Birgün yazarı Ali Murat İrat, manken Özge Ulusoy'un "Mankenler gidip fakirle mi çıksınlar" ifadesiyle ilgili olarak "Yoksulların durumları trajiktir. Yoksulluğun bilgisi, yoksulluğa ilişkin güzellemeler bile hâkim olan tarafından yapılmaktadır. Şanssızdırlar. Ve var oluşları insan olmanın en dayanılmaz şekillerindendir. Ancak sanırım yine de, en azından, Özge Ulusoy’la asla çıkamayacak olmaları gibi büyük bir şans da ancak onlara aittir" dedi.
Ali Murat İrat'ın "Fakirlerle n’apılabilir?" başlığıyla yayımlanan (22 Ağustos 2017) yazısı şöyle:
Bir kitapta tam şu satırları okurken: “Kinden sonra insanı en çok yıpratan duygu tövbe etmektir”... Manken Özge Ulusoy’la ilgili şu haber -geç de olsa- önüme düştü: “Özge Ulusoy, katıldığı bir söyleşide “Mankenler neden hep zengin işadamlarıyla çıkıyor?” sorusuna “Mankenler gidip fakirle mi çıksınlar yani, anlamadım” cevabını verdi.”
Okumayı bıraktım.
Çünkü siyaset felsefesi okumanın insanı götürdüğü derin ve huzurlu boşluktan beni çıkaran ve “felsefenin derinini arıyorsan asıl burada” dedirten sözler karşımdaydı. Şaka değil. Tıpkı birkaç hafta önce Aleyna Tilki’nin “Varlığım kendi dikkatimi bile dağıtıyor...” sözlerindeki bilinçsiz derinlikte olduğu gibi, burada da muhteşem bir nokta atışı vardı. İnsan bedenini yer etmiş yeni biyo-iktidarın kurduğu yeni kültür en uç noktalarından patlak veriyordu. Yaldızlar, parıltılar ve güzel sözlerle cilalanmış yüzey, birkaç küçük tırnak darbesiyle arkasını gösteriyordu.
Şöhretlerin en önemli özelliği, giderek güçlendirmeleri gereken özdisiplinleriyle, başıboş biçimde savrulmaya yatkın özgüvenleri arasında kalmışlıkları, bundan dolayı duydukları sancı ve kaygıdır. Bu ikisi arasındaki gerilimi çok az şöhret aşabilir. Ulusoy da belli ki henüz bunun sancısını çekmekte. Umarım bu dengeyi bir an önce kurup, vatanına milletine hayırlı bir manken olarak görevini icra edecek, hayırlı kazançlarla, fakir olmayan insanlarla çıkacak, mutlu bir hayat sürecektir. Temennim budur.
Fakirlik, Özal ülkeye neo-liberalizmi sokmadan önce, bir anlamda toplumun ahlaki kodlarını örüyordu. Yeşilçam’daki “zengin kız fakir oğlan” (ya da tersi) hikayeler bir dönem için kurucu kültürün göstergesiydi. Köyden kente göçün ve sınıfsal karşılaşmanın yarattığı kriz, toplumsal sınıf ve katmanlar arasındaki gerilim, zengin-fakir çatışmasında kendisini dışa vuruyordu. O nedenle sınıf çatışması korkusundan mıdır, entegrasyon derdinden midir nedir, fakirliğin sahip olduğu değerler toplumsal birlikteliği sağlayan değerler olarak kodlanıyordu. Fakir, zengin ve gaddar fabrikatörün karşısına dikilen Yaşar Usta’ydı. İnsanı insan yapan değerler ezildiğinde “çekip vuracak” kadar yiğit, sevgiye ve aşka inancı nedeniyle hayatını ortaya koyacak kadar erdemliydi. Yoksulluğun bu tarz inşası Özal sonrasında son bulmuştu. Zaten Özal ve sonrası dünyada eşitsizlik iyice derinleşmişti. 2000 yılında yetişkin nüfusun en zengin yüzde 1’lik bölümü dünyadaki zenginliklerin artık yüzde 40’ına sahipti. Şimdi ise daha fazlasına... Artık yoksulluk, yoksulların kendi yoksulluklarından kurtulmak için bir başkasının daha da yoksullaşmasına destek verebileceği yeni bir kültürel durumun adıydı. Birlikte kurtuluştan bireysel kurtuluşa giden yolda, Yahudi akrabasını, kendisini iki gün daha fazla yaşatabilmek için, tutup gaz odasına elleriyle götüren “kappa”lara benzemeye başlanmıştı.
Artık yoksulluk yalnızca bir an önce kurtulunması gereken bir maraz değil, aynı zamanda öjenik zihinler için rahatsız edici bir hijyen meselesiydi. Ulusoy da –belki o kadar değil ama- aşkla, sevgiyle, birliktelikle yoksulluğu bir arada kodlamıştı. Kuşkusuz Ulusoy’un cümlesindeki gizli, tehlikeli ve çürütücü olan şey onun zenginlerle çıkma tercihi değildir. Şudur: Aşkın ipotek altına alınmasıdır ki elimizde sisteme direnen yalnızca aşk kalmıştır.
Ulusoy için yoksulların varlığı mı, zenginlerin yokluğu mu daha büyük problemdir bilmiyorum. Ancak fakirlerle çıkmamak “prensibi” “peki onlarla neler yapılabilir?” sorusunu akıllara getirmez değildir. Fakirlerle çıkılmaz ama fakirlerin, onlara acıma, merhamet ve yardım etme gibi vicdan rahatlatıcı bir işlev taşıdığına şüphe yoktur. “Fakirlerle çıkmayan” birisi ölümlüler dünyasına indiğinde örneğin bir dilenci çocuğa vereceği 20 lira ile (fakir mi düşünüyorum yoksa 100 mü demeliydim) günü, ayı ya da haftayı kurtarabilecektir. Çünkü yoksulların, varlıklarıyla Allah’ı hatırlatıp “şükür çektirme, 3-5 kuruş verilerek vicdanları aklama gibi güzel işlevleri vardır.
Evet yoksulların durumları trajiktir. Yoksulluğun bilgisi, yoksulluğa ilişkin güzellemeler bile hâkim olan tarafından yapılmaktadır. Şanssızdırlar. Ve var oluşları insan olmanın en dayanılmaz şekillerindendir. Ancak sanırım yine de, en azından, Özge Ulusoy’la asla çıkamayacak olmaları gibi büyük bir şans da ancak onlara aittir.
Biz yine de yoksulluğun ne olduğunu bir kez daha hatırlatıp okumalarımıza geri dönelim: “Her yerde olan fakirlik açlık ya da açıklık değildir. Fakirlik para ve altına sahip olamama da değildir. Fakirlik, sahafta satılmamış bir kitabın üzerindeki tozdur. Fakirlik, kâğıt imha makinesinde, gazete parçalayan bir bıçaktır... Fakirlik yemeksiz geçirilen bir gece değildir, fakirlik “düşünmeden” geçirilen bir gecedir.”
Ulusoy konuşmasında “yüce Rabbimden” diyor, “şükür” diyor, “Allah” diyor. Bense okuyorum: “Titremene gerek yok, ben kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben” diyor, Hz. Muhammed.