Fransa’da yaşayan ve eserlerinde cinselliği sıkça yer veren Arslan
40 yıl aradan sonra ilk kez İstanbul'u ziyaret ediyor. Sanatçının
500'den fazla resimden oluşan retrospektif sergisi 21 Mart 2010'a kadar
açık olacak.
Fransa’da yaşayan ünlü ressam Yüksel Arslan 40 yıllık bir aradan sonra ilk defa İstanbul’u ziyaret ediyor. 500’den fazla resimden oluşan devasa bir Yüksel Arslan retrospektifi de yanında getiren sanatçının sergisi, Santralistanbul’da 21 Mart 2010 tarihine kadar sanatseverlerin ziyaretine açık olacak. Milliyet, sergisinin açılışı için Paris’ten gelen ve yaşı 80’e yaklaşmış Arslan'la konuştu.
40 yıl sonra İstanbul’a geldiniz, nasıl buldunuz buraları?
Bir salı akşamı geldik, akşam k aranlığında bir şey görmek mümkün değil tabii. Çarşamba sabahı erkenden Eyüp’e Bahariye mahallesine koştum, çocukluğumun geçtiği yere. İki tane cami avlusu vardı yıllardır burnumda tüten, gittim baktım yerindeler. O avlulara girince çocukluğuma dönmüş gibi oldum. Zaten insan yaşlanınca çocuklaşıyor sanki. Mahalle arkadaşlarımı sordum sonra, hepsi ölmüşler; hatta çocukları bile ölmüş. Pek anlam veremedim herkesin ölmesine, acaba bir salgın hastalık filan mı oldu? Bir daha geldiğimde bu konuyu araştıracağım (gülüyor).
Göç sırasında çiçek salgını
Anneniz de babanız da göçmen. Siz de bunca süredir Türkiye’den uzaksınız, sizinkine belki gönüllü göçmenlik denebilir. Bir bağlantısı var mı sizin tercihinizin anne ve babanızın tecrübeleriyle?
Hayatın cilveleri bunlar. Annemin bütün ailesiyle birlikte göç etmesinin nedeni Çarlık ordusundan kaçmaları. Yolda çiçek salgını geçiriyorlar, herkes ölüyor. Annem de çiçeğe yakalanmış ama atlatmış. Yüzü bundan ötürü çukur çukurdu. Bir tek kardeşi, bir de kendisi kalıyor. Annem gülerek anlatırdı o dönemi. Çok neşeli bir kadındı. Sonra Ankara’ya gelmiş, öksüzler evinde bir süre kaldıktan sonra kendisini Cenap Şahabettin evine almış, öz kızı gibi bakmış. Bir süre sonra da Cenap Şahabettin ile İstanbul’a geliyor. Babam da Kastamonu’dan, köyde iş olmadığı için geliyor. Gayet basit göçmenlik dediğin, biri Rus ordusundan kaçıyor öbürü iş aramaya geliyor. Onların yanında benimkisi göçmenlik sayılmaz. Benimkisi gayet tiyatro.
İlk serginizi 1955 yılında Maya Sanat Galerisi’nde açmışsınız. Nasıl doğdu bu fırsat? Oranın kurucusu, ünlü dublaj sanatçısı Adalet Cimcoz’u önceden tanır mıydınız?
O zamanlar bir tek özel galeri vardı. Ben de Maya’daki hiçbir sergiyi kaçırmıyordum. Bir eylül günü Beyoğlu’nda yürüyorum, tam Galatasaray’da Adalet Cimcoz’la Alev Ebüzziya’nın annesi karşıdan yürüyerek geliyorlar. Adalet hanımla karşı karşıya geldik, daha benim konuşmama fırsat kalmadan “Ben biliyorum senin ne istediğini, sen resim yapıyorsun ve sergi açmak istiyorsun” dedi. Çok şeker bir kadındı. “Bak, sergilere ben karar vermiyorum, bir kurul karar veriyor” dedi.
Kurulun kim olduğunu öğrendim sonradan; Sabahattin Eyüboğlu, Adalet hanımın kocası avukat Mehmet Ali Cimcoz, Mazhar Şevket İpşiroğlu ve birkaç kişi daha... “Sen getir resimlerini, onlar bakıp karar verecekler” dedi. Ben götürdüm resimleri, birkaç hafta sonra uğradım. Adalet hanım “Jüri senin resimleri çok beğendi, hatta sıradaki sergileri ertele hemen bu çocuğa sergi açalım dediler” diye anlattı bana.
Daha ilk işlerinizle kabul gören bir ressam oldunuz yani?
Evet, evet. O sergiden bazı resimleri bulmuş arkadaşlar, şimdi ayrı bir odada sergileniyor bu sergide. Benim için de sürpriz oldu, bazılarını hiç hatırlamıyorum.
“Tezer Özlü üzerine çalışmak istiyorum”
“L’Homme” adlı kitabınızın sonunda yaklaşık 400 kitaplık kaynakça verdiniz, bu listede sadece üç tane Türkçe kitap var, Fransızca okumayı tercih mi ediyorsunuz?
Ben hem konusunda derinlemesine bilgi veren kitaplardan hem de geniş halk kitlelerine hitap eden “vulgaire”, basit kitaplardan yararlanırım. Yeri gelir bazı dokümanlar, broşürler de elimin altından geçer. Resimlerimi yaparken yararlandığım kaynakları tümüyle paylaşmam bu nedenle epey güç oluyor. Türkçe okumamam bu noktada özel bir tercih değil. O dönemde hangi konuyla ilgiliysem bilgilenmek için okurum kitapları. Eğer o alanda Türkçe yayımlanan kitaplar sınırlıysa, doğal olarak ben de Fransızca okumuşumdur.
Sergideki çalışmalrınız arasında Metin Eroğlu'na, Nazım Hikmet'e bir de Orhan Veli'ye rastlıyoruz. Yapıtınızın toplamıgöz önünde bulundurulduğunda oldukça sınırlı yer vermişsiniz Türk yazarlarına, Türk edebiyatı ilginizi çekmiyor mu?
Sevmediğimden değil, mesela senelerdir Tezer Özlü üzerine bir arture yapmak istiyorum ama son dönemde onunla ilgili basılan bir şeylere rastlamadım, daha fazla beslenmem lazım resim yapabilmem için. Ayrıca Metin Eloğlu’ndan sonra bir sürü önemli ozan çıktı ortaya. Onların kitapları da var; Ece Ayhan, Turgut Uyar, Edip Cansever... Onları da okudum ama demek ki bir ipucu bulamadım. Ama bu ileride Türk yazarlara el atmayacağım anlamına gelmez.
Resimlerinizdeki fabrika ortamları annenizden, babanızdan aşina olduğunuz görüntüler mi yoksa sonradan edindiğiniz bilgilerle kurguladığınız mekanlar mı?
Tabii çocukluğum fabrikalara yabancı geçmedi. Ama o seriyi yapmadan önce kendim de araştırmalar yaptım. O zamanlar Citroen fabrikaları Seine Nehri kıyısındaydı, küçük kızımla oralara gittim, eskizler yaptım. Tabii ki bir yığın dokümanı elden geçirdim, fotoğraflar... Malum, dokümansız çalışmam.
“Antonin Arnaud’nun kitabını okudum, cinsellikten soğudum”
1961 yılında eserlerinizi Paris’e götürdüğünüzde galerici Raymond Cordier resimlerinizi görür görmez avukatını aramış, erotik içeriklerinden ötürü sıkıntıya girer miyiz diye. Aradan neredeyse 50 yıl geçtikten sonra 2009 yılında İstanbul’da retrospektif serginizi hazırlayanlar da hukukçulara danışmışlar başımıza bir şey gelir mi diye. Siz tehlikeli bir ressam mısınız?
Evet, evet zamanında hapse atacaktı adamlar ikimizi. Bu sergiyle ilgili böyle bir durum olduğunu bilmiyordum. Belki de başımıza bir şeyler gelir, kim bilir. Malum burası eski tımarhane, bakarsın kapatırlar beni de buraya!
“Bunlar en doğal konular”
Cinsellik söz konusu olduğunda toplumsal bakış açısı yerinde mi sayıyor?
Cinsellik söz konusu olunca insanlar tutuculaşıyor. Sanki herkes karısıyla, kocasıyla sevişmiyormuş gibi. Canım bunlar yasak olur mu? Bu konular insan hayatının en doğal konuları. Kadınlar yaşlanınca menopoza giriyor, erkekler de andropoza giriyor. Bende mesela andropoz var, ne güzel kurtuldum bu seks hayatından; bu konuları niye yasaklıyorlar anlayamıyorum.
Bir dönem yoğun olarak Antonin Artaud okuduğunuzu ve bunun sonucunda cinsel faaliyete ara verdiğinizi söylüyorsunuz.
Bir dönem etkilendim Artaud’dan, şimdi tam olarak hangi kitabını okuduktan sonra cinsellikten soğuduğumu hatırlamıyorum ama etkilendiğim doğrudur.
İşçi ailesinden geliyor
Yüksel Arslan, 1933 yılında bir
işçi ailesinin oğlu olarak Eyüp'te doğar. Lisede okurken, 1952- 1954
yılları arasında bulabildiği ölçüde guaşlar, suluboyalar ve pastellerle
resim yapmaya başlar. Paul Klee'nin etkisi altındaki resimlerini
İstanbul Erkek Lisesi'nin duvarlarında sergiler. Bu yıllarda edebiyat
dünyası ile yakınlaşır. Camus ve Kafka gibi yazarları okumaya başlar.
Liseyi bitirince bilinçli olarak sanat tarihi okumaya karar verir.
Okuduklarının da etkisiyle birkaç ay sonra kullandığı tüm hazır
boyaları doğa karşıtı bularak atar ve tarih öncesi ya da Anadolu
dokumacıları gibi kendi boyalarını doğal yoldan üretmeye girişir.
İlk sergi 1955 yılında
"Utangaç,
içine kapanık, bastırdığı duygularıyla topluma uyum gösteremeyen bir
çocuktum. Klasikleri devirmiştim ve Freud'un çevrilmiş eserleri kendimi
yeteri kadar tanımama yardım ediyordu." Yüksel Arslan bu bastırılmış
duyguların ilk yansıması olan sürtme tekniği ile oluşan 20 resmini 1955
yılında Galeri Maya'da sergiler. Resimler, sanat çevresinde ilgiyle ve
şaşkınlıkla karşılanır. Sabahattin Eyüboğlu yazısında, "Büyük bir
temizlikle, Tabula Rasa yaparak başlıyor. Çırılçıplak iki boyutlu
insansız bir dünya" der. Arslan resimlerinin hepsi satılınca Haşet
Kitapevi'ne gidip sanat kitapları satın alır.
1956'da toprak,
bal, yumurta akı, yağ, kemik iliği, sidik, kan gibi malzemelerden
oluşturduğu boyalarla yeni seri "İnsanlı Günler"i yapmaya başlar.
Ardından Eleşkirt'te askerlik yaparkenki izlenimleri ve 1958-61 arası
erotik dünya dizisi gelir. 1961 yılında ünü Fransa'ya dek ulaşır.
Arslan, Mübin Orhon ve Ferit Edgü vasıtasıyla Paris'te
"Gerçeküstücülük" sergisine katılır. Marguis de Sade, Lautremont,
Baudelaire, Rimbaud, Nietzsche okudukça çizgileri de değişmeye başlar.
Yüksel
Arslan, ne "art/sanat" ne de "peinture/resim" olan bir tür
geliştirmiştir. Bu türe bir de ad takar: "Arture". Arture resim ile
yazı arasında bir sanat. Hem yazı hem resim, bir diğer değişle
hayalle-gerçek arasında gidip gelen çizgiler. Sanatçının ilk
arture'leri çiçeklerden böceklere, böceklerden insanlara cinsellikle,
acılarla, ölümle, hastalıklarla, canavarlarla yüklüdür.
Tüm sanat,
edebiyat, felsefe dünyasının hayran olduğu bu yaratıcılığın bedeli de
vardır. Boyada doğalı ararken vücudunu zehirlemeden edemez. Alkol,
haşhaş, düzensiz yaşam derken çizgiler soyuta dönüşür. 1963-65 yılları
arasını seyahatlerle arture'lerini yapıp satmakla geçirir. İki yılın
sonunda yaşam arkadaşı ve bir çocukla Paris'e döner.
Kapital'i resimledi
1968
Avrupası'nda ve Fransası'ndaki çalkantılı ve siyasi ortam Arslan'ı da
etkiler. Marksizm'e yakınlaşır. Sömürenler, sömürülenler, makineleşme,
fabrikalar derken ortaya "Yabancılaşma" dizisini çıkarır. Ardından da
Marx'ın "Das Kapital"ini resimlemeye karar verir. On yıl sürecek bu
çalışma sırasında binlerce sayfa okur, notlar alır ve ortaya 55 arture
çıkar.
1980 yılında "Etkiler" dizisine başlar. Yaşamı boyunca
etkilendiği besteciler, bilim insanları, düşünürlerin yaşamlarından ve
eserlerinden yola çıkan Arslan, yaratıcılık sürecinde ortaya çıkan
delilikten cinselliğe, hastalıktan ölüme uzanan gelgitli duygulara ve
olaylara yer verir.
"Etkiler"den sonra gelen, 1999'a dek süren
"İnsan" dizisi ise "Kapital"le birlikte büyük ustanın şaheseri kabul
ediliyor. 14 yıl boyunca gece gündüz organlarıyla, uzuvlarıyla, cinsel
yaşamıyla insanlık durumu üzerine okur ve çizer.
2000 yılında ise
müzik, şiir, roman ve özyaşamla bezenmiş "Yeni Etkiler" dönemi başlar.
Burada da yine yeryüzü cenneti ya da cehenneminde yaşayan insanlara ait
her türlü duygu ve eylem yine birbiri içine geçmiş bir biçimde
anlatılır.
Orhan Duru, katalogda yer alan yazısında, "Arture'ler ile
sadece insanlığın değil, kendi portresini de çizdi Yüksel Arslan"
diyor.