Kültür ve sanat dünyasının önemli isimlerinden Zülfü Livaneli, Osmanlı tarihinin en tartışmalı dönemlerinden birine ve o dönemin başkahramanı olan II. Abdülhamid’e dair epik bir anlatımla sunduğu “Kaplanın Sırtında” adlı yeni kitabını anlattı. “Amacım tarihsel bir şahsiyeti ve o dönemin koşullarını olduğu gibi ortaya koymaktı” diyen Livaneli, “Ben kimseyle dövüşmüyorum, öyle bir niyetim yok, 120 seneki önceki şahsiyetlerle bir davam yok” dedi.
“Beni daha çok kişi hikâyesi ilgilendiriyor” diyen Livaneli, politik, ideolojik tartışmalardan çok romancı olarak bir kişinin psikolojisinin ilgisini çektiğini ve bunun için bu dönemi çalışmaya başladığını söyledi. Livaneli, Abdülhamid'in tahttan indirilmesini "kaplanın sırtından düşmek" metaforuyla özdeşleştirdiği kitabından bahsederken, "Bir günde iktidarı bu kadar kaybedebilmek. 'Kaptanın sırtından düşme' metaforuyla birleştirdim. Kaplanın sırtındayken o vahşi hayvana egemensin, o sana bir şey yapamaz, çünkü sen üsttesin, öyle de doğmuşsun. Ama inmek istediğinde bir gün ya da düşersen paramparça eder seni o kaplan. İktidar öyle bir şeydir" diye konuştu.
Zülfü Livaneli, yeni romanı “Kaplanın sırtında” adlı yeni kitabını İnkılap Kitapevi’nin hazırladığı podcast serisinde Sırrı Süreyya Önder'e anlattı.
Sırrı Süreyya Önder Livaneli’nin kitabından, “Bunun çok değişik bir yerde tartışılacağını düşünüyorum. İlk gördüğüm şey sizin bu gayreti ve sadakati çok yüksekte tutuğunuz birine tarihsel bir şahsiyete ya da tarihtekilere olgulara saygısızlık etmeme adına 40 bin parça olmuşsunuz ama ortaya da çok güzel bir şey çıkmış” diye bahsetti.
"Ben kimseyle dövüşmüyorum, 120 seneki önceki şahsiyetlerle bir davam yok"
Livaneli “Kaplanın sırtında” adlı kitabına ilişkin olarak şunları anlattı:
“Kitabı dört yıldır yazıyorum. Hatta dört yılı da geçti. Fakat kitabın çıkmasına çok az kala görüyoruz bugünlerde yine onu tartışıyor. Siyaset onu tartışıyor. Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet sloganları duyuluyor. Çıkıyor siyasetçiler Abdülhamid Han’a laf uzatmak senin haddin midir diyor. Hâlâ bir Abdülhamid tartışmasıdır gidiyor. Aslında Abdülhamid tartışılmıyor burada. Türkiye’nin bir dönemeci tartışılıyor burada. Tarihteki şahsiyetler üzerine siyaset kurmak ve 120 yıl önce şunlar olmuştu sen kimi tutuyorsun diye tartışmak hakikatten doğru bir şey değil. Bu kadar sene öncede kalmış olayların bugüne malzeme olmaması gerekiyor. Olsaydı zaten cumhuriyet kurucularının ya da daha öncesinin durmadan tanzimat fermanını tartışmaları gerekiyordu. Bu olmaz. Bana kalırsa bu fikir hayatının olmadığını gösteriyor. Zaten tweet’lerle giden bir fikir hayatı. İnsanların okumaya araştırmaya vakti de yok. Bu tez ve doktora yazanlar bile bakıyorum tweet’lerdeler 24 saat. Birbirine aforizma paylaşarak cevap veriyorlar. Aslında çok ciddi tarihçilerimiz var bu konuyu irdelemiş. Zaten kitabın sonuna bir kaynakça gibi koydum onu. Epey birkaç dilden araştırma yaptım.
Benim buradaki amacım tarihsel bir şahsiyeti ve o dönemin koşullarını olduğu gibi ortaya koymaktı. Roman buna daha elverişliydi. Çünkü tarih kitapları nihayet olguları veriyor ama roman psikolojiyi de verdiği için Abdülhamid’i ve karşıtlarını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Elbette ki ben kimseyle dövüşmüyorum, öyle bir niyetim yok, 120 seneki önceki şahsiyetlerle bir davam yok. Beni daha çok kişi hikâyesi ilgilendiriyor. Politik, ideolojik tartışmalardan çok romancı olarak bir kişinin psikolojisi ilgimi çektiği. Onun için bu dönemi çalışmaya başladım.
Şöyle bir şey düşünün, padişahsınız, üç kıtaya yayılmış imparatorluğun padişahı ve halifesisiniz. Herkes el etek öpüyor önünüzde. Dolmabahçe'de bayram tebriklerini kabul ederken bütün erkân, yabancılar padişaha yaklaşıp elini ya da eteğini ya da ayakkabısını bile öpemiyorlar. Tahttan uzanan bir kordon var. Epey uzağa gidiyor onu da bir paşa tutuyor, gelip o kordonun ucundaki püskülü öpüyorlar. Bu kadar her şeyin hakimisin. Bir günde bunlar bitiyor. Seni o saraylarından alıyorlar. Selanik'te metruk bir köşke yerleştiriyorlar ailenle beraber 36 kişi. Bir gece tahtaların parkelerin üstüne atıyorlar boş köşkte. Yiyecek yok, içecek yok, çatal yok, havlu yok, yatacak yer yok, tahtaların üzerinde yatıyor prensesler. Bu benim çok ilgimi çekti. Bir günde iktidarı bu kadar kaybedebilmek. 'Kaptanın sırtından düşme' metaforuyla birleştirdim. Kaplanın sırtındayken o vahşi hayvana egemensin, o sana bir şey yapamaz, çünkü sen üstesin, öyle de doğmuşsun. Ama inmek istediğinde bir gün ya da düşersen paramparça eder seni o kaplan. İktidar öyle bir şeydir. Daha önce olsa öldürülüyordu. Abdülhamid'in öldürülmemiş olması da tabii kendine adına bir şans."
Podcast'i dinlemek için tıklayın.