gibi görünebilir. Ama öte yandan başta aidiyet olmak üzere kendisini tanımladığı bütün özelliklerden de sıyrılmasına yol açar. Mış gibi yapan bir akademisyen kimliği ile başta öğrencilere ve ülkenizin eğitimine olmak üzere, hiçbir alana karşı sorumluluğunuzu yerine getirmemiş olursunuz. Bilim yapmanın bilime de bilmediğini öğretmek, yeni sözler söylemek, insanlığın dramına çözüm aramak olduğu gerçeğinden de adım adım uzaklaşırsınız.
Mezun olduğunuz, yıllarca hizmet verdiğiniz üniversiteniz bir kararla ortadan ikiye ayrılıverir ve siz sadece orada kaldığınız üzerinden sessizlik sarmalına biraz daha fazla gömülürsünüz. Oysa çıkartmadığınız her ses, söylemediğiniz her cümle yarın sizin başınıza da gelecektir. Çünkü cahillerin okumuşlardan daha iyi olduğunu iddia eden rektörler, yurt dışında yere tükürülemediğini buna karşın ülkemizde bu özgürlüğe sahip olduğumuzu söyleyebilecek kadar ileri gidebilen sanatçıların sesi her geçen gün daha fazla çıkmaktadır.
Üniversitenin yüksek lise haline dönüştüğü, liselerin ortaokul ile üniversite arasında bir geçiş haline dönüştürüldüğü bir yerde eğitim sadece sürelerle kaim bir anlayışın adı olarak yer tutabilir. İstediğiniz kadar ideallerden bahsedin gelen teknoloji dalgasının altında var olan eğitim anlayışımızla kalmamamız neredeyse imkansız. Üniversitelere dönük olarak yaptığımız bütün kararlar bu olup biteni biraz daha hızlandırıyor sadece. Tek tipleştirilen zihniyet kalıplarının olduğu yer üniversite değildir. Çok sesliliğe ve bunu özgürce yapabileceğimiz ortamları oluşturmaya ihtiyacımız, bugün eskisinden çok daha fazladır. Yükseköğrenimi organize etmesi gereken bir kurula bu açıdan gereksinim duyuyoruz. Ancak onun bizim önümüze koydukları hiç de beklediklerimiz ve olması gerekenler olmuyor.
Bir geçiş sürecini üstelik sınırları ve çerçevesi belli olmadan yaşıyoruz. Burada asıl sıkıntımız ise siyasetin yaratmış olduğu dalganın çok daha farklı boyutlarda ve ondan çok daha yıkıcı bir biçimde eğitim kurumlarını da alt üst ediyor olmasıdır. Kraldan fazla kralcılık anlayışı ne kadar inkar etsek de bu ülkenin kültürel kodlarında yaşamaya devam etmektedir. Kendilerini her şeyin üzerinde gören rektörlerin aynaya bakarak bilim insanı oldukları gerçeğini hatırlamalarında fayda vardır. Aksi uygulamaların artması sonrasında kendilerinin de oralarda oturamayacaklarını unutmamaları gerekiyor. İz bırakma gayretiyle oradan oraya saldırmak yerine asıl yapmaları gereken üniversiteleri nasıl daha iyi bir hale getirebiliriz anlayışı peşinde üniversitenin tüm paydaşları ile işbirliği yapmaları icap etmektedir.
Üniversitelerin akademik yapıdan uzaklaşmasının bedelini sadece o anki ülke nüfusu ödemez aynı zamanda gelecekteki nüfusunuzu da borçlandırmış ve hiç hak etmedikleri bir ortamın içerisinde yaşamak zorunda bırakmış olursunuz.