Jaklin Çelik
Abidin Parıltı, Doğan Kitap’tan çıkan Koz romanında okuru bir oyun masasına davet ediyor. Oyunun adı her ne kadar bir iskambil oyunu olan Piniker olsa da aslında oyun ateşin oyunudur. Güneydoğu’da şiddetli çatışmaların, ölümlerin, faili meçhullerin yaşandığı 90’lı yılları göstermektedir takvim. Diğer yandan doğacak olan çocukların geleceklerini yangın yerine çevirecek kartların karımı da bir başka masada yapılmaktadır. Bütün bunlar olup biterken ülkenin batısından kopuk bir gezegeni andıran bölgede kadınlar, erkekler, yaşlılar ve çocuklar gündelik yaşamlarını bir şekilde sürdürmektedirler Koz’da.
Abidin Parıltı sarsıcı bir dille o dönemde çekilmiş, ama gösterime girmemiş bir filmi “beyaz perdemize” yansıtıyor. Tasarruflu, yalın, yer yer sertliği esneten ince bir mizahla abartıya kaçmadan ele alıyor meseleyi. Karakterler romanın katmanları arasında birbirine çarparak, değişerek, dönüşerek içinde bulunduğumuz zamana akıyor. Romanın kapağı kapandığında ateşin oyunu da son bulur. Yele karışan kül okurun payına düşendir, karakterler ise kendi atmosferlerinde oyunlarına devam ederler.
Koz katmanlarıyla, yazarın dönemsel geçişlerde karakterler arası attığı ilmeklerle ve metin içerisinde oynadığı oyunlarla tek okumaya sığdıramayacağımız türden bir roman. Ama bütün bunlar romanın tek solukta okunmasına engel teşkil etmiyor. Bu doğrultuda Abidin Parıltı'yla Koz üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Ben böyle düşünmemiştim ama tünel doğru bir tanımlama. Başka bir hayatı bilmeyen ve bu hayatın içine doğan karakterlerimiz, bütün bu yaşanan ve dışarıdan bakıldığında büyük bir kaosu andıran meseleleri, durumları doğal karşılıyorlar. Bunun doğal bir rutin olduğunu, böyle olması gerektiğini ve böyle olmadığı takdirde nasıl yaşanacağını bilmiyorlar. Mesela romanda bir hikaye var. Düşsel bir hikaye. Orada şöyle bir anlatı oluşuyor; şehirde o güne kadar var olan kaos birdenbire bir tül gibi aralanıyor, yeni, alışmadıkları ve aslında güzel bir hayat görünüyor. Çocuklar akşamları dışarıda oynayabiliyor, insanlar evde değil de kahvede oyun oynayabiliyorlar. Bu duruma alışkın değiller ve bocalıyorlar. Çünkü bu onların hayatı değil. Dolayısıyla burada da biz karakterleri bir trajedinin içinde görüyoruz, ama hiçbiri kendini bir trajedinin içinde görmüyor, hayıflanmıyor. Kendini bir oyunun içerisinde görüyor. Bu onların temel meselesi aslında. Dışarıdan bir tanımlamayla aslında karakterlerin tamamı Homo Ludens, yani “oyun oynayan insan” kavramına denk düşüyor. Bu bilgiyi düşünerek değil de içgüdüyle yapıyorlar. Onlar oyun oynamasa o kaosa yenilecekler. O tünelden sağ çıkamayacaklar. En büyük korkuları da o dört kişinin oturduğu masadan birinin eksilmesi. Şehrin ele geçirilmesi veya şehrin düşmesi, insanların ölmesi değil, o masadan birinin eksilmesi. Bu da çok insani bir durum… Karakterleri genel hikaye içerisinde bir tünelin içinde düşünecek olursak orada korku yok çünkü orası onlara ait, evin içi. Ama tünelin dışına çıktığında, korku beliriyor.
Peki ya korku, korku nedir ve romandaki hangi karakterler içindir?
Korku, karakterlerin büyük güdülerinden sadece bir tanesidir aslında. Sözünü konusu dört karakterin en büyük korkusu bir gün o oyundan birinin eksilmesi. Birinin eksilmesi demek onlar için kurdukları bütün hikayenin yerle bir olması demek. Azhar’ın en büyük korkusu Mesude’yi kaybetmek, Mehmet Şerif’in en büyük korkusu Narin’i kaybetmek, Narin’in en büyük korkusu hayalinin gerçekleşmemesi, çünkü en büyük hayali bir düğününün olması ve o düğünde kendi dilinden şarkıların söylenmesi. Ama korkulan o ki eğer kendi dilinde şarkılar söylenirse hepsi tutuklanacak. Bir çözüm bulmak zorundalar. Şimdi bu örneklerle baktığımızda hepsinin bir korkusu var ve bu korku çok insani. Ama bu korkuyla birlikte yaşamayı öğrenmişler. Ve korkularının gerçekleşmemesi için çözümler bulmak zorundalar.
Görmek de duymak da korkuyu besleyen iki unsur. Birinden biri olmadığında korku beslenir. Her ikisi de olmadığında yok olmaz, nasırlaşmış haliyle varlığını sürdürür. Koz’da hangisinin korkuyu beslediğini kendi adıma kestirmek güç. Romandaki şu kesitten yola çıkarak, “Azhar böylesi zamanlarda dilek tutardı. ‘O kadar dedim ona, yeğenim bunlar yıldız değil, kurşun,’ diye. O ise ‘Boş ver amca bu karanlıkta parlayan her şey dilek içindir,’ derdi.” Sence, görmek mi duymak mı?
Ben o büyük kaosun, ayrışmaların olduğu zamanda, görünmeyen, görülmek de istenmeyen, kaybolan, küçük ama kendilerine ait bir dünya kuran, orada oynayan, gülen, eğlenen, şenlikli bir dünya kuran insanların hikayesini anlatarak onları görünür kılmak istedim. Bu duruma uygun düşecek, daha önce yazılanların tekrarı olmayacak ama keşfedilmeyi bekleyen hikayelerde biçim arayışlarına da girmedim değil. Ortada devasa bir dert var. Peki biz bunu derde dert katarak mı anlatacağız yoksa yeni, bir köşede anlatılmayı bekleyen bir hikayeyi anlatmanın peşine mi düşeceğiz. Ben kozumu ikincisinden yana kullandım.
Her dönemin bir sesi olduğunu düşünürüm. Siyaset bazı olayları şekillendirdiğinde, dönüp dönemlere baktığımızda o dönemlerin kendilerine ait sesleri vardır. Sesler bir sonraki döneme silinerek, bazı özelliklerini kaybederek veya üzerlerine başka sesleri de alarak dönüşürler. 90’lardan gelen ses farklı, pek tabii bugünden yarına devredecek olan ses de farklı olacaktır. Bu sesleri şiddeti üreten silah ya da bir bombardımanın gürültüsü olarak tanımlamıyorum, o sesi üreten siyasetin kendisi de bir sestir. Dolayısıyla gelecekten bugünün sesi de farklı okunacaktır. Bu anlamda Koz’un da kendi içinde dönemsel seslere sahip olduğunu söylemek mümkün…
Doğru, bir dönemi anlatırken o dönemin seslerine, uzaktan da olsa fısıldadıklarına çok ihtiyaç duydum. O yüzden çok zamandır dinlemediğim müzikleri dinledim, o seslerin peşine düştüm. Diğer yandan bu müzikal bir metin aynı zamanda. Karakterlerin hayatında müzik yasaklı da olsa eksik olmuyor. Bu durumu metne de genel olarak bir ritim gibi katmaya çalıştım. Ne kadar becerebildim, ona okur elbette karar verecek. Diğer yandan karakterlerden biri zaten müzisyen ama müzisyenlik yapamıyor o dönemde. Çünkü dili yasak. Ya odaların içine her yere yorgan koyup yalıtım yapıyorlar, ses dışarı salınmasın diye ya da dışarıya bir nöbetçi koyuyorlar ve kendi müziklerini icra ediyorlar. Dolayısıyla o ses o müzikalite metnin içinde daimi bir şekilde bazen de fon olarak var.
Bu aynı zamanda senin hikâyen… Bir bataklıkta, hikayeyi sürekli geri çekmeye çalışan bir tehlikeyle ağır bir mevzuyu ele alıyorsun. Yazarken kendin ve karakterler arasında kurduğun ilişkinin tanımı ne olurdu?
Elbette tehlike. Şöyle ki, yazar kendiyle metin arasına mesafe koymadığında hezimete uğrar. O zaman yaşadığı her şeyin, kurduğu her cümlenin, her hatırasının, metnin içine dahil edilmesi gerektiğini düşünür. Hikaye de yığılır kalır. Yazar elbette iyi-kötü bütün karakterleriyle empati kurar. Hiçbirine düşmanlık beslemez. Yazar karakterini tanımlayarak yola çıkmaz, onun hikayesini, çelişkilerini, tepkilerini velhasıl bir karakteri karakter yapan özelliklerini hikayenin içinde aktarmakla yükümlüdür. Onu tanımlamak bence okurun işidir.
Tam da bu noktada itiraf etmeliyim ki, bu metinde de tek bir sözcük fazlalık olarak durmuyor. Gayet tasarruflu bir şekilde anlatıyor derdini. Mesele zaten romanın uzunluğu kısalığı değil, bırakacağı etki. Kapağını kapattıktan sonra okurun zihninde çoğalmaya devam ediyor olması ise yazarın başarısı…
Açıkçası kelimelerin hesabını çokça yaptım. Çehov diyor ya “vaktim olsaydı daha kısa yazardım,” diye. Benim de vaktim vardı. Dört yılı aşan bir sürede yazdım. Hikayeyi bölüp parçalayacak ya da etkisini azaltacak, süslemeye kaçacak her cümleden kaçındım. Romanı bitirdim tamam dediğimde neredeyse yayınlananın iki katından fazlaydı. Bitirdiğimde kurduğum cümlelerle ya da hikayelerle bağımı kesmeye çalışır, uzak mesafe bakmaya özen gösterir ve okurun gözünden meseleyi görmeye çalışırım. Sonuçta elimizdeki roman çıktı.
Metinde verilen hiçbir ayrıntı sahipsiz kalmıyor. Metnin bir yerinde devamı mutlaka geliyor. Mesude’nin burun mevzu en çarpıcı olanlardan biriydi örneğin…
Bunun farkına varılması beni mutlu eder. Hikâyenin üzerinden bakarsak, bu bir kurgu sonuçta. Ve sen bunu edebiyat ve kurgu açısından, öfkeni evcilleştirmeden tatlı, yenebilecek, okunabilecek, insanları şaşırtan bir hale getiriyorsun. Bunu hayata uyarladığında da bunun karşılığının olmadığını söyleyemem. Bunun karşılığı var hayatta. Çünkü sen biriyle tanışırsın ya da biri vardır çocukluğundan kalan, aklına kokusu veya fiziksel bir özelliği gelebilir, bir duygusu, kulağına geçmişten çıkıp gelen bir tını çalınabilir. O boşuna mı gelmiştir? Hayır bir şey hatırlatmıştır o duyguyu.
Kin, Bin, Cin şehirleri ve Yak sokak. Şehir ve sokak isimlerinin bir alegoriyle var olması, gerçeklikten kaçış mıdır? Bu yerler ıssız bir karşı kıyı değil sonuçta insanlığın üzerinde durduğu birer toprak parçası.
Gerçeklikten kaçış mıdır, onu bilmiyorum. Ama şudur: Bu hikaye Türkiye’de mi yaşandı, emin değilim. Dünyanın herhangi bir yerinde kaosun, savaşın, çatışmaların, karanlığın olduğu her yerde bu olur. Savaşın yaşandığı coğrafyalarda küçük insanların tepkileri de yaşama biçimleri de çözümleri de birbirine benzer. Bu açıdan yerel gibi görünen bir hikayeyi evrensel bir yere taşımanın çabasını gösterdim. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun onlar da oyun oynayarak oyalanmak, yaşamak ve çözüm bulmak zorunda. Yasak varsa, ona karşı çözümler de vardır.
Metnin içinde bir hortum seni alıyor ve sert bir şekilde olayların içerisine bırakıyor. Ve karşı karşıya kaldığımız olaylar aslında bu ülkede yaşayan çoğunluğun yabancısı olduğu olaylar. “Bütün bunlar nasıl olur,” diye soracak okurlar da olacaktır haliyle.
Okurun bu soruyu sorması doğrudur ve yerindedir. Anlattıklarımın hepsi gerçek, yaşandı. Bağışlamayan, harcayan, dağıtan zamanlardan söz ediyoruz. Fakat bir yönüyle de kurgu. Yaşayıp gördüklerimden, duyduklarımdan, okuduklarımdan bir roman malzemesi çıkarmaya çaba harcadım. Öfke ancak bu şekilde sağalırdı. Belki de tam da bu yüzden bütün sertliğine rağmen şenlikli, karnaval havasında bir hikaye anlatmaya özen gösterdim. Geçmişi değiştirmek ancak edebiyat vesilesiyle mümkün çünkü. Başka bir hayat böyle de yaşandı diyebilmek için!