T24 Video Servisi
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Covid-19 İzleme Kurulu Üyesi Doç. Dr. Osman Elbek, “İstanbul’da hastalığın ve ölümlerin mavi yakalıların olduğu Esenler, Bağcılar, Gaziosmanpaşa’da fazla olduğunu, D-100 karayolu hattının aslında bir sınıfsal çizgi olduğunu görüyoruz. Dünyada da öyle. Hindistan’a oksijen tüpleri yerine, aşıların patentsiz bir şekilde üretilmesini sağlayabilmemiz lazım. Aksi takdirde çok küçük bir insan grubu uğruna, insanlığın çok büyük bir kısmını ve en önemlisi insan olma erdemimizi yitireceğiz” dedi.
Göğüs hastalıkları uzmanı Doç. Dr. Osman Elbek, T24 ekranında Murat Sabuncu’nun hazırladığı, “Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?” söyleşi serisinin konuğu oldu. Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Elbek, video söyleşide pandeminin yarattığı eşitsizlikten aşı patenti tartışmasına, Türkiye’nin pandemi politikasından dünya genelinde atılması gereken adımlara, pek çok konuda görüşlerini paylaştı. Elbek’in açıklamalarının bir kısmı özetle şöyle:
“Aşının insanlıktan önce geldiği bir dünyadayız”
Türkiye ve dünyada pandemide daha da belirginleşen eşitsizliğe dikkat çeken Doç. Dr. Osman Elbek, şunları söyledi:
“İstanbul’da hastalığın ve ölümlerin mavi yakalıların olduğu Esenler, Bağcılar, Gaziosmanpaşa’da fazla olduğu, D-100 (karayolu) hattının aslında bir sınıfsal çizgi olduğunu görüyoruz. Güneyinde deniz kenarında yaşıyorsanız, Kadıköy sahillerindeyseniz, görece hayatta hastalıktan muaf, kuzeye doğru gidildikçe hem kira gelirleriniz azalıyor hem yaşam standardınız azalıyor. Dünyada da öyle. Çok açık ki aşı olgusu, örneğin; insandan, insanlıktan, hayattan önce geldiği bir dünyadayız. Bu kadar milyonlarca insanın ölümüne ve hastalanmasına rağmen şirketlerin hâlâ patentleri savunabiliyor olması hiç utanmadan, hiç çekinmeden patentleri savunuyor olması insanlıkta geldiğimiz noktayı gösteriyor. AIDS’de biz bunu yaşamıştık, Covid’de de yaşıyoruz. Hindistan’a oksijen tüpleri yerine, aşıların patentsiz bir şekilde üretilmesini sağlayabilmemiz lazım. Bunu başarabiliriz. Aksi takdirde çok küçük bir insan grubunun uğruna, insanlığın çok büyük bir kısmını ve en önemlisi insan olma erdemimizi yitireceğiz” dedi.
“Aşı parası olana değil, riski fazla olana yapılmalı”
“Parayla aşı” tartışmasını “eşitsizliğin yarattığı bir sorunu eşitsizlikle çözme politikası” olarak nitelendiren Elbek,“Eğer birtakım şirketler dünyadan aşı alabilecek durumdalarsa demek ki aşı var bir yerlerde. Bu ülkenin kaynakları neden yurttaşını ölümden kurtarabilecek bir kaynak olarak aşıya yönelmesin ki. Dolarlar köprülere yönelirken, şehir hastanelerine harcamalar varken, bir gecede 128 milyar dolarlar uçarken, neden ölümü engelleyen kaynaklara transfer etmeyelim ki. Var demek ki aşı, birtakım şirketler bulacağına göre. Çok net ki; aşı cebinde daha fazla parası olana göre değil, riski daha yüksek olana yapılmalı. Eğer biz bu riski cebimizdeki paraya göre endekslemeye kalkarsak korkarım ki Nazilerin yaptığı sağlık üzerindeki insanlık dışı tabloyu bir kere daha, bu sefer ekonomik tablo üzerinden yaratabiliriz. Etnisiteye göre değil, cebinde yeterince parası yoksa birazcık bekler, ölür yani. Ölüme gönderiyoruz aslında bu tercihlerimizle” görüşünü dile getirdi.
“İsrail maskesiz ortama Hindistan böyle olduğu için ulaşabildi”
Ülkelerin en riskli gruplarından başlayarak aşılama yapılması gerektiğini vurgulayan Elbek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bugün İsrail’in yurttaşlarının maskeyi atması ve yüzde yüzünün aşılanması demek başka insanların aşılanmaması anlamına geliyor. Pastayı kendi diliminiz konusunda büyütüyorsanız bir başkasının dilimini küçültüyorsunuz demektir. Dünya Sağlık Örgütü’nün de sürecin başından itibaren dediği; ‘yüzde 20’lik gruplarla her ülkeyi aşılamaya başlayalım ve eşitlikçi bir şekilde yol alalım.’ Ama İsrail bugün maskesiz bir ortama ulaşabildiyse, Hindistan böyle olduğu için ulaşabildi. Bir başkasının aşı hakkını gasp edebildiği için ulaşabildi. Daha yüksek parayı verip, ötekinin, sağlık çalışanlarının bile aşılanmadığı bir ülke varken ülkesinin hepsini aşılayabildi. Bu kadar kapitalizmin aç gözlülüğünü sindirebilmiş ve bundan mutlu olabilmek bir başka insanlık tahayyülü. Bir başka komşunuza sırtınızı dönme tahayyülü. Ve en yanı başınızdaki Filistinlilerden aşıyı esirgeme noktası.”
“Türkiye salgını kötü yönetiyordu, şimdi yönetmekten de vazgeçti”
Türkiye’nin hiçbir aşı politikası olmadığını söyleyen Elbek, pandeminin başından beri günlük sorunları çözmeye yönelik bir politika tercih edildiğini ifade etti. Elbek şöyle devam etti:
“Türkiye, sürecin en başından beri aşı konusunda, ‘Yerli ve milli aşımız 2021’in ilk günlerinde gelecek’ diye düşündü, böyle iddiada bulundu. Ki o zamanlar biz, Eylül 2021’den önce bu yerli aşının FAZ-3’ünün tamamlanamayacağını ısrarla söylüyorduk. Bu yüzden de ‘ben Çin’den gelecek az miktarda bir aşıyla sorunumu çözerim, ondan sonra da yerli aşımla devam ederim’ denildi. Dünyanın her ülkesi aşısını boşa çeşitlendirmedi. Hatta bu aşılar etkili olduğunu göstermeden önce çeşitlendirdiler. Türkiye yarınını, üç gün sonrasını, beş gün sonrasını düşünen bir ülke değil, günü yaşayan bir ülke. Günlük çözümlerde anlık bir nefes, rahatlamaya teşvik ediyor ama sonrasında daha büyük sorun olarak geliyor. Bir de ben salgın vesilesiyle mevcut siyasi iktidarın her gün bir müjde verdiğini biliyorum ama gerçeklik böyle değil ne yazık ki. Türkiye, planlamayan, organize olmayan, günlük yaşayan, kafasına göre takılan bir politika tercihinde. Bunun bedelini de gencecik insanlar hastalanıp ölerek ödüyorlar ne yazık ki. Türkiye, eskiden salgını kötü yönetiyordu ama şimdi salgını yönetmiyor, yönetmekten vazgeçti.”
“O sofranın, o büyük evin ilk sahipleri Ermeni dostlarımmış”
Söyleşi serisine adını veren “Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?” sorusuna yanıt veren Elbek, şunları söyledi:
“Birincisi vazgeçmemekle bayram olur. İkincisi başka bir anlatıya ulaşmamız, başka bir hikâyeyi var etmemiz lazım ama o hikâyeyi anlatmak değil, o hikâyenin bir parçası olmak gerekiyor. Ben çocuklukta bir büyük evde çocukların hepsinin koca bir sofrada birlikte bayramı kutladığını hatırlıyorum. O günler beni çok mutlu ederdi. Yıllar yıllar sonra öğrendim ki o sofranın, o büyük evin aslında ilk sahipleri Ermeni dostlarımmış, bu ülkenin Ermeni yurttaşlarıymış. Bu devlet Ermenilerden gasp ettiği evi benim anneanneme, babaanneme Girit’ten göçünce vermiş. İşte ben o sofrada, mutlu olduğum o ortamda onun bedelini de öğrenebilirsem, o bedel karşısında hüznü, saygıyı ve gereken özrü onun hak ettiği insanlara sunabilirsem hayatı bayram yapabiliriz diye düşünüyorum.”