Zülfü Livaneli'nin 'Huzursuzluk' isimli yeni romanının reklam afişlerinin OHAL nedeniyle metrolara asılmasına izin verilmediği ortaya çıktı. 3 günde 150 binlik ilk baskısının tükendiği belirtilirken Livaneli, gündeme ilişkin olarak "Anayasa, hepimizi bağlayan ve bir arada yaşamamızı sağlayan toplumsal sözleşme olması gerekirken, bir bilek güreşine dönüştürüldü. Bir taraf, öbür tarafa adeta, 'Nasıl geçirdik ama!' diye bağırıyor. Topluma huzur böyle mi gelecek? Osmanlı’da Meşrutiyet ilan edildiği zaman, Manastır’da Selanik’te, imparatorluğun bütün şehirlerinde zafer geçitleri düzenleniyor, bütün imparatorluk halkı bayram ediyordu. Bir de şimdiki halimize bak..." diye konuştu.
Zülfü Livaneli'nin Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği söyleşi şöyle:
- Yine muhteşem bir roman! İnsanın ruhuna değen bir roman...
Teşekkür ederim. Romanın muhteşem olup olmadığının takdiri bana düşmez ama evet, ‘içe işleyen’ bir roman. Pek çok kişi, uzun zamandır ‘Serenad’ kadar etkileyeci bir kitap beklediklerini söylüyordu. O amaçla yola çıkmadım ama bu kitap, yazarken beni en az onun kadar etkiledi...
- Adı ‘Huzursuzluk’. İçinde bulunduğumuz ruh halini bundan iyi tanımlayan bir kelime olamazdı. Bu ismi özellikle mi seçtiniz?
Başlangıçta kitabın adı böyle değildi, bitirdikten sonra ‘Huzursuzluk’ demek uygun geldi. Haklısın, hepimizin içinde derin bir tedirginlik ve huzursuzluk var. İçinde bulunduğumuz gemi, fırtınaya yakalanmış, oradan oraya savrulurken, hiç kimsenin, “Ama benim kamaram iyi!” deme lüksü yok! Kaptan’dan miçoya kadar, hepimizin başı dönüyor ve huzursuzuz... Cennet de biziz, cehennem de...
- Siz ne kadar huzursuzsunuz?
Ben zaten huzursuz bir insanım! Yaşananları etinde kemiğinde hisseden hiçbir yazar, huzurlu değildir. Atatürk, ‘’Sanatçı, alnında ışığı ilk hissedendir’’ der. Doğru, ama aynı zamanda ‘’Yüreği en çok kanayan da odur!” Yine fırtına örneğine dönecek olursam, sanatçı, sallanan gemideki yolcudan da daha kötü durumdadır, çünkü toplum denizinin içindeki her akıntıyı hisseden balık gibidir...
- Ne güzel anlattınız... Peki insanın yaşadığı coğrafyada huzursuz olup, iç dünyasında huzurlu olması mümkün mü?
Bu soruyu ben de çok sordum kendime. Voltaire’in ‘Candide’ romanında, dünyayı dolaşarak gerçeği arayan kahramanın yolu İstanbul’a düşer ve bu soruyu yönelttiği bilge bir bahçıvan ona der ki: “Sen bahçeni yetiştir!” Kitap böyle biter. Derin bir sözdür bu. Zaten bizler de -sen, ben, hepimiz- kendi bahçemizi yetiştirmeye, bunu en iyi biçimde yapmaya çabalıyoruz. Ama dediğim gibi, gemi, fırtınada savruluyor...
- Sizin önerebileceğiniz bir huzur formülünüz var mı?
Sanat... Benim kendimi tedavi etme yöntemim sanat. Yalnız yazmak, bestelemek değil, okumak, hep okumak, dünyanın büyük beyinlerine sırtımı yaslamak...
- Siz, “Bu yaşananlar bir parantez, eninde sonunda kapanacak ve her şey, yine eskisi gibi olacak!” demiş, bize umut vermiştiniz... Gerçi ondan sonra da birtakım korkunç gelişmeler yaşandı. Anayasa değişikliğinin konuşulduğu bu günlerde hâlâ umutlu halinizi koruyabiliyor musunuz?
İnsanlık, uzun vadede geriye gitmez! Her canlı organizma, içgüdüsel olarak ölüme değil, yaşama dönüktür. Bu yüzden ileri gider ama doğrusal bir gidiş olmayabilir bu. Zikzaklar yapan bir ilerleyiş de olabilir. Kısa ve orta dönemde geri de gidebilir. 1940’lar Almanya’sı, 1930’dan daha gerideydi kuşkusuz. Geriledi ama sonra tekrar kendini topladı. Bugün, birçoğumuzun hayranlıkla gezdiği Barselona’nın sokakları cesetten geçilmiyordu bir zamanlar. Biliyorsun, yıllardan beri İbn-i Haldun’un o müthiş, ‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü çok sık kullanırım. Şimdi bunun doğru ama eksik bir söz olduğunu düşünüyorum...
- Nasıl yani?
“Coğrafya ve dönem kaderdir’’ demek daha doğru. Mesela 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa korkunç durumdaydı, biz ise daha huzurluyduk. Coğrafyamız değil, dönemimiz kader olmuştu. Sonra değişti...
- Yani bu dönem böyle ama Türkiye atlatacak bu günleri...
Aynen öyle! Emin olun atlatacak! Ama insan ömrüyle ülkelerin ömrü arasındaki ölçek farkı bizi tedirgin ediyor. Her şey, bir an önce olup bitsin istiyoruz, haklıyız da... Çünkü zamanımız sınırlı. Ama ne yazık ki, dünyanın zamanı, bir ateşböceği gibi yanıp sönüveren bizlere ayarlı değil...
"Orta Doğu'nun kaderi harese"
- Bu roman neyse ki bizi, bir an olsun bu kötü havadan uzaklaştırıyor. Başkahramanı bir Ezidi. Neden bir gizem halesi var Ezidilerin etrafında? Sebebi ne? Kimdir Ezidiler?
Romanda Ezidi bir kadın, “Biz, insanlık ağacının kırık dalıyız!’’ diyor. Gerçekten de öyle. Çok eski, antik bir Ortadoğu inancına bağlılar, en büyük melekleri tavuskuşu. Ama nedense bu, bütün tektanrılı dinler tarafından yanlış yorumlanmış. Şeytana taptıkları sanılmış. Bu yüzden de sürekli olarak soykırıma uğramışlar. Oysa, büyük bir yalan bu. Öyle masum bir inanç ki, marulu günah sayıyorlar, mavi renkten korkuyorlar, Melek Tavus’u kutsuyorlar, yalan söylemiyorlar hiç...
- Bu kitabın mekânı, müthiş şehir Mardin. Mardin, inançların birbiriyle kaynaştığı kadim bir kent...
Mardin, insanı sarhoş ediyor gerçekten! Romanda da dediğim gibi, zaman sanki geriye akıyor orada. Binlerce yıllık Mezopotamya toprağının nabız atışları duyulmakta, en büyük camiini bir Hıristiyan usta yapmış, kadim manastırlar, antik güneş tapınakları... Ay ve güneş bile farklı sanki orada. Bir yandan da şiddet var. Masalla gerçek, hoşgörüyle şiddet, acıyla sevinç iç içe geçmiş bu şehirde...
- Ama şimdilerde, genel olarak inanç ve yaşam biçimi üzerinden bir ayrışma yaşıyoruz. Kadim Mardin gibi her tür inancı hoşgörüyle kucaklamayı tekrar ne zaman öğreneceğiz?
Dökmekten zevk aldığımızın kendi kanımız olduğunu anladığımız zaman!
- ‘Harese’ kavramını nefis anlatıyorsunuz kitapta. Ortadoğu’nun durumunu da bu terimle açıklıyorsunuz. ‘Harese’ nedir?
Roman, aslında ‘harese’ üstüne. Zaten bu yüzden kitabın başına da aldım. İstersen oradan aktarayım: “Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur...”
"İnsanlık en hastalıklı dönemlerinden birini yaşıyor"
Kapitalizmin para tanrısına tapanlar, insanlığımızı ve dünyamızı yok ediyorlar. Biz Türkçe’de ‘’para yemek’’ deriz. Başka dillerde yoktur bu. Gerçekten de dünyayı bitiren, kana boğan, çevreyi mahveden bu kapitalistler bir gün o paraları ağızlarına sokup çiğneyerek mi hayatta kalacaklar? İnan bana, insanlık, en büyük hastalık dönemlerinden birini geçiriyor. Davos’un vs. konuşması gereken en acil mesele bu ama nerdeee...
"Topluma huzur, bilek greşiyle mi gelecek?"
- Ülkemizde, yüzyıllarca sonsuz bir hoşgörü içinde yaşayan inançların, kültürlerin, giderek birbirine düşman olması nasıl açıklanabilir?
Bizim, ‘’Böl ve yönet’’ dediğimiz şeye, Azeriler çok güzel bir şekilde, ‘’Ayır, buyur’’ diyorlar. İşin aslı bu. Bir bölgeyi, bir ülkeyi yıkmanın en kolay yolu, onu etnik ve dini unsurlarına bölmek. Maalesef, bu tuzağa ikinci kez düşüyoruz. 1911 yılında, ülkemizin sınırları Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne kadar uzanıyordu. Sonra herkesi birbirine düşürdüler, araya kan davası soktular ve hooop... Koskoca imparatorluk gidiverdi! Sonunda Mustafa Kemal ve vatansever arkadaşlarıyla kendimize yeni bir yuva oluşturduk. Şimdi gözümüzün önündeki tuzağa bir kez daha düşüyoruz. O zamanki düvel-i muazzama, yine işbaşında. Bütün Ortadoğu’yu ve bizi Sünni-Şii-Kürt diye bölüyorlar. Niye akıllanmıyoruz bilmem ki?
- Siz bu gidişatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yıllardır Türkiye’de siyasi mücadele değil, rejim mücadelesi olduğunu yazıp çiziyorum ama dinletemiyorum tabii. Bir takım çevreler, “Bu ülkeyi yıkıp yeniden kuralım” diyorlar. Bunu adı siyaset değil. Toplum da bu yönde dönüştürülüyor. Baksanıza duruma: Anayasa, hepimizi bağlayan ve bir arada yaşamamızı sağlayan toplumsal sözleşme olması gerekirken, bir bilek güreşine dönüştürüldü. Bir taraf, öbür tarafa adeta, ‘’Nasıl geçirdik ama!’’ diye bağırıyor. Topluma huzur böyle mi gelecek? Osmanlı’da Meşrutiyet ilan edildiği zaman, Manastır’da Selanik’te, imparatorluğun bütün şehirlerinde zafer geçitleri düzenleniyor, bütün imparatorluk halkı bayram ediyordu. Bir de şimdiki halimize bak...
"Leyla ile Mecnun, Romeo ile Juliette'ten çok daha derin ve şiddetlidir"
- Ortadoğu’da bütün duygular daha kuvvetli yaşanıyor sanki. Aşk da... Yanılıyor muyum?
- Hayır tam da bu! Daha sarsıcı, daha yakıcı, daha şiddetli yaşanıyor. Bu topraklarda aşk da bir şiddet. Mesela Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliette’ten çok daha derin ve şiddetlidir. Çölün dili başka oluyor galiba. Baksanıza bütün dünya, Ortadoğu’dan çıkmış dinler ve onların kitaplarıyla, sözleriyle dönüyor. Niye dünyanın başka bölgeleri değil de Ortadoğu? Çünkü sözün en güçlü olduğu yer. Goethe, ‘’Elbette ki, Doğu’nun şairleri, bizlerden üstündür’’ der. Kutsal Kitap’ta da, ‘’Önce söz vardı’’ denilmez mi? ‘Huzursuzluk’ta bu konu epey işleniyor zaten..
"Yalancılığın şıklaştırıldığı dünyada merhem, adalettir"
- Romanı okuyunca şöyle bir his geçti kalbimden: “Bu kitabı okuyan hiç kimse, artık göçmenlere önyargıyla bakamaz.” Yanılıyor muyum?
Öyle olmasını umarım...
- Göçmenlik nasıl bir psikolojidir?
Bir kitabımda, göçmenliği, ‘uzun ve ağır bir hastalık’ olarak nitelemiştim. Ben de siyasi göçmendim o sıralarda. Yurdundan uzak kalmanın acısını çok iyi bilirim. Ama 1975’te Stockholm’de yazılmış olan o kitabın (Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm) sonunda şöyle bir bölüm var: “Açlık çeken ülkelerden insanlar, sallara, köhne motorlara binecek ve Avrupa kıyılarını zorlayacaklar. Afrika ve Asya kıtalarının insanları, Avrupa’ya, Amerika’ya akacak. Bir süre sonra kimse başa çıkamayacak bu göçle!’’ Kırk yıl önce yazılmış bu satırlar, kehanet gibi, değil mi? Ama sadece 8 insanın parasının, dünyanın yarısından fazla olduğu bir ‘kudurmuş kapitalizm’ döneminde başka ne beklenebilir ki?
- Çözüm ne peki? Merhamet mi?
Bence değil! Merhamet de ikiyüzlü bir şey. ‘Huzursuzluk’ romanının mottosu şu: “Merhamet, zulmün merhemi olamaz!”
- Peki ne merhem olur?
Adalet! Gerçeğin bu kadar eğilip büküldüğü, kafaların iğfal edildiği, hatta düpedüz yalancılığın, sahtekârlığın bile ‘post-truth dönem’ diye adlandırılarak şıklaştırılmaya çalışıldığı bir dünyada huzur bulunamaz! Çünkü kapitalizmin tek bir tanrısı var: Para. Para, yeni tanrı artık!