Kültür-Sanat

'Zarafete meyyal bir hayvan olarak şair'

'Sizi bilmem ama kendi adıma tamamen yabancısı olduğum bir tecrübeyi, bir anda çok tanıdık bir duyguya dönüştürüyor benim için bu şiir. Yanmak da böyle bir his değil midir zaten?'

28 Nisan 2012 21:32

Yasemin Çongar

(Taraf, 28 Nisan 2012)


Jack Gilbert’ı bana Bud öğretti. Bud ya da kimselerin onu çağırmadığı adıyla Frederick J. Ruf olmasaydı, Gilbert’ın “büyük yangınlarının” içine belki hiç düşmeyebilir ya da, daha beteri, o yangınların içinden hiç yanmadan geçebilirdim.

Üzerine her an milyonlarca göz değen ve üzerine değen her gözde “el emeği” çirkinliğinin farklı bir sûretini gören bol botokslu şehrimiz, şimdi, yüzüne sihirli aynasını tutup, bir müddet için ona sadece güzelliğini —beton değil toprak, boya değil su, ampul değil güneş, ay ve yıldız olan kadim ve körpe güzelliğini— seyrettiren bu divâne baharla hepten baştan çıkmış bir halde, insanlarını bırakıp çiçekleriyle cilveleşirken, ben de onun bedeni yorgun, içi kıpır kıpır, hafızası yaralı sahillerinde, parklarında, sokaklarında yürüyorum günlerdir. Yavaş adımlarla… Yaşaran gözlerime, tıkanan nefesime inat polenli havayı içime çekerek, “şairin hayat kitabı”nı bir gizli geçit gibi göğsüme bastırarak, o geçitten başka mevsimlere de varabilme ihtimalini severek yürüyorum. Yürürken, hep aynı tekerleme taklalar atıyor içimde: Şiir anlatılmaz. (Ve her şey gibi, ve her şey kadar anlatılabilir şiir.) Şiir çevrilmez. (Ve her şey gibi, ve her şey kadar çevrilebilir şiir.)

 

Hamile kalmadan doğuranlara nispet yapıyor

 

“Şairin hayat kitabı” dediğim, mart başında yayımlanan ve Gilbert’ın neredeyse yetmiş senelik külliyatına tekabül eden Collected Poems (Toplu Şiirler). 1925 Pittsburgh doğumlu Amerikalı şairin, berrak bir ses ve basitliği ölçüsünde keskin vurgularla, süssüz ama lirik olmayı başararak birbirine eklediği mısralara bu kitap sayesinde bir bütün olarak “sahip olduğum” hissi böyle heyecanlandırmasaydı beni; Gilbert’ın şiiri, otobiyografik bir roman niyetine okunmasına imkân veren çok özel bir ilişki kurmasaydı hakikatle; ve nihayet, bu şiir Türkçede küçücük de olsa bir yer bulmuş olsaydı kendine, Collected Works üzerine yazmaya girişmezdim doğrusu. Zira ancak bir yere kadar anlatılabilir, bir yere kadar çevrilebilir şiir… Üstelik, Gilbert’ınki gibi, hikâye edilmeye istisnaî biçimde müsait bir şiirin bile, bir gazetenin, mısraları en olmayacak yerlerinden kıran daracık sütunlarına mecbur bırakılmaması ve benim gibi acemi bir çevirmene emanet edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yine de deneyeceğim. Kimbilir bu vesileyle, işin ehli olanlar da Gilbert’la ilgilenmeye başlarlar belki.

Hayatı boyunca aralıksız biçimde yazmasına rağmen, yazdıklarını fasılalarla –bir keresinde tam yirmi sene mola vererek– yayımlayan Gilbert, şiiriyle, “Hamile kalmadan doğuruyorlar” diyerek eleştirdiği nice şair ve yazara nispet yapan bir edebiyatçı. Gençlik şiirlerinden birinde kendisinden “çürümenin lezzetini seven canavar” diye söz eden şair, hayatın sürekli “döllediği bir rahim” taşıyor sanki içinde; bir yandan tensel, şehevî, vahşi bir şiir onunki, bir yandan da alabildiğine evcil, alabildiğine gündelik; yine kendisinden ödünç bir tarifle “zarafete meyilli bir hayvan” gibi yazıyor, mısraları beşerî olamayacak kadar sahici bazen.

 

Yetişkin düşlerinin şiirinin peşinde

 

Bud’a dönüyorum. Seneler önce, uzak bir diyarın nispeten küçük bir üniversitesinde, benim gibi postmodern teolojiyi anlama çabasıyla bir odaya toplanmış bir avuç meraklıya, tanrılardan ziyade şairleri öğretmeyi seçen 1950 doğumlu Amerikalı İlahiyat Profesörü Ruf, son kitabı Bewildered Travel: The Sacred Quest for Confusion’da (Yönünü Yitirmeye Yolculuk: Kutsal Kargaşa Arayışı), seyahatin “dinsel” işlevini, ötekiyle karşılaşma ve bu karşılaşmalardaki kırılma anları üzerinden anlatırken, derslerinde pek çok kez yaptığı gibi, yine Gilbert’ın “büyük yangınlarına” getirmiş sözü. Şairin 1982-1992 arasındaki şiirlerini kapsayan, “The Great Fires” (Büyük Yangınlar) kitabında Yunanistan, Danimarka ve İtalya’ya yaptığı –her biri kısa dönemli birer sürgün olan– seyahatleri anlattığını hatırlatıyor Ruf: “Bu seyahatler birer arayıştır –ölen karısını, aşkı ya da tutkuyu, bir katedralin devâsâ kapılarının ardında şarkı söylediklerini işittiği ruhları arar. Bir şiirinde, âşık olduğu evli bir kadını; kadının kocası uzakta, bebeği ise yanıbaşlarında uyurken, o kadınla sevişmesini anlatır. Bebek uyanır, ağlar. Gilbert gider, bebeği alır. Sevişmenin sonunu getirirken, kadınla birlikte, yanlarında tutarlar bebeği…”

Ruf, “ve sonra Gilbert ile bebek ikisi birden” deyip, sözü şaire bırakıyor burada: “emdik onu, kafalarımız / parlak karanlıkta hiçbir şey görmeksizin birbirini dürterken…” Sonra yine kaldığı yerden, yalnızlığın, arzunun ve tensel temasın ötekiyle ilişkimizi nasıl etkilediğini anlatıyor Ruf. Hayata dair ne varsa gizli kalsın isteyenler, bugünlerde daha bir üst perdeden konuşmaya başladılar mâlûm ve hal böyleyken, “başkasıyla evli bir kadının sinesinden süt emmek için bir bebekle kafa kafaya veren erkek” imgesinin kışkırtıcı bir yönü olabilir elbet. Olsun! Anna adlı Danimarkalı kadınla ilişkisini şiirleştirmesi, bir bütün olarak Gilbert’ın eseriyle ilgili önemli şeyler söylüyor bize. Tıpkı en eski sevgilisi ve şimdiki hayat arkadaşı Linda gibi, İtalya’da bıraktığı nişanlısı Gianna gibi, otuz altı yaşında kanserden ölen karısı Michiko gibi, Gilbert’ın şiirine adıyla sanıyla buyur ettiği gerçek kadınlardan biri Anna. Gilbert, The Paris Review dergisine yedi sene önce verdiği mülakatta, şairliğini anlatırken de, yine bir Anna şiirine getirmişti sözü. Şiirin adı, “Trying to Have Something Left Over” (Geride Birşeyler Bırakmaya Çalışırken). Şöyle çevrilebilir belki:

“Çok şefkatli bir yanı vardı oraya / gittiğim zamanlardaki hüznün. Karımı / çok sevdiğimi biliyordu, bir istikbalimiz olmadığını biliyordu. / Birbirine yardım eden yaralılar gibiydik / nihayeti beklerken. Şimdi düşünüyorum, o / Danimarka ikindilerinin ne denli mutlu olduğunu hiç / anlamış mıydık diye. Çoğu zaman konuşmazdık. / Genellikle o evişlerini yaparken/ ben bebeğe bakardım. Altını değiştirir ve güldürürdüm onu. / Onu her havaya fırlatışımdan önce / usulca Pittsburgh derdim. / Ağzımı minik kulağına götürüp Pittsburgh diye fısıldar / ve onu daha yükseğe fırlatırdım. Pittsburg ve yükseklerde mutluluk. / En ufak bir iz bırakmamın tek yolu. / Onun oğlu, böylece hayat boyu / birisi Amerika’nın o bedbaht çelik şehrinden / söz ettiğinde, nedenini bilmediği bir memnuniyet / duyabilirdi. Her seferinde / belki de önemi olan kayıp bir şeyi / handiyse hatırlayarak.”

Sizi bilmem ama kendi adıma tamamen yabancısı olduğum bir tecrübeyi, bir anda çok tanıdık bir duyguya dönüştürüyor benim için bu şiir. Yanmak da böyle bir his değil midir zaten?

Gilbert, The Paris Review’a şöyle anlatmış şiiri: “Bu son gecemiz. Öteki kadına, yani Anna’ya veda edeceğim. Bir bebeği olmuş –benden değil– ve kocası bu bebeğe tahammül edemediği için terketmiş evi. Onu göreceğim son gece bu ve ona karşı inanılmaz bir şefkat, minnet ve sevgiyle doluyum. Ve yatakta değiliz –daha önce vahşi bir ilişkimiz olmuş… O, sessiz ve üzgün, evi temizliyor, ben de onun bebeğini eğlendiriyorum havaya atıp tutarak. Şiir bunu anlatıyor. Hüzünlü ve şefkatli. Hakiki bir yetişkin düşü.”

Gilbert’ın kendi şiirini hikâye etmesini “tuhaf” bulanlarınız olacaktır; bense şairin, “Benim şiirini yazmak istediklerim böyle şeyler işte; yetişkin düşleri… Hüzünlü oldukları için değil, önemli oldukları için” cümleleriyle bağladığı bu küçük hikâyenin bize edebiyatın kalbini anlattığını düşünüyorum.

 

Aşkın ve ıstırabın hayata minnettar şairi

 

Gilbert, paraya, üne, mevkîye, sosyal ilişkilere boş verip, sadece şiir yazarak, seyahat ederek, basit ve bohem yaşayarak geçen bir hayatın kışını sürüyor şimdi. “Ömür boyu edebiyat camiasından uzak durmasının yararı” kendisine sorulduğunda, “Bu sayede, hayatta olduğumun farkına varabildim” diyor: “Böyle söyleyince sahte gibi geliyor kulağa. Ama söylemenin başka bir yolunu bilmiyorum. Öyle minnettarım ki. Sahip olmak isteyip de olamadığım hiçbir şey yok. Michiko’nun ölmüş olması büyük bir keder veriyor bana, Linda’nın aşkını kaybetmiş olmak eşit derecede keder veriyor. Ve yapmak istediğim bazı şeyleri yapmamış olmak. Ama yine de minnettar hissediyorum kendimi. Benim olduğum kadar mutlu olmak neredeyse bir haksızlık. Bunu haketmedim; sadece çok şanslıydım. Aynı zamanda çok ama çok inatçı. Hayat diye istediğim şeyi elde etmeye kesinkes kararlıydım.

Collected Works’teki şiirleri okurken, Gilbert’ın hayat diye —ve yine kendi deyişiyle— “küstah bir hırsla” istediği şeyin, kırılmalardan, kopuşlardan, kaybolmaktan korkmayan, kalbe ket vurmayan bir varoluş hali olduğunu anlıyorsunuz. Aşk ve ölüm kolkola geziyor bu şiirlerde: “İzin verin son bir kez daha/ âşık olayım diye yalvarırım onlara. / Bana ölümlülüğü öğretin; korkutup / şimdiki zamana kaçırın beni. Bulmama yardım edin / bugünlerin sıkletini.”

Gilbert’ın ruhsal kipi hep şimdiki zamana ayarlı; “bugünlerin sıkleti” dediği şey ise, ânı yoğunlaştırmakla ilgili biraz da, zamanın içinde durmak ve âna ilişkin her şeyi yeniden tarif ederek yakalamak istiyor sanki, mânâ kesifleşsin istiyor.“Tear it down” (Yık, gitsin) şiirinde, “Kalbin ne olduğunu bulmamızın tek yolu / kalbin bildiklerini sökmektir. Sabahı yeniden tarif ederek / karanlığın hemen ardından gelen bir sabah buluruz” diyor:

“Evliliğin içine gireriz evliliğin içinden geçerek. / Aşkta ısrar ederek bozarız onu, ötesine taşarız / sevginin, ve ağzımıza doluncaya dek batarız aşka. / Yıldızları görebilmek için takımyıldızları öğrenmemiş olmamız gerekir. / Ama çocukluğa dönmek işe yaramayacaktır. / Köy, Pittsburgh’dan daha fazla değildir /… / Aşk yetmez. Ölürüz ve / sonsuza kadar toprağa koyarlar bizi. / Hâlâ vakit varken, ısrarcı olmalıyız. Yemeliyiz / şimdi yatağımızda yatan o tatlı vücudun / yabanîliğini, o vücudun içindeki vücuda erişmek için.”

Yaşadığını hissetme konusundaki bu deli ısrar, ifadesini yer yer vahşice bulan bu şehvet, Gilbert’ın iflâh olmaz bir iştahla anlattığı bütün mahrem ilişkiler, sonunda hep aynı ateşte kavrulup korlaşıyor oysa. Bir “haz şiiri” değil Gilbert’ınki; hüznünü, kederini, “The Forgotten Dialect of the Heart” (Kalbin Unutulmuş Lehçesi) şiirindeki gibi beklenmedik bocalamalarla eleveriyor bazen: “Dilin bir anlamı hemen hemen taşıması nasıl da hayret verici / ve tam olarak taşımaması nasıl korkutucu. Aşk diyoruz, / Tanrı diyoruz, Roma ve Michiko diye yazıyoruz ve kelimeler / her şeyi nasıl da yanlış ifade ediyor.” Bazen de Gilbert, bilerek peşine düşüyor acının: “Mutlu insanlarla geçirdiğim bir yaz sonrası, / alelacele dönüyorum, korkmuş bir halde, acıyı / her bulduğum yerde kana kana içerek.”

Ya da “Games” (Oyunlar) şiirinde yaptığı gibi, olabilecek en naif sorularla sarsıyor bizi, asıl vahşetin ötekine aldırmamak olduğunu hatırlatıyor: “Istırabın gerçek olduğunu hayal edin. / Şu ihtiyar insanların ölümden korktuklarını hayal edin. / Ya o cüce veya o tek kollu kız / gerçekten acı çekiyorsa? Nasıl da imkânsız olacağını hayal edin / yaşamanın, eğer bazı insanlar / hayat boyu yalnız ve korku içindeyseler.”

Ve tabii, “The Great Fires” (Büyük Yangınlar), Gilbert’ın “her şeyden ayrıdır” dediği, “arzu ve heyecan hiçbir şeydir onun yanında” dediği, büyük yangınların en büyüğü saydığı “aşk” duygusu üzerine terennümleriyle sürüyor: “Aşkı bulan vücut değildir. / Bizi oraya eriştirendir vücut. / Aşk olmayan şey kışkırtır onu. / Susuzluğunu aşk olmayan şey giderir.” Ve tabii: “Arzu yok olur / aşk olmaya çalışır çünkü.” Ve sonra: “Aşk kalıcı değildir ama farklıdır / kalıcı olmayan tutkulardan. / Kalıcı olmadığı için kalır aşk.”

Ben yanmaya değer derim.