Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk, "cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini mevcut anayasaya aykırı bulduğunu" söyledi. "Cumhurbaşkanı’nın ‘beni halk seçti’ diye çizgilerin dışına çıkmaya başladığını ama haklı olmadığını" belirten Selçuk, "Eski cumhurbaşkanları Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül anayasaya bağlıydı" dedi. "Gerçek yargıçlar sadece hukuka baş eğer ama baş verme pahasına hiçbir güce baş eğmezler" diyen Selçuk, "İster cumhurbaşkanı, ister sokaktaki sade bir insan, ister Müslüman, ister Musevi, ister dinsiz olsun. Benim için fark etmez. Ancak Stalin döneminde Rusya’da, Hitler döneminde Almanya’da insanların yaşam biçimiyle ilgilenirdi hukuk" ifadelerini kullandı.
Yeni Hayat gazetesinden Esat Özen'in sorularını yanıtlayan (7 Temmuz 2016) Sami Selçuk'un açıklamaları şöyle:
Bu devirde adaletin ve demokratik değerlerin savunuculuğunu yapmak ateşten gömlek giymek demek. Neden böylesi zor ama erdemli bir duruş sergilemeyi seçtiniz?
Gerçek yargıçlar sadece hukuka baş eğer ama baş verme pahasına hiçbir güce baş eğmezler. Bende de yargıçlık mesleğim ve bilim insanı olmam sebebiyle tarafsız, objektif ve hasbi bir şekilde hukuka uygun adalet dağıtma ve bilim yapma yaşam biçimi haline geldi. Kişilerin yaşam biçimi, dini inancıyla, dünya görüşüyle ilgili değilim. Benim işim, o kişinin davranışının salt hukuk düzgülerine, normlarına göre değerlendirilmesidir. O kişi ister cumhurbaşkanı, ister sokaktaki sade bir insan, ister Müslüman, ister Musevi, ister dinsiz olsun. Benim için fark etmez. Ancak Stalin döneminde Rusya’da, Hitler döneminde Almanya’da insanların yaşam biçimiyle ilgilenirdi hukuk. Stalin döneminde, emekçi suçlu olamazdı. Yahut Hitler döneminde, Yahudiler doğuştan suçluydu. Yani failin yaşam biçimi önemliydi. Fail ceza hukuku geçerliydi. Söz gelimi, Doğu Almanya Halk Cumhuriyeti Adalet Bakanı Max Fechner, 1951 yılında Yargıtay üyelerine yaptığı konuşmada, emekçi sınıfına mensup bir kimsenin eyleminin biçimsel olarak suç oluştursa bile tehlikeli ve kusurlu sayılamayacağını belirtmiştir. Bugün ise fiil ceza hukuku geçerlidir, fail ceza hukuku değil.
Bir dönem adınız Cumhurbaşkanlığı ile anılmıştı. Fakat sonrasında o defter kapandı. Neler yaşandı o süreçte?
Yargıtay Başkanı iken, 1999 yılında yapacağım adli yıl açılış konuşmamın metnini önceden güvendiğim üç yakın arkadaşıma verdim, okudular. “Bu konuşmayı yapma. Cumhurbaşkanlığı için yargı başkanları güçlü birer adaydır. Yaparsan o yol kapanır.” dediler. Ben de onlara “Peki bu konuşma bilimsel açıdan doğru mu değil mi?” diye sordum. “Evet, doğru, bilimsel.” dediler. Ben de “Bilimi, kişisel çıkarlarıma feda edemem.” dedim ve o konuşmayı yaptım. Üç yakın arkadaşımdan ikisi sağdır ve buna tanıktır. Askerler bana karşı çıktılar.
"Demirel, Sezer ve Gül anayasaya bağlı kaldı"
Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ü de tanıyorsunuz. Erdoğan onlara nazaran ‘terleyen’ bir cumhurbaşkanı. Sizce hangisi daha iyi?
İyi, kötü değerlendirmesi yapamam ama Demirel, Sezer ve Gül anayasanın çerçevesinde cumhurbaşkanlığını yürüttü. Anayasa değişmeden, ‘Beni halk seçti’ diyerek, Anayasayı çiğneyerek cumhurbaşkanlığı yapamazsınız. ‘Bunun çerçevesini çizelim’ diyorlar, çizemezsiniz. Anayasa değişmeden bu iş olmaz. Bugünkü koşullar altında da Anayasanın değişmesi doğru değildir. Çünkü cumhurbaşkanının sergilediği tutumlara bakarak, demokratik açıdan geleceği pek parlak görmüyorum.
Sorun cumhurbaşkanını halkın seçmesinde mi?
Bugünkü parlamenter sistem içerisinde Cumhurbaşkanını halkın seçmesi doğru değildi. Eğer halk seçecekse anayasanın da ona göre yapılması gerekirdi. Türkiye’de tersi yapıldı. Anayasaya rağmen halk tarafından bir cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanı da anayasaya rağmen ‘Beni halk seçti’ diye çizgilerin dışına çıkmaya başladı. Elbette haklı değil. Her şeye rağmen, hukukun üstünlüğüne, dolayısıyla anayasanın kendisini bağladığına inanması ve o çerçevede davranması gerekirdi. Demirel’i, Özal’ı, Sezer’i halk seçerek cumhurbaşkanı yapsaydı bile böyle davranmazlardı. Hukuka uygun davranmak aslında toplumda ve toplumla birlikte gelişin bir bilinç sorunudur. Hukuk bilincinin gelişmediği ülkelerde böyle tartışmalar sık sık yaşanır. Hukuk bilincinin geliştiği ülkelerde zaten toplum buna izin vermez. Günümüzün gelişmiş ülkelerinde çoktan ‘gün ışığında demokrasi’ye (démocratie à ciel ouvert) geçildi. O ülkelerde bırakınız anayasaya, sıradan yasalara bile uygun davranamayan siyasetçiyi bir gün bile yaşatmazlar. Gün ışığındaki demokrasinin çapıcı bir uygulamasını örnek vereyim size. İtalya’da Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun görüşmeleri halka açıktır. Hakkında disiplin işlemi yapılacak olan bir yargıç ya da savcı bile gelip bu görüşmeyi izleyebilir.
Bir dönem Star’da düzenli yazılar yazdınız. Sonra birden yazılarınız kesildi. Neden?
Bana Star’dan bir e-posta geldi. Ben o gün, “Tamam, bunlar artık benim yazılarımdan hoşlanmıyorlar.” dedim. Çünkü yapılanları eleştiriyordum. Bu yüzden son yazımı akrostişle okurlara veda ederek kaleme aldım. Ama bunu hiç kimse fark etmedi, Yaşar Kemal hariç. O gün bana telefon etti. “Beni ağlattın.” dedi. Daha sonra gazeteden ‘yazınız gelmedi’ diye biri aradı. Ben “Veda ettim okurlara.” deyince şaşırdı ve böyle bir veda yazısı almadıkların söyledi. “Son yazının baş harflerini alt alta getirirseniz anlarsınız.” dedim. Ya hiç yazılarımı okumuyorlardı ya da akrostiş diye bir şey duymamışlardı.
Akrostiş, çok edebi bir veda türü. Edebiyatla ilginiz var mı?
Türkiye’de Aziz Nesin’in dediği gibi ‘her üç kişiden beşi şairdir’. Ben de lisedeyken şiir yazıyordum. Lisede edebiyat öğretmenim, ‘şiiri bırakma’ diye çok ısrar etti ama o beni bıraktı galiba. Lise yıllarında bir şiir yarışmasında birincilik de kazanmıştım. Yıllar sonra rahmetli Feyzi Halıcı, bir edebiyat dergisi çıkardı, benden o şiiri istedi. Verdim. Bana birinciliği kazandıran başka şiirdi, ama biz o sigaradan söz ettiği için bu şiiri duyurmuştuk. “Onu istiyorum.” deyince ben şaşırdım. Sonra da bulamadım.
Peki sevdiğiniz, beğendiğiniz şairler kimler?
Dil açısından en başarılı bulduğum şair, Orhan Veli’dir. O’nda öyle bir dil var ki, hiç budak yok. Rende kayar durur. Nazım Hikmet’i de çok severim. Düşünce insanı olarak görüşlerini sığ bulurum ama Necip Fazıl da çok güçlü bir şairdir. Orhan Veli’nin Fransızcadan çevirileri çok güzeldir. Ecevit’in de İngilizceden çok güzel çeviri şiirleri vardır. Hatta Merhum Ecevit ile şiir üzerine 45 dakika sohbet etmiştik. Ömrümde gördüğüm en kibar adamdı.
Kenan Evren’le aranızın iyi olmadığı biliniyor. Var mı anlatabileceğiniz hatıranız?
12 Eylül döneminde, Kenan Evren’i eleştiren yazılar yazıyorum. Yazıları Cumhuriyet’e gönderiyorum, olaylar ve görüşler sayfasında çıkıyordu. Bir gün gazeteden o sayfayı yöneten Sami Karaören aradı, “Bu yazı senin başına iş açar, bunu yayımlamayalım.” dedi. Ben “Yazdıklarım doğru değil mi?” dedim. “Doğru ama tehlikeli, nasıl yapalım?” diyerek yazıyı takma adla yayımlamayı teklif ettiler. “Nasıl isterseniz öyle yapın.” dedim.
1960 darbesinden sonra Kayseri Cezaevi savcısı olan bir ağabeyim, meslektaşım, takma adla yayımlanan bir yazımı kesmiş ve “Yazı dediğin böyle olur!” diye yazarak masamın üzerine yokluğumda bırakmıştı. Hakkın rahmetine kavuştu, ama o yazıyı benim yazdığımı öğrenemedi. Yazdığı yazıyı görünce kendisini mahcup etmek istemedim. Kenan Evren’i birçok yazımda çok eleştirdim. Sonrasında Anayasa Mahkemesi’ne aday oldum. Arkadaşlar, “Adamı bu kadar eleştiriyorsun, seni seçmez.” dediler. Ben ise “Siz oy verin, seçmezse objektiflik sınavını geçmediğini görürüz.” dedim. Yargıtay’da bir keresinde en çok oyu ben almıştım. Evren’in önüne gitti bu bilgiler. Ama zamanın Yargıtay Başkanı ve Başsavcısı, Evren’e koştu ve beni seçmemesini söylediler. O da beni seçmedi. Bu olay benim için acı ve tiksindirici bir anıdır.
Ben de Evren’e sekiz sayfa tutan bir mektup yazdım, kendisini ağır biçimde, özellikle de nesnellik ve yansızlık açısından eleştirdim. Evren, devlet başkanlığından ayrılmadan önce veda ziyaretleri yaparken bu mektuptan yakınmıştır. O günkü basında bu yakınma haber konusu olmuştur. Evren’in hukuk danışmanlığını yapan bir meslektaşım bana bunları yansıttı. Kendisi çok şükür yaşıyor.
Geniş bir dost çevreniz var. Kaybettikleriniz olmuştur elbet. Biraz onlardan bahsetseniz.
Öldüğünde çok üzüldüğüm Yaşar Kemal, Türkçemizin halkçasının en büyük ustasıydı. Ondan çok şey aldım. Son eşi Değerli Ayşe Hanım da ona gerçekten çok iyi baktı, saygıyı hak etti. Hocam Faruk Erem, kitaplığını bana açmıştı, sık sık kendisinden ödünç kitaplar alırdım. Her yazımla ilgilenirdi. Son yazdığı ceza yargılamasıyla ilgili kitabının önsözünde benden de bahsetmişti. Otuz ciltlik İtalyanca ansiklopedisini bana verdi. Vasiyetinde İtalyanca kitaplarını bana bıraktığını 2013 yılında öğrendim. Ama bu isteği hiç yerine getirilmedi. Bir dürüstlük anıtı olan babam, benim için kadınların en büyüğü olan annem, Hocam Farum Erem, çok sıkı ilişkiler içinde olduğum N. Kunter, S. Erman, S. Dönmezer öldüklerinde çok acı duydum. Elbette insan yaşadıkça böyle acılar da oluyor.
"Millet bayramdan kaçıyor"
Bayrama dair düşünceleriniz nelerdir?
Bizde bayram klasik bir şekilde, büyüklerin ziyareti şeklinde geçer. Fakat Türkiye’deki bayram anlayışı çok değişti. Herkes bayramdan kaçıyor, ama ben hiç kaçmadım. Belki de kaçamadım. Bayramlarda, bencillikle gerçek bayram arasında bir çatışma var gibi. Bakıyorsunuz bayramın üç gününü tatilde geçiriyor adam. Şimdi bu bayram mı? Bayramın amacı bellidir. İnsanlar bir araya gelsin, sevgi, sevinç paylaşımı olsun. Ama öyle olmuyor.
Bir süredir akademisyenlik yapıyorsunuz. Akademisyenlik mi yüksek yargı üyeliği mi?
İkisi de güzel fakat akademisyenlikte genç insanlara bir şeyler vermeye çalışıyorsunuz. O nedenle akademisyenlik biraz daha hoşuma gidiyor. Bir de yargıda karar verme kolay bir iş değil. Beraat vermek biraz daha kolay da mahkûmiyet çok zor iş. Bu sizi gerilime sokuyor ister istemez. Bazen kararlarınızın sizi günlerce izlediği oluyor.
"Evde adaletsiz olduğumu söylüyorlar"
Özel hayatınıza değinecek olursak; sosyal hayatta nasıl bir Sami Selçuk var? Sinemaya, tiyatroya gider misiniz?
Onlara çok vakit bulamıyorum. Çünkü bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Artık son yazılarımı, diyeceklerimi yazmaya çalışıyorum. Ama evde akşamları film izliyoruz. Tiyatroya gitmeyi de severim eşimle birlikte ama uzun süredir gidemedik. Felsefeyle de ilgiliyim.
Bir hukukçu olarak evde adalet var mı?
Ben mahkemede adalet dağıtmaya alıştım, evde değil. Belki de bu yüzden evde adaletsiz olduğumu söylüyorlar (Gülüşmeler). Kendim için pek tarafsız davranamam kuşkusuz.