Yaşam

Yeşilçam Kıbrıs’ta: Senin annen bir melek(-ti) yavrum!

23 Ekim 2010 03:00

 


Pembe Behçetoğulları

Yüzleşme, kişisel kimlikler/hayatlar için düşünüldüğünde, kişilerin geçmişleriyle baş etmeleri, geçmişlerinin bugünleri üzerindeki etkisini aşmayı ifade eder. Bu kavram, toplumsal kimliklerle ilgili olarak da sıklıkla kullandığımız ve duyduğumuz bir kavramdır; yüzleşilecek o ‘tarih’, ya da geçmişin izi bir türlü bugünün yakasından düşmediği için bugünü yaşayamaz, üzerinde duracağımız zemin sürekli kayar ya, işte toplumsal kimliklerin ‘yüzleşerek’ baş edeceği şey budur. Geçmişle yüzleşirken bugünü kurtarmak ve bugünü kurtarırken de geçmişimizi ‘yeniden’ yazmak.

Elbette bu statik bir süreç değil; geçmiş, sabit bir şekilde, bizim yüzleşecek cesareti bulacağımız güne kadar orada öylece beklemekte olan birşey değil. Başka türlü söyleyeyim: Yüzleşme, bizim özne, yüzleşilecek şeyin de nesne olduğu ve özne olarak bizim, gidip o nesneyi bulup, onunla hesaplaşacağımız bir süreç değildir bana göre. Bir adım daha atarak şunu da belirtmeli; yüzleşme sadece, bize acı veren anılardan kurtulmak için, acıyı yaratanları, failleri bulup, onlarla yüzleşilen bir karşılaşmalar biçimi de değil. Bu önemlidir tabii ama yetmez, bugünün zeminini yeniden ayaklarımızın üzerinde güvenle basabileceği bir hale getirmeye yetmez. Yüzleşme, bundan biraz daha karmaşıktır, zorluğu da buradan gelir. Özne olarak bizim acıyla ve iyi’likle özdeşleştiğimiz, nesne olarak failin ise bu acıya neden olarak ‘kötü’ olmak zorunda olduğu bu yüzleşme metni basittir; basit olduğu için de geçici rahatlamalar sağlar bize. Ama travmanın başka biçimlerde yeniden tekrar etmesini önleyemez, sadece ötelemiş oluruz. Yüzleşme için, öznenin, özne olma, özneleşirken bir nesneye ihtiyaç duyma süreciyle de hesaplaşması gerekir. Yani kısacası, sahiden yüzleşebilmek  için, kendinden çıkıp ötekinin eylemine bakmakla yetinemeyiz kişisel hikayelerimizde de toplumsal hikayelerimizde de. Yüzleşebilmek, en azından buna doğru bir adım atabilmek için, ötekinden çıkıp kendine dönmenin, kendini de bu hikayenin kurgusunda ‘mağdurlaştırılan’ olarak değil, bu hikayeyi var eden aktif bir özne olarak kurgulamak gerekir. Bir soruyla ifade edecek olursam: “Beni(-ve ötekileri) mağdur eden bu hikayenin kurgulanmasında (özne olarak) katkım var mı? Ve neden/nasıl bu yola girdim?” Bu soru, kişiyi/toplumu, mağduriyetinin nesnesi kılmaktan ziyade, kendi mağduriyetindeki sorumluluğunu arayan ve onu taşımaya hazır bir özne olarak kurar. Yüzleştiği tek ve sabit bir hikaye olmaktan çıkar böylece. Yüzleştiği, bu hikayenin her bir parçasıdır ama en çok da kendi ‘düşünme’ ve ‘eyleme’ biçimidir. Yüzleşme böylece geçmişten başlar, bugüne varır ve öznenin kendisini mercek altına alır. Böyle olunca da kolay değildir haliyle...

Bu girizgâhtan sonra, Kıbrıslı Türkler olarak toplumsal kimliğimizi bir türlü kuramıyor ya da üzerinde durduğumuz zeminin habire ayaklarımızın altından kaydığı hissiyle baş edemiyor oluşumuzun sebeplerine dilim döndüğünce bakmak istiyorum. Gazetelerde, köşelerde, haberlerin altındaki yorumlarda her gün duyduğumuz ses, bu çaresizliğin, sessizliğin sesi:  “Bittik”! Bu, farklı mecralarda farklı şekillerde titreşse de ortaklaşılan bir duygu, bir çığlık... Çok fazla şey ifade ediyor: Kıbrıslı Türklerin azınlık haline getirilmişliğe duyduğu içerlemeyi; Kıbrıslı Türklerin kendi ülkelerinde ‘temsil’ mekanizmaları tarafından dışlanır hale gelişinin kanıksandığını, yani temsil edil(e)mediğini; ve nihayet hepsinin bir sonucu olarak, Kıbrıslı Türklerin artık bir çıkış göremediğini! İçine girilen süreçte, barış kültürünün ilerletilemediği, tıkandığı her yeni günün, demokratik ve barışçı bir ortamda yaşama umudunu canlı tutmak isteyen Kıbrıslı Türkler için ekonomik-siyasal olarak bağımlı olunduğu gerçeğinin itirafına dönüştüğünü... Böyle ya da başka türlü ifade edilsin, bu çığlıkların hemen tümünde, başka başka örneklerle –mesela KTHY ile başlayan ve önümüzdeki dönemlerde diğer kamu kuruluşlarıyla devam edeceği ve canımızı daha çok yakacağı aşikar olan ‘özelleştirme’ ya da Türkiye sermayesine ‘açılım’ dalgası; KKTC başbakanına, o makama ya da başbakanın bir devleti ve halkı temsil ettiğine pek saygı duymadığını gizleyemeyerek “Senin maaşın kaç para?” diye soru sorabilecek TC başbakanının tutumunun sadece ona özgü olmayan, TC devlet yetkililerinin değişik zaman ve yerlerdeki aşağılayıcı sorgu ya da tanımlamaları; Kuzey Kıbrıs’taki bir grev haberini Kıbrıslı Türklerin ‘tembel olduğu’ (Türkiye’de hakim) kalıp yargının yanına ‘Ankara’dan paralar aksın, kendi de siesta yapsın’ türevi hamasi kalıpla birleştirerek verebilen, Türkiye (Büyük)medyasının Kıbrıslı Türklere yönelik soydaş-kardeş-sevgisinden düşman-kardeş söylemine kayışı, vs.– Kıbrıslı Türklerin doğrudan doğruya “varlığını” tehdit eder hale gelen ve  her gün daha da ağırlaşan bu –karşılıklı ilişkiye değil– bağımlılığa, her tür mekanizmayla gelen yok sayılmaya işaret ediliyor, etmek isteniyor. Türkiye ile KKTC arasındaki ilişkideki iktidar topuzunun ağırlığının ne tarafta olduğunun belki de fazlasıyla aşikar olmasından dolayı olsa gerek, bu neredeyse ‘siyasallığından’ kopmuş (ya da kendine siyasal olarak akacak bir dil bulamamış, belki bir zamanlar bulmuş ama yitirmiş, ama aramaktan çok bir kabulleniş içindeki), sadece ölmemek, var kalmak için direnen, boğuk bir çığlık... Peki bu çığlık siyasal bir dil içinden kendine ‘söz’ kuramaz mı, siyasallaşamaz mı? Kendini ‘temsil’ edecek siyasallığı aradığını dahi unutmaya hazır bu ‘toplumsal’ çığlık, yeniden umutlandırılamaz mı?

Bu sorulara evet diyebilmek için sanırım bugün görüntüsünde parlayıp sönen yakın geçmişle (de) yüzleşmek lazım. Yukarıda yüzleşmenin karmaşık yapısından söz ederken söylemeye çalıştığım gibi, geçmişin ağır yaralarıyla, 1974 öncesiyle, savaşla, ‘cellat ve kurbanla’, yüzleşmeyle cebelleşirken, 74-sonrası kurgular yüzleşmeden muaf tutuluyorsa çığlık söz olamaz, Kıbrıslı Türklerin varlığı kendine bir temsil krizi dışında hiçbir yerde zemin bulamaz. O zaman şu soruyu sormak gerekmez mi? ‘Nasıl oldu da Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar’ın varlığının kendisini ezmesine karşı durmayı becermişken, Türkiye’nin varlığını ezen (fazla) varlığına dur diyemedi? ya da demedi?”. Hemen yanıt verebilir ve diyebiliriz ki, “dur diyemedi çünkü günden güne irademiz daha sorunlu hale getirildi ve bu sandıktan her alana doğru yayılarak bizi belirledi”; ampirik olarak yanlış olmadığını düşünsem de, bu yanıt bugünden yarını kuracak, siyasal olarak temsil olanakları açacak bir olasılık yaratmıyor. 1974-sonrası siyasetin bizi kendine eklemlediği zaaflı yerle yüzleşmeye yetmiyor bu ‘belirlenim’ merkezli bakış; yeni bir siyasal dil oluşturma potansiyelini örtüyor, kapatıyor. O zaman, Kuzey Kıbrıs’taki reel siyaseti de içine alarak, parçası olduğumuz ‘var oluş rejimini’ kuran o paradoksal hissiyatımızı mercek altına alabilir miyiz? Yüzleşeceksek, kendi hissiyatımızı, herşeyi teğet kesen o hissiyatı da masaya koyarak başlayacağız işe, zira sol’dan bir siyaset üretmek iddiası hala varsa, sol da kendi adına, bu yüzleşme olmaksızın bunun mümkün olmadığıyla (da) yüzleşmeye hazır olmak durumundadır diye düşünüyorum.

Şunun, “var olmak ve varlığını kendisini temsil edecek bir devlet aracılığıyla kabul ettirmek ‘fantazisinin’ Kuzey Kıbrıs’ta başarıya ulaştığı yerin, paradoksal olarak, Kıbrıslı Türklerin temsil mekanizmaları içinde pazarlık gücünü neredeyse son damlasına kadar yitirmeye ‘razı oluşu’ olduğunun” altını çizmek fazla mı olur? Yani, Kıbrıslı Rumların geçmişteki ‘iddialı’ varlığının yanında, ona ‘yama olmamak’ ve kendi ayakları üzerinde var olabilmek için Kıbrıslı Türklerin Türkiye’yle yaptıkları “görünmez sözleşmeyle” (reel olarak böyle bir sözleşme yoktur elbette) uzun bir süre boyunca görünmez kalmaya razı oldukları söylenebilir. Buradaki ‘görünmez sözleşme’ çok açık bir inancı barındırıyordu Kıbrıslı Türkler açısından: Nasılsa Türkiye Cumhuriyeti devleti, ne olursa olsun, Kıbrıslı Türkleri, kör kuyularda merdivensiz bırakmazdı. Temsil gücünü tamamen kaybetmenin arkasında yatan en önemli hatlardan bir tanesinin, Kıbrıslı Türklerin, varlığının (temsilinin) gücünü ve hatta (tanınmayan)devletinin ‘meşruiyetini’ sadece Kıbrıslı Rumlara ‘karşı’ ve bir mağduriyet üzerinden kurmuşluğu olduğunu söyleyeceğim. Varlık sorununu, ‘azınlık’ olmaktan kurtulmaya ve sadece ona endeksleyen bir siyasetin, ironik bir şekilde o toplumu bu sefer başka bir ‘güç’ karşısında tabi-bağımlı-‘azınlık’ haline getirmesi (azınlık derken aynı zamanda tüm temsil olanaklarının kaybıyla beraber deneyimlenen azınlık psikolojisi ve yenilmişlik, dahası aldatılmışlık duygusundan söz ediyorum) ilginç bir hikaye olsa gerektir.

Kıbrıslı Türkler, çok da kısa olmayan aralarla da olsa, yukarıda da belirttiğim gibi, ya Türkiye’deki (Büyük)gazetelerin aşağılamasına ya Türkiye’deki (Bazı)köşe yazarlarının “akıl dağıtıcı” buyurgan köşelemelerine ya da hiçbiri olmadı ‘maaşın kaç bakiim senin?’ şeklindeki aşağılamalarına maruz kaldıklarında, Kıbrıslı Rumların karşısında olsaydı, “hadi ordan” diyebilecekleri bir yanıt üretemeyecek kadar ‘sakatlandılar’ var kalmak uğruna ‘evet’ dedikleri pazarlıklar içinde.  Bu ‘sakatlanmaya’ razı geldiler –bunu ya adlandırma zaafiyeti yaşadılar, ya adlandırırken bir takım bahaneler aradılar, buldular, aşağılandığını açıkça ‘söylemek’ bir siyasetin kapısını açacakken, geri çekilmeyi tercih ettiler yine o pazarlık sürsün diye ya da artık bir çıkış kapısı görmedikleri için. Aşağılandığını herkes görürken onu kamusal olarak (siyaseten) adlandırmayarak, hem var olan durumun, hem de ona bağlı olan var oluş rejiminin eskisi gibi devamını ideolojik olarak mümkün kıldılar! Kıldık...  Çaresizlik duygusu, o çığlık, bittik’ler hep bu regresyonun dilsiz/siyasetsiz bırakmasından... hala...

Yeşilçam filmlerinin unutulmaz repliklerinden biridir “Senin annen bir melekti yavrum”! Lekeli bir durum vardır annenin üzerinde, biraz ‘kötü kadın’ımsı görünmektedir ya, bu lekenin esasta olmadığını bilen, iddia eden tek ve esas figür olarak babanın lekeyi kaldırmak için konuşması gerekmektedir, yoksa kızları, annenin lekeli oluşu yüzünden mutluluğundan olacaktır. Esas oğlan onu ‘almayacaktır’. Esas kızın, lekeli bir kadının kızı olarak evlenmesi çok zordur Yeşilçam kurallarına göre. Çünkü anne kötüyse kız da kötüdür; anne melekse ancak, kız da melek olabilir çünkü. Ama cümlenin zamanı di’li geçmiş zaman. Anne eskiden melekti yani: Yani gördüğün o kadın eskiden bir melekti: Yani, senin annen sen yokken melek(-ti) yavrum...