Tiyatro sanatçısı Levent Kazak, Şehir Tiyatroları’nda Cibâli Karakolu’nun sansürlenmesiyle başlayan tartışmalara ilişkin ‘Sansür oyun içindeki repliklerin makaslanmasıyla değil, oyun seçiminden başlar. En büyük sorun bence bu kurumların kendini içerden eleştiremiyor, ya da savunamıyor olması. Memurdan sanatçı olmaz savının yan etkisi bu, sözleşmeleri gereği susmak zorundalar’ değerlendirmesinde bulundu.
Kazak, Türkiye’deki politik gelişmelere ilişkin ‘’Bijon anahtarı ile sıkıyorlar bizi yavaş yavaş. Yeni Türkiye’de rejim değişti, hazmetmemizi bekliyorlar, adını sonra fısıldayacaklar; her zaman yaptıkları gibi’’ ifadelerini kullandı.
Ali Deniz Uslu’nun Cumhuriyet gazetesinde yer alan Levent Kazak söyleşisi giriş yazısıyla birlikte şöyle:
Levent Kazak'ın yazıp yönettiği yeni oyunu Kurusıkı. Kazak, oyunun göbeğine şiddet temasını yerleştirmiş. “Şiddete seyirci kalmak aslında o şiddete ortak olmak demektir, seyirci de işte tam bunu yaşayacak” diyor. Oyun izleyenin dengesini altüst ediyor, sonra kendi dengesini kuruyor. Çağırılmaya hazır bir adım ötemizdeki kaoslarımızı yaşatıyor.
Levent Kazak'ın yeni oyunu “Kurusıkı”da dramatik yapı ile komedi dengesi dozunda. Mizah ise hayatın içinden sızıyor. Hiçbir anlatımda zorlama yok, yorucu hiç değil. Dekor da oyunun metnini tamamlıyor. Oyunculuklar ise harika. Gökçe Bahadır, Mete Horozoğlu, Selen Uçer, Beyti Engin ve Bülent Alkış sahneyi çok iyi kullanıyor. Gerisi Levent Kazak anlatıyor.
Zihinlere yerleşmiş olanı darmadağın etmeye devam ediyorsunuz. Üç yıl kapalı gişe oynayan “Cam”dan sonra “Kurusıkı” geldi şimdi. Nasıl bir süreçte ve neleri dikkate alarak metni olışturdunuz?
Öncelikle ‘bir matematik formülünü nasıl sahneye taşırım?’ sorusuyla yola çıktım. Oyun bir çember oluşturup tekrar başladığı noktaya dönecekti. Matematiksel yapının en büyük özelliği hep bir sağlaması olması, yani tersten de çalışabilmesindedir. Ben de oyunun biraz genleriyle oynayıp, bilgi akışını seyirci üzerinden kurmaya karar verdim. Göbeğine şiddet temasını yerleştirdim, şiddete seyirci kalmak aslında o şiddete ortak olmak demektir, seyirci e işte tam bunu yaşayacaktı, işte böyle böyle ilerledim.
Bu söylediğiniz yapının içine mizah nasıl yerleşiyor?
Mizahı bilinçli olarak yerleştirdirdiğinizde doğal olmayan bir şekil çıkıyor ortaya. Durumun kendiliğinden mizahı yaratması gerek, hayattaki gibi. Kurduğunuz durum sağlamsa mizah kendisine akacak bi yol bulur. “Kurusıkı”da dramatik yapı ile komedi dengesi çok önemli, birinin üzerine gidersen diğeri bozulur. Dikkat ediyoruz buna.
Oyunu deşifre etmek oldukça zor, çünkü her “evet buldum, şimdi böyle olacak” dediğinizde ters köşeye çoktan yatmış oluyorsunuz. Sanki iki metin aynı anda ama ayrı ayrı yazılıp harmanlanmış gibi.
İki metin olarak görünen şey aslında birbirini doğuran iki katman; ya oyun içindeki gerçek, ya da gerçek içindeki oyun. Barış Dinçel'in yaptığı dekorda da görebilirsiniz bu iki katmanı, tek tek tüm oyunculuklarda da, hatta seyircide de. İlk perdede sürekli bilgi kovalayan seyirci ikinci perdeye tüm bilgiye sahip başlıyor, ama bu sefer gerçeklik duygusunu yitirmiş olarak.
Metinlerinizi oynamak ciddi sorun bence, farklı bir yapısı var. Oyuncuları metinde kurduğunuz evrene nasıl çekiyorsunuz, onlar nasıl uyum sağlıyor?
O açıdan bakarsak oyunun en büyük derdi karakter kurması için oyuncuya çok az veri sunması; çünkü oyuncular aslında kendilerini değil, başkalarını oynuyor. Provalarda oyun vermedim oyunculara, mizansen de. Malzemeyi onlar getirdiler, ben fikrimi söyledim, "bu kalsın", "şunu tutalım", "o iyi", "şurası işlemedi" şeklinde yönlendirdim onları, öneriler getirdim. Böylelikle teatral olmaktan uzak, doğal bir akışa oturdu oyun. Oyuncular oyuna uyum sağlarken, oyun da oyunculara uyum sağlamak zorundaydı, değiştire değiştire yürüdük. Birbirimize inandık ve ilerledik. Ben onları bir yere çekmedim, o evren dediğinizi biz birlikte kurduk.
Çığı başlatan ıslığı bazen başkası çalar, bazen biz. Ama sonrası başımıza gelenler kontrol ve tahmin dışında. Oyun da böyle bir kaosa çağırıyor izleyeni…
Böyle bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, hayat bu tarifin ta kendisi. Kendi tuzaklarımıza düşüyoruz sürekli. İnsanın fıtratında var bu. Yalan gerçeğe, gerçek ise yalana dönüşüyor hep. Barış için savaşıyor, modernleşme adına ağaç kesebiliyoruz. Referans noktalarımızı yitiriyoruz teker teker. Gerçeklik duygusunu yitiren insan her şeyi yapmaya eğilimlidir, kaos zaten orada başlar.
Bir yazarın kendi yazdığı oyunu yönetmesinin avantajları ya da dezavantajları neler?
En büyük avantajı herhalde oyunu istediği gibi kesip biçebilmesi, daha da önemlisi provalar boyunca yazmaya devam edebilmesi. Dezavantaj ise şu, yazar kendini yazdığı oyuna çok hakim zannetse de, bir başkası kadar kolay yabancılaşamıyor kendi metnine.
Türk tiyatrosuna uzak açıdan bakarsak neler söyleyebiliriz? Mesela son günlerde sürekli gündeme gelen sansür? TÜSAK?
Öncelikle şunu görmek lazım, sansür oyun içindeki repliklerin makaslanmasıyla değil, oyun seçiminden başlar. Eğer bir yerde ‘devlet politikası’ varsa orada sansür de olmak zorundadır. Ve daha da kötüsü otosansür. “Sen beni sansürleme kardeşim, ben en güzel şekilde kendimi sansürlerim” demektir otosansür. En büyük sorun bence bu kurumların kendini içerden eleştiremiyor, ya da savunamıyor olması. Memurdan sanatçı olmaz savının yan etkisi bu, sözleşmeleri gereği susmak zorundalar. Ama ben tiyatroyu değerlendirirken buradan değil, başka bir yerden bakmak istiyorum. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’de tiyatronun altın çağının yaşadığını düşünüyorum. Buna bir filizlenme dönemi diyelim. İrili ufaklı mekanlarda yeni yeni tiyatrolar kuruldu, kuruluyor. Yeni yazarlar, yönetmenler çıkıyor, kendi hikayelerini anlatıyorlar. Seyirci sahiplendi çünkü samimiler. Artık tiyatronun kalbi buralarda atıyor. Tiyatro sokaktan yürür, yemişim TÜSAK’ı.
Memlekete bakarsak, herkesin herkese ayar verme derdi bitmiş değil. Nasıl buluyorsunuz Yeni Türkiye’yi?
Evet ayar, bijon anahtarı ile sıkıyorlar bizi yavaş yavaş. Yeni Türkiye’de rejim değişti, hazmetmemizi bekliyorlar, adını sonra fısıldayacaklar; her zaman yaptıkları gibi.
Şu sıralar başka neler yapıyorsunuz?
Abdullah Oğuz için bir film uyarlaması yaptım, çekimler başladı. Çok uzun zamandan beri Anima ile büyük bir iş üzerinde çalışıyoruz, Bülent Üstün'ün Kötü Kedi Şerafettin'i 2015'te uzun metrajlı bir animasyon olarak seyirciyle buluşacak. Nefis bir iş çıkıyor. Yapım süreci sırasında ilginç gelişmeler oldu, uluslararası bir projeye dönüşmek üzere. Bir oyun daha yazıyorum. Kaplumbağa hızında ilerleyen bir romanım var. Ezel’le yine kaşınmaya başladık, bir film yapalım diyoruz. iyi bir ekibiz biz, süper batarız. Son olarak BKM ile bir projemiz daha var.
Sürekli bir mesai halindesiniz. Durduğunuzda düşmekten korkuyor musunuz?
Düşecek bir yer yok ki, zaten zemindeyiz. Ben durduğumda bir tek sıkılmaktan korkuyorum, çalışmak dışında bir eğlencem yok.
Hayata karşı direncinizin kırıldığı oluyor mu hiç?
Boşluklarda olabilir ama ürettiğin zaman zor. Üretim bağışıklık sistemine en iyi gelen şey. Ne üretirsen üret bu böyle; ister şiir yaz, ister kazak ör.
Gülmeyi unutanlar, gülmeye utananlar, gülmeyi hiç bilmeyeler… Hepsi bu topraklarda yaşıyor. Metinlerinizdeki mizah ise buzdağının üstü yalnızca.
Tam olarak katılmıyorum. Bir düdüklü tencerede pişirilyorsa ülke, mizah bu tencerenin sibobudur. Gezi’de öyle bir mizah üretti ki sokaklar, mizahçılar olarak çırak çıktık. Ha olaya düdüklü tencere açısından bakarsak haklısın, evet oralarda pek mizah yok, ve gülmek ayıp. Ama zaten gülmek çeşit çeşit, biliyorsunuz, timsahın gözyaşları da aslında bir tür gülümseme.