T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Tank sesini seven erkeklerin iç sesi" başlığıyla EX LIBRIS/DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşesinde yayımlanan (16 Nisan 2011) yazısı şöyle:
Tank sesini seven erkeklerin iç sesi
Erkekler, birarada olduklarında müthiş etkiliyorlar beni; onların birbirleriyle ilişkilerini seyretmeyi seviyorum. Belki de, derinlerindeki soğuk ve sıcak su akıntılarını, şaşkın balık sürülerini, köksüz yosun ormanlarını, kırmızı mercanları, morumsu deniz analarını, kabuklu hayvanları, dikenli hayvanları, çarpan, ısıran, bir hamlede parçalayan ya da hiçkimseye bir şey yapmazken oltanın ucundaki yemi yuttuğuyla kalan hayvanları, zamanın kipini tutan batıkları, insan atıklarını, hayat çöplerini, en diplerinde “Bundan da derini var” dercesine kaynayan balçığı, bataklığı ve, tabii, o müthiş sessizliği, soluksuzluğu, karanlığı, herbirini ve hepsini, ütülü bir örtü gibi ustaca gizleyen sakin yüzeyine benzemelerindendir denizin… Belki de, ekseriya, mahmur bir sabah denizi gibi dümdüz görünmelerindendir. Erkeklerin birbirlerini dalgalandırmalarını seyretmeyi seviyorum. Onları birarada, oynarken, yarışırken, yardımlaşırken ya da dövüşürken, uzun bir zaman sabırla, ses çıkarmadan seyrederseniz, o durgun ve ketum hallerinin, sığ görüntülerinin usulca değiştiğini farketmeniz mümkün zira; birbirlerinin derinlerini, bunun için hiç uğraşmaksızın, hatta sonunda gördüklerini de pek umursamaksızın yavaş yavaş yukarı çekip, yüzeye çıkardıklarına tanık olmanız, erkeklerin birbirleriyle uğraşırken, kadınlarlarlayken belki de hiç olmadıkları kadar, altüst olabildiklerini görmeniz mümkün.
Tarih kitabı değil, bir tür karakter romanı
Tam da böyle bir tanıklığın kitabını okuyorum şimdi; ellili yaşlardaki üç erkeğin ilişkisini anlatıyor kitap: Dwight D. Eisenhower, George S. Patton ve Omar N. Bradley’yi, yani Ike’ı, George’u ve Brad’i anlatıyor. Hukukçu ve askerî tarihçi Jonathan W. Jordan, ABD’de bu ay başında yayımlanan kitabına,Brothers, Rivals, Victors: Eisenhower, Patton, Bradley and the Partnership that Drove the Allied Conquest in Europe (Biraderler, Rakipler, Muzafferler: Eisenhower, Patton, Bradley ve Avrupa’nın Müteffik Fethini Yöneten Ortaklık) adını vermiş. İlk bakışta, İkinci Dünya Harbi’nin askerî tarihçilerce defalarca yazılmış hikâyesinin yeni ve yine iddialı bir versiyonuyla karşı karşıya olduğunuz izlenimi veren altı yüz elli sayfalık bir tuğla bu. Ama elinizdekinin bir tarih anlatısından ziyade, bir tür kurgulanmamış karakter romanı olduğunu anlamanız uzun sürmüyor. Harbin cephelerinin, o cephelerdeki vahşetin ve vakarın ya da cephe arkasındaki sefaletin, korkunun, inadın ve umudun objektif bir anlatımı yok bu kitapta. Savaşın bittiği gibi bitmesinde büyük rolü olan Rus generaller Antonov, Rokossovski ve Jukov yok mesela; satır aralarında “tavuskuşu” diye bir kalemde silinen De Gaulle bile yok hatta; Mareşal Montgomery, nam-ı diğer “Monty” ise var ama, daha ziyade Amerikalı muadillerinin diline düşmüş halleriyle var.
Savaşın kendisini değil, savaşın ve dolayısıyla da tarihin gidişatının değişmesine yardım eden üç adamın ilişkisini öğreniyorsunuz Brothers, Rivals, Victors’ı okurken. Üçü de Birinci Dünya Harbi’nde savaşmak için çok genç, İkinci Dünya Harbi’nde önemli görevler üstlendiklerinde ise, sırasıyla elli yedi, elli iki ve kırk dokuz yaşlarına varmış olan George, Ike ve Brad’in tuhaf dostluklarını, o dostluğun rekabetle, kavgayla, kıskançlıkla, keskin kişilik ve üslûp farklılıkları ve hayati kararlara ilişkin görüş ayrılıklarıyla defalarca sınanarak, sınandıkça bir yandan yıpranıp eksilirken, bir yandan da kopan kollarından yeniden üreyen deniz yıldızları gibi çoğalarak gelişmesini, gelişirken de bu üç sıradışı adamın en saklı ve belki en sıradan yanlarının yavaş yavaş temayüz etmesini izliyorsunuz.
Zengin süvari, fakir piyade, mütevazı taktisyen
Jordan ne yaptığının farkında kuşkusuz. Kitabın sunuşunda, “Bu bir imparatorluğu yıkmaya gönderilen üç adamın hikâyesidir” diyor: “Savaşın ve siyasetin, üç olağanüstü askerin yarım asrı aşan bir Amerikan hayatının biriktirdiği önyargıların, kudretlerin, zaafların ve aklın boyadığı bakışlarından anlatılan hikâyesidir.”
Aynı çağın ve aynı ülkenin çocukları, dahası aynı Harp Okulu’nun mezunları onlar, ama birbirlerinden daha farklı olmaları imkânsız adeta. En büyükleri, 1885 doğumlu Patton, çok zengin ve köklü bir Kaliforniya ailesinden geliyor. Ata binerek, kılıç kullanarak büyüyor; usta bir süvari olarak yetişiyor; askerî nişanlardan önce eskrimde aldığı Olimpiyat madalyalarını asıyor göğsüne. Üçünün içinde tek “aristokrat” o; aynı zamanda dünyanın en küfürbaz adamı, birbirinden galiz sözleri çiğneyip tükürerek konuşan bir asker; övgüye, rütbeye, madalyaya, ödüle, zafere ve savaşa en düşkün olan da o; hiddeti, coşkuyu, sevinci, hüznü ve elemi en keskin yaşayan da; en hovardaca harcamaları yapıp, en gösterişli hayatı süren de; en hızlı saldırıları yönetip, en gözükara çatışmalara girebilen de… Sonunda, dünyanın unutulmaz komutanlarından biri olarak geçiyor tarihe; adına bir film yapılıyor.
1890 doğumlu Eisenhower ise, orta sınıfa mensup bir Kansaslı aileden geliyor. İyi huylu bir piyade olarak yetişiyor; Patton’ın aksine, sadeliği seviyor; onun fildişi kabzalı tabancalarından nefret ediyor mesela; ama Bradley’nin “Sizden biriyim” dercesine, emrindeki erlerin gömleklerini sırtına, botlarını ayağına geçirip ortalıkta dolaşmasına da “çirkin bir caka” diye dudak büküyor; Patton’dan farklı olarak sürekli geçim sıkıntısı çekiyor; yine Patton’dan farklı olarak, savaşın kendisini de pek sevmiyor aslında; savaşın tekniğini ve mimarisini seviyor o; bir de Bradley gibi, tankları seviyor; savaş alanında ölüme yürümek değil, tankların nasıl yürüyeceğini saptamak onun işi; iyi bir taktisyen; çok iyi bir diplomat; Patton gibi “Ben yaparım, bildiğim gibi yaparım ve mümkünse tek başıma yaparım” demiyor; koalisyonlara inanıyor; söz dinliyor ama gerektiğinde sözünü dinletmesini de biliyor. Sonuçta, savaş bitip Avrupa kurtulduktan sonra, üst üste iki seçim kazanıp sekiz yıl boyunca Amerikan Başkanı olarak Beyaz Ev’e yerleşiyor.
En gençleri, en sakin ve en silik olanları, 1893 doğumlu Bradley, Missouri’nin taşrasından çıkma fakir bir piyade. Patton gibi bireysel sporlar yaparak değil, Eisenhower gibi beyzbol oynayıp takım disiplinini öğrenerek büyüyor; matematik öğretmeni oluyor; savaşı sevmiyor ama haritaya baktığı zaman bir matematik denklemi gibi, bütün değişkenlerin yerini, etkisini, birbirlerine ne katıp, birbirlerinden ne götürdüğünü hesaplayabiliyor; ve Patton kadar hızlı, Patton kadar cesur olmasa da, hesaplı, sabırlı bir muharebeyi yönetmek konusunda, Eisenhower’a, “Sahaya indiği zaman ondan daha sağlam komutan yoktur” dedirtecek kadar usta; öyle ki onu kıskanıyor ve adının Arapça olmasına atıfla, arkasından “tentmaker” (çadır kuran) diye kendince alay ediyor Patton; evet, belki çok çekingen ve hiçbir zaman Patton kadar coşkulu, Eisenhower kadar kararlı olamıyor ama işler kızışınca, Patton’ın yerine İkinci Kolordu’nun başına geçip Tunus Savaşı’nı tamamlamak, Sicilya saldırısını ve tabii, Hitler için sonun başlangıcı olan Normandiya Çıkarması’nı yönetmek ona kalıyor. Sonunda, bir milyon kişilik bir kara ordusunun mütevazı komutanı Bradley, ABD Genelkurmayı’nın başına geçen son mareşal oluyor.
Çatışan üç zekâ, galebe çalan bir ortak akıl
Her şey Amerikan Genelkurmay Başkanı Orgeneral George C. Marshall’ın, Eisenhower’ı 1942’de Avrupa Kuvvetleri Komutanı yapmasıyla başlıyor aslında; Patton’ı ve Bradley’yi de yine onca komutan arasından bizzat seçiyor Marshall.Brothers, Rivals, Victors, o andan itibaren bin iki yüz gün daha devam eden savaş boyunca, bu üç adamın ilişkisini, her şeyden çok kendi sözlerine, yazdıklarına, birbirleriyle konuşmalarına, Bradley kibarca dudağını ısırırken, Patton’ın ve dilini ona uydurmaktan geri kalmayan Eisenhower’ın ağız dolusu küfürleşmelerine, ve tabii bir de kendi iç seslerine dayanarak anlatıyor. Bu süreçte, kâh Eisenhower’ın “Monty” ile yakın ilişkisine çatan Patton’la Bradley bir olup, Ike’ın İngiliz emir eri ve güzel bir kadın olan Kay Summersby’nin süreçteki rolünü de hınzırca vurgulamayı ihmal etmeksizin “Değme Britanyalıdan beter bir Britanyalı olup çıktı başımıza”diye çekiştiriyorlar komutanlarını; kâh Eisenhower, sahra hastanesinde rastladığı iki eri “İşe yaramaz, ödlek herifler” diye aşağılayan George’u odaya çekip, sıkı bir azarla hizaya getiriyor.
Kitabı, “Bu üç adam bu savaşı nasıl kazandı” sorusunu sorarak okuyanlar, Ike’ın, George’un ve Brad’in her zaman rasyonel ve âdil, hatta her zaman birbirlerine yoldaş olmasalar da, her zaman birbirlerinin zekâsını farkedecek kadar zeki, ve çatışan zekâları onları nihayet ortak bir akla ulaştırdığında, o aklı, artık sorgulamaksızın ve birbirlerinden şüphe duymaksızın, birer nefer gibi uygulayacak kadar da disiplinli olmalarına muhtemel cevaplarında bir yer ayıracaklardır sanırım.
Kitabı, benim gibi, bu üç adamın derinlerini görmeye çalışarak; savaşın, her birini yavaş yavaş nasıl değiştirdiğine bakarak okuduğunuzda ise, herkese her zaman tepeden bakan George’un, 1942’den 1945’e, biraz da Ike’ın sakin otoritesi, Brad’in serin aklı sayesinde, bir erkek, bir arkadaş ve bir komutan olarak bir nebze yumuşamaya başladığını fark ediyorsunuz. Zoraki bir tevekkül, hakiki bir tevazuun yerini alamıyor ama. Patton’ın emsalsiz cesareti ve inadı, 1945’te Almanlara esir düşen damadını kurtarmak için Hammelburg Kampı’na 239 asker gönderip sadece 15’inin sağ dönmesine göz yumduğunda olduğu gibi, gerçekçi davranmasını önlemeye son ana kadar devam ediyor. Ike ve Brad ise tanık oldukları ölümlerle ve kendilerine kazandıracağı şeref için değil, herşeyden ziyade hayatta kalma güvencesi olarak istedikleri zafere doğru her adımlarında biraz daha olgunlaşıyorlar sanki.
Kitabın en çarpıcı sahnelerinden biri, İkinci Dünya Harbi’nin dönüm noktası sayılan ve tarihin gördüğü en kanlı tank savaşlarından biri olan “Bulge Muharebesi” öncesindeki karargâh toplantısı. Hitler’in komutasında başlayan Nazi ilerlemesine karşı, Eisenhower komutasındaki Amerika ve Britanya birliklerinin hücuma geçmesiyle yaşanan muharebeye iki taraftan toplam bir milyondan fazla asker katılıyor ve sonunda, 19 bin Amerikalı, altmış bine yakın Alman ölüyor. Eisenhower, 19 Aralık 1944’te Patton, Bradley ve diğer komutanlarını Alman saldırısını nasıl geri püskürteceklerini konuşmak için Fransa’nın kuzeydoğusundaki Verdun’de topladığında bu sonucu bilmiyor henüz ama kendisini bekleyen savaşın çok kanlı olabileceğini tahmin ediyor. “Bırak da, orospu çocukları Paris’e girsinler” diyor Patton, “o zaman gösteririz onlara.” Eisenhower da, Bradley de gülmüyorlar. Sonuçta planı ikisi yapıyor, Üçüncü Ordu’nun Nazilere güneyden sürpriz bir saldırı gerçekleştirmesini kararlaştırıyorlar. “Bunu senin yönetmeni istiyorum George” diyor Ike, “tabii Brad’in denetiminde. Hazırlıklara ne zaman başlayabilirsin?”
“Benimle işiniz biter bitmez” diyor Patton.
“Ne zaman saldırabilirsin?”
“Üç gün içinde, üç tümenle.”
Komutanlar arasında gülüşmeler oluyor; bunun imkânsız olduğunu biliyorlar zira. Eisenhower’la Bradley ise gülmüyorlar. Ike, “Daha yavaş olmalı, daha iyi hazırlanmalısın” diyor George’a. Patton susuyor. Bu kez Ike’ın değil, kendisinin haklı olduğunu biliyor çünkü; Verdun’e gelmek için sabah Nancy’den yola çıkmadan önce, masasında üç ayrı plan bıraktığını, planlardan birinin güneyden sürpriz saldırı olduğunu ve emir parolasının tümenlerince çoktan bilindiğini söylemiyor. Kendi iç sesini dinliyor sadece; zekâsından memnun, zaferinden emin.