Amerikalı edebiyatçı Mark Twain’in bu soruya “Hayır, tarih farklı kafiyelerle devam eder, olaylar daha önceki olayları anımsatırlar”, “No, history does not repeat itself, it rhymes” yanıtını verdiği iddia ediliyor.
Pekâlâ siz ne dersiniz? Tekrar ediyorsa, nasıl?
Türkiye yoklukların üstesinden gelinerek kurulan Cumhuriyet’in ilk çeyrek yılından (1950) sonra sürekli olarak enflasyonla mücadele edegelmiş. Tarih sürekli olarak kendisini tekrar mı ediyor, yoksa 20. yüzyılın sonunda 2001 kriziyle sonlanan sürecin kendisini tekrar etmesini mi yaşıyoruz? Yani türkü aynı türkü, “kafiyesi” farklı!
Tarihin aşamaları ve kafiyelerin evrilmesi
Tarih aynı şekilde tekrarlanmıyor. Taraflar değiştikçe, konular değiştikçe, sanki şiirin kafiyeleri gibi tarihin evrilmesi, değişerek gelişmesi de farklı oluyor.
Bir süredir yönetimin, (Türk tipi başkanlık rejimi yerleştiği için hükümetin diyemiyorum) hayli tuhaf bir uygulama içinde olduğunu görüyoruz. 1950’li yıllar NATO üyeliğinin getirdiği havalimanı, limanlar, yollar gibi yatırımlar dönemi. Bu projelerin bütçesi NATO’dan geliyor. Yaratılan gelir, vatandaşa satın alma gücü yaratıyor, ama ortalıkta mal ve hizmet artışı olmadığı için bu gelirin yarattığı talep on yılın sonunda enflasyona dönüşüyor.
60’lı yıllarda başlayan planlı kalkınma, temelleri 30’larda atılan sanayileşmenin üstüne imalat sanayiini koyarak kalkınma sağlıyor ve bu defa satın alma gücünün karşısında üretim var. Ama ülke iyi yönetilmediği, sosyoloji ilminin öğrettikleri ihmal edildiği için, yine düzelemiyor. Sanayileşmeyle birlikte kırsaldan kentlere akın oluyor. Kırsaldaki arazinin, evlerin değeri ve böylece göç eden nüfusun geliri artıyor. Bu olay kentlere göç edenlerin yaşam standardını etkiliyor. Şehirleşme şehirlerde nüfus ve konut talebi artışına yol açıyor.
Yapsat ve şehir planlaması, arsanızın konumu neyse, yolu ona göre planlarız
Gelişmiş ülkelerdeki ipotek mekanizması henüz yok. Buna karşılık uyanık Karadenizli hemşehrilerimiz arsayı buluyor, arsa sahibine para yerine veya ona ilaveten yapılacak konuttan pay veriyor. Böylece konutları, iş yerlerini önce satıyor sonra yapıyor. Yokluk çare yaratıyor. Buyurun “yapsat” ekonomisine ve bugün kentsel düzenlemeye yol açan yapılaşmaya.
Bunlar olurken yerel yönetim becerisi, şehir planlaması, Atatürk döneminin Henri Prost gibi şehir plancılarına danışarak geliştirdiği uygulama unutuluyor. Çünkü öncelik yerel yöneticinin, müteahhidin ve arsa sahibinin rant beklentisinde. Sonuç, şehirleşme plana göre değil, inşaatın planlandığı toprak parçasından yola çıkılarak oluşuyor. Mahalle, şehir, yollar o arsaya göre oluşuyor. 50’li yıllarda ülkede henüz proje kavramı ve bugünkü anlamıyla müteahhit yok.
Henri Prost, Atatürk Köprüsü’nün inşasından önce Haliç merkezinin havadan görünümü önünde, 20. yüzyıl mimarlık arşivleri
Kişinin arsası neredeyse, yönetimle ilişkiler de kullanılarak, yollar o arsanın etrafından dolaşıyor. Bugün navigasyon aletleri adres bulmakta zorlanıyor. Çünkü dünyanın diğer şehirlerindeki planlı anlayış yok ve o aletler coğrafi verilere göre gidilecek yolu belirliyor.
Kargaşanın mülkiyet tuğlası
Aynı dönemde çıkartılan kat mülkiyeti yasası bunun hukuki formülünü ve beraberinde birçok sorunu getirdi. Yasaya göre her bağımsız bölüm sahibinin toprak payı var. Çünkü kat mülkiyetinde esas, toprak payı. Bu durumda kentsel düzenlemenin tüm toprak paydaşlarının hakkını koruyarak yapılması gerekir. Sonuç, toprak yeniden üretilemediğine göre, çok katlı iş yerleri yanında, konut binaları da çok katlı olmak zorunda.
Hoş geldiniz “göklere yükselen hayat tarzına”, ama yeşil alan kalmamış, ne gam! Şehirde köşebaşında kalmış avuç kadar toprak parçasına dahi çok katlı konut yapılıyor. Nasıl mı, oralar “kupon” yerler ve bunların dağıtımı, imar izni üst kararlara bağlı. Oysa bu alanlar yeşil kalsaydı, çocuklara oyun, büyüklere ferahlama alanı yaratılsaydı, insanlar bir araya gelip hoş sohbetler yapsaydı daha doğru olmaz mıydı?
Kat mülkiyeti yasasının temelinde İsviçre uygulaması var, ama burası İsviçre değil. Şirket yönetme kabiliyeti, tecrübesi kısıtlı olan insanlarımız, artık milyonlara varan apartman bütçelerini yönetmek zorunda. Dünyada bu işler uzman danışman şirketleri tarafından yürütülüyor, ülkemizde ne bu bağlamda danışmanlık bilgi ve deneyimi gelişmiş bürolar, ne de bu işi onlara devretmeyi kabul edecek kat sahipleri mevcut.
Bir başka “kafiye” değişikliği, oyun aynı oyun
80’lerde başlayıp 2000’e kadar devam eden “kamu yönetiminin” (hükümet yerine) ülkenin finansman zorlukları karşısında bütçe dışı uygulamalarının” yeniden başlatıldığını görüyoruz.
Neydi 80’lerde Özal hükümetlerinin yarattığı “mucizeler?”
Bunların başında artık dünyaya açılan Türkiye’nin ihracat gelirini arttırmak için belli büyüklüğü aşan ihracata vergi iadesi ödeyerek onun bedelini düşürmek geliyordu. Böylece bir yandan üretici rekabet gücü kazanıyor ihracat yapıyor, aynı zamanda karşı, ithalatçı ülkedeki tüketici ürünü ucuza alıyor. Yani aslında belli ihracat ürünleri itibariyle TL ucuzlatılıyor, devalüe ediliyordu. Alan, yani karşı ülkede yaşayan ürünü tüketen veya kendi üretiminde kullanan memnun, satan, yani pahalıya üreten yerli girişimci memnun. İki taraf birden kazanamayacağına, bedava yemek olmayacağına (no free lunch) göre bu ortak mutluluğun bedelini kim ödeyecek? Cevap: Bu satırların yazarı, okuyucular ve tüm toplum. 80’li yıllar bu mutluluk öyküleriyle geçti.
Mutluluğun ikinci ayağı yalan ve hırsızlık suçu içeriyor. Şöyle: İhracatçı piyasada fiyat veya kalite rekabetinde ayakta kalamayacak ürünü ihraç imkanına kavuşuyor. Bununla yetiniyor mu? Mümkün mü? Elbette hayır. İhraç edilecek ürün sandıklarına kimi zaman tekstil artığı, kimi zaman taş toprağı doldurarak, vergi iadesi alacağını yükseltiyordu. Vergi iade oranı beyan edilen ihracat tutarı arttıkça yükseliyordu. Niyet kutsal, ihracatı özendirmek, döviz gelirini arttırmak. Ama insanoğlu doymaz. Dış ticaret şirketleri kuruldu ve bunlar önemli miktarda vergi iadeleri aldılar. Turgut Özal’ın kendi ifadesiyle yat ve yalı talebi arttı! Bu “fırsatı” yakalayan şirketlerden bazıları yakalandı, bazıları deneyimli avukatlar sayesinde kurtuldu, ötekiler önemli ceza ödedi.
Bütçe dışı fonlar
80’li yıllarda yaşanan ve bugün karşımıza çıkan bir başka tecrübe, o vakitler işleyen parlamentonun onayladığı bütçelerin yetmediği durumlarda hükümetlerin “bütçe dışı fon”lara başvurmasıydı. Bu fonlar bütçe denetimine tabi değildi. Böylece hükümet parlamento denetimi dışında har vurup harman savuruyordu.
Bu yol Türkiye’yi 2000 krizine götürdü. Belki de isabet oldu, çünkü üçlü koalisyonun başa çıkamadığı krizin çözümü, aynı zamanda ülkeyi Cumhuriyet’in kuruluşunda bile düşünülmeyen mükemmeliyette yönetim kalitesine kavuşturdu. Hesap verebilirlik, sorumluluk, eşitlik ve saydamlık ilkeleri Anayasa ile aynı etkiyi yarattı. Bu süreç 7 yıl kadar sürdü, sonra eski tas eski hamam. Bugün ne o ilkeler anımsanıyor ne de Anayasa geçerli.
Bu satırları yazarken Daron Acemoğlu’nun 2014 Nobel ödülünü kazanan üç iktisatçıdan biri olduğu haberi geldi. Bu kez ödülün gerekçesi, Acemoğlu’nun arkadaşlarıyla birlikte yaptığı ve “The Narrow Corridor- Dar Koridor” adlı kitabın konusu olan doğru yönetim ve bunu sağlayacak olan kurullarla ilgili çalışma.
Daron Acemoğlu
Aylardır ülkenin sorunun enflasyon değil, kurumların işletilmemesi, hukukun ihmal edilmesi ve enflasyonun bunun sonucu olduğunu yazıyorum. Acemoğlu tüm konuşmalarında bunu vurguluyor. Umarım bir yurttaşımızın bu konudaki çalışmalarıyla Nobel ödülü kazanması, olmayan bilgisiyle politika yönlendiren danışmanların yerine artık aklın geçerli olmasını sağlar.
Egemen (sovereign) varlık fonu nedir?
Bu yönetimin başvurduğu “önlemler” arasında tehlike arz eden iki örnekten söz edeceğim. Birincisi Türkiye Varlık Fonu. Bu gibi fonlar petrol, maden, altın gibi doğal kaynaklara veya ekonomik gücün sağladığı güce sahip olan ülkeler tarafından kurulur. En büyükleri Norveç emeklilik fonudur. Bu fonun bugün sahip olduğu varlık büyüklüğü 1.750 trilyon dolardır. Yani Türkiye ekonomisinin neredeyse iki katı kadardır.
Fonun temeli Norveç coğrafyasında bulunan gaz ve petrol rezervleridir. Diğer örnekler Çin, Abu Dhabi, Kuveyt fonlarıdır ve büyüklükleri 600 milyar ile bir trilyon dolar mertebesindedir.
Türkiye’nin ne böyle bir doğal kaynağı ne de rekabet gücünü hiçbir zaman yitirmeyecek şirketleri, sınai üretimi bulunmaktadır. Ancak buna karşın bütçe-sayıştay denetimi dışında kalmak üzere ve çeşitli kamu şirketlerinden oluşan Türkiye Varlık Fonu kurulmuştur... Fonun bünyesinde kamu bankaları, Botaş, THY gibi şirketler vardır. Bu fonlar egemen olduğu için iflas etmezler, ödeme zorluğuna girdiklerinde, arkalarında hazine, yani yine T.C. vergi mükellefi, yani biz yurttaşlar bulunmaktadır.
“Carte bleu” yerine her bankaya bir kredi kartı
Aslında bu tuhaf bir hikâye. Avrupa’da, Fransa’da tek bir kredi kartı “carte bleu” vardır, herkes onu kullanır. Öteki ülkeleri bilmiyorum. Ama Türkiye bu kredi kartı enflasyonunun nedenini de anlamıyorum. Tüm dünyada kredi kartı piyasası AMEX dışında VISA ve Master Card tarafından yönetilir. Bankaların kullandığı kartlar, bu şirketlere aittir. Bankalar bu kartlar üzerinden satıcıdan komisyon almaktadır. Fransa örneğinde bu iki kuruluş, pazara “Carte Bleu” adını verdikleri kartla girmiştir. Yani işi yapan, ödemeyi bir aya kadar finanse eden, tüccarla müşteri arasında yer alan bu iki kuruluştur. Bu arada hem VISA veya Mastercard’ın hem de aracı bankanın işletme maliyetleri oluşmakta, bu da ürün fiyatlarını arttırmaktadır.
Şu günlerde enflasyonla mücadele programı çerçevesinde ve talebi sınırlandırmak için çeşitli önlemler alınırken kredi kartları da bundan nasibini alıyor. Limiti belli bir büyüklüğü aşan kredi kartı kullanıcılarından vergi alınması yolunda hazırlıklardan söz ediliyor. Bu vergi gelirinin “savunma sanayi yatırımları”nın finansmanında kullanılacağı ifade ediliyor.
Böyle bir uygulama olamaz. Neden mi?
Hangi yatırım söz konusu olursa olsun, saydamlık esastır, kamu denetimi dışına çıkartılamaz. Aselsan, Roketsan, Havelsan gibi şirketler Kıbrıs çıkartması üzerine Türkiye’ye uygulanan ambargo üzerine kurulmuştu. Yönetim tamamen asker, yani savunma güçlerinin elinde ve denetimindeydi, yerli ve milli olma ilkesi mutlak olarak uygulanıyordu. Bu yapılırken ABD zorlamasıyla başlatılan ambargonun yarattığı psikolojiyi unutmamak gerekir. Ancak yapılan yatırımların finansmanı milli bütçe üzerinden, yani vergi mükelleflerinin ödediği vergilerle sağlanmaktadır. Durum halen böyledir. Savunma endüstrisinde gizlilik esastır, ancak mali konularda, paranın kim tarafından nerede, nasıl kullanıldığı saydam olmak zorundadır.
Aselan ve diğerleri bir şirkettir, şirket nedir?
Sorun şirket denilen kurumun tanımıyla başlar. Şirket ortaklardan oluşur ve ortaklarına, küçük yatırımcılara, devlete, kamuya-stakeholder denilen paydaşlara karşı sorumludur. Üretim tasarımla başlayarak tedarikçilerle birlikte oluşur, şirket onlara karşı da sorumludur. Savunma endüstrisini ulusun varlık garantisi olarak tanımlayıp dokunulmaz yapmak elbette doğrudur. Ancak böyle bir dokunulmazlık dahi, bu endüstride yer alan oyuncuların denetim dışında kalmasına izin vermez.
Kaldı ki bu sanayi bir yandan da önemli ihracat potansiyeline sahiptir. Aselsan, Bayraktar, Ekber Onuk bu alanda bilinen örneklerdir. Bunlar dışında yine savunma faaliyetinde kullanılacak savunma donamını, yazılımları hazırlayan ve başarıyla ihraç eden Türk şirketleri vardır ve bunlar bir yandan Aselsan ve diğerlerinin deneyim ve bilgi birikiminden yararlanmakta, bunun sonucu olarak önemli ihracat geliri elde etmektedir.
ABD’de DARPA, savunma amaçlı ileri ARGE projelerini milyarlarca dolar mertebesinde ARGE bütçeleriyle desteklemektedir. Bu desteği alanlar sadece ABD devletinin şirketleri değildir. DARPA ne kamu şirketlerini, kamu bütçesini fonlamakta, ne de özel şirketlere imkân sağlamaktadır. Fon sağlanacak şirketler, projeler, piyasa koşullarına ve bilimsel verilere bağlı olarak seçilir, fonların kullanımı aynı şekilde denetlenir. Bu projelerin amacı bilime katkı yapmaktır. ABD savunma yönetimi bu katkılardan yararlanır.
Ne dersiniz, ülkemizde hem proje seçiminde hem fonların kullanılmasında bu kalitede titizlik gösterilebilir mi?
Bu tablo karşısında geliri savunma sanayiine tahsis edilecek olan herhangi bir vergi gelirinin nereye, hangi projelere harcandığı bilinmelidir. Bu, projelerin başarısı için gereklidir. Sağlanan ARGE desteğinin boyutları uluslararası piyasadaki benzerleri, rakipleri, kurulan, desteklenen savunma şirketinin küresel piyasalardaki değeri bilinmek durumundadır. Kuzey Kore, Rusya, Çin dışında bu bilgi ulaşılabilir konumdadır. Biz kim gibi olmak istiyoruz?
Ulusal savunma, gizlilik elbette önemlidir. Ama gizliliğin türleri vardır. Vergi ödeyen, bunun nereye ve nasıl harcandığını bilmek ister. Bu 1215’te İngiltere Kralı’nın soylularla anlaşarak imzaladığı Magna Charta’dan beri böyledir. Kimi buluşlar fikri mülkiyet hakkı (IPR) korumasındadır. Yani onları yasalardan çok hukuk korumaktadır.
Hukuk yasaların üstündedir. Hukuk olmazsa, yasa, adalet olmaz. Bu nedenle doğru yönetim hukukun üç temeli üzerinde kuruludur: Saydamlık, sorumluluk, hesap verebilirlik, eşitlik.
Ahmet Çelik Kurtoğlu kimdir? Ahmet Çelik Kurtoğlu, 1942'de Ankara'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Akademik kariyerini 1982 yılına kadar aynı kurumda sürdürdü, Cambridge Üniversitesi'nde lisansüstü derecesi aldı. 1972-74 yılları arasında Yale Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmaları yaparken teknolojik gelişme ve endojen büyüme teorisi üzerinde yoğunlaştı, 1997-2006 yılları arası Galatasaray Üniversitesi'nde ders verdi. T.C. Dışişleri Bakanlığı'nın görevlendirmesiyle 1978-82 yılları arasında B .M. UNCTAD "Teknoloji Transferi Davranış Kodu" müzakerelerinde T.C. delegesi olarak yer aldı. 1983-86 yıllarında arasında İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Kalkınma Merkezi'nde araştırma yöneticisi olarak görev yaptı. Türkiye ve beş Asya ülkesinde Müşavir Mühendislik sektörü üzerinde yaptığı çalışma OECD tarafından yayınlandı. 1987 yılında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) kurucu direktörü olan Kurtoğlu, 1992 yılından itibaren Karadeniz Ekonomik İşbirliği İş Konseyleri Genel Sekreteri, daha sonra 2008 yılına kadar DEİK Yönetim Kurulu ve İcra kurulu üyesi olarak görev yaptı. DEİK pek çok Türk şirketin uluslararası işbirliği kurması sürecinde yardımcı oldu. Prof. Dr. Kurtoğlu, yurtdışındaki faaliyetini 1994-2006 yılları arasında European Roundtable of Industrialists (ERT) adlı kurumda danışman olarak sürdürdü. ERT en büyük 50 Avrupa sanayi şirketi başkanları tarafından, AB Komisyonuna politika tavsiyesi yapmak üzere kurulmuştur. Politika tavsiyesi danışmanların oluşturduğu çalışma gruplarında geliştirilmektedir. 1999 yılında Kurdoğlu Danışmanlık A.Ş.'ni, 2003 yılında "İyişirket Danışmanlık A.Ş."yi kurdu ve strateji, şirket değerlemesi ve satış müzakeleri, iş geliştirme ve finansman, kurumsal yönetim (governance) konularında danışmanlık hizmeti verdi. 2001 yılında TMSF "9 Banka Yönetim Kurulu Üyesi" olarak, 2002-2007 yıllarında arasında Tekfenbank Yönetim Kurulu, 2012-2019 yılları arasında Tekfen Holding A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı. 2007-2008 döneminde TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı oldu A. Çelik Kurtoğlu teknoloji ve uluslararası ekonomik ilişkiler konularında yayın yapmıştır. Son çalışması olan "Değer Zincirinin Evrimi", Aralık 2022'de Efil Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. |