Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, anadilde eğitim konusunda “Kürtçe eve hapsedilmemeli ama bir dilin bilim dili olması kolay değil” dedi. Vicdani reddin ne olduğu konusunda bir bilgisi olmadığını söyleyen İhsanoğlu, “Doğrusu, böyle bir soruyla ilk defa karşılaşıyorum. Fazla incelemeden cevap verirsem, kendimi inkâr etmiş olurum” ifadelerini kullandı. İhsanoğlu, kürtaj konusunda ise, “Din insanın inancıdır, pazarlık meselesi yapılamaz. İnanıyorsanız, ona göre hareket ederseniz. Başkası farklı düşünüyorsa, o onun görüşüdür. İnançlı bir insansa, çocuk alma konusunda dinin tespit ettiği ölçüler vardır” dedi.
Taraf gazetesinden Tuğba Tekerek’in “Anadilde eğitimde rasyonel olmalıyız” başlığıyla yayımlanan (17 Temmuz 2014), Ekmeleddin İhsanoğlu röportajı şöyle:
Anadilde eğitimde rasyonel olmalıyız
Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’yla Trakya gezisinde beraberdik. Anadilde eğitimi sorduğumuz İhsanoğlu, “Kürtçe eve hapsedilmemeli ama bir dilin bilim dili olması kolay değil” dedi.
Geçen Pazar günü yaptığı Trakya gezisinde Cumhurbaşkanı adayı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’yla birlikteydik. Helikopterle ineceği Edirne’de, Trakya Üniversitesi yerleşkesindeki restoranda çalışanlardan biri “Ekmeleddin İhsanoğlu geliyor” dediğimizde “O kim?” dese de, CHP, MHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olduğu öğrenince “Biz veririz oyumuzu” diyordu.
İhsanoğlu, Edirne’de Selimiye Camii’inin yanındaki bir otelin mütevazı bahçesinde, Kırklareli’nde bir çay bahçesinde, Tekirdağ’da sıcak ve havasız bir spor salonunda konuştu. Spor salonunda elinde not kağıdı olmadan yaptığı konuşmadaki hitabeti geçen haftaki basın toplantısına göre oldukça başarılıydı. En çok alkışı,“Biz dün Bursa’da, iftarımızı plastik tabak çatallarla, iki hurma bir zeytinle açtık, AK Parti ise porselen tabakta kebaplarla açtı” dediğinde aldı. Nitekim, Tekirdağ’da plastik kaplarda mütevazı ama 10 bin kişilik yemeğin yetmediği bir organizasyonda açtı iftarını. İftarda, masaya gelen büyük bir ekmek, elle bölünerek dağıtıldı.
İhsanoğlu, gezi boyunca çoğunluğu Balkan göçmeni olan Trakyalıların milliyetçi damarına yönelik güçlü mesajlar verdi. Her konuşmasında annesinin Rodoslu bir Türk olduğunu vurgulayarak “Vatan kaybetmenin acısını bilirim” dedi. “Balkanlar keşke İslam’ın Avrupa’yla kucaklaştığı yer olarak kalsaydı” diyen İhsanoğlu malın mülkün “gavur”un eline geçmesinin ne demek olduğunu bildiğini de söyledi. Öte yandan bir vatandaşın “Gayrimüslüm vakıflarının malları veriliyor, Türk Ocakları’nınki verilmiyor” çıkışını “Her ikisi de verilmeli” şeklinde yanıtladı.
Gittiği yerlerde parti bayrağı yoktu. Vatandaş sel gibi akan bir destek kitlesi oluşturmuyordu ama özelikle Tekirdağ’da ve Kırklareli’nde kaydadeğer bir ilgi vardı. İhsanoğlu, Edirne’deki konuşmasında Selimiye Camii’nin “insanı rahatsız etmeyen ölçülerinden,” “sadeliğinin ihtişamı”ndan söz etti, kendisine verilen başak taneleri için “Başları eğik çünkü içleri dolu ve mütevazı” benzetmesi yaptı. İhsanoğlu da Gezi boyunca mütevazı bir portre çizdi, elini öptürmedi, kadınlara hep yol verdi. Sorularımızı ise yoğun gezi programı sırasında yarım saatte yanıtladı.
Şunu da söylemek lazım; söyleşi için çağrılıp iki kere evinden döndüğüm İhsanoğlu, organizasyonda yaşanan problemler için bizzat arayıp “Kusura bakmayın” dedi. İşte İhsanoğlu’nun “Severim zor soruları” diyerek verdiği yanıtlar...
1991’de Toplumsal Diyalog Forumu’nun toplantılarına katılmışsınız. Bu forumda Türkiye Komünist Partisi’nden Zülfü Dicleli de var; Murat Belge de Bülent Eczacıbaşı da... Toplantılarda, bir tartışma çerçevesi olarak Zafer Üskül’ün hazırladığı anayasa taslağı da çok özgürlükçü; MGK yok mesela, Diyanet İşleri Başkanlığı yok. Toplumsal Diyalog Forumu, sizin için nasıl bir deneyimdi? Bugün de oturup görüşleri sizinkilerle taban tabana zıt insanlarla uzlaşmaya çalışır mısınız?
İfade ettiğiniz gibi, o toplantılarda, Türkiye’de en sağından en soluna bütün kesimlerden insanlar, merkezdekiler, sosyal demokratlar, muhafazakarlar vardı. Biz Türk aydınları - aydın kelimesi çok iddialı- mürekkep yalamışlar olarak, bir masa etrafında oturup medeni bir şekilde tartışıp, Türkiye’nin A’den Z’ye kadar meselelerini masaya koyup, “Bismillah” deyip... Benim o günlerdeki tavrım şuydu: Nedir Türkiye’nin meseleleri, bir bir gidelim. Anlaştıklarımızı bir daha tartışmayalım, öbürlerinde çıkış yollarını arayalım. Şimdi, Türkiye 90’lı yıllara nazaran ileride ama daha çok şey var. 12 Eylül anayasası yamalı bohça halinde duruyor. Bir sivil anayasa, Meclis’in, tüm siyasi partilerin mutabık kalacağı, dört dörtlük, halkın ferahlıkla kabul edeceği bir anayasa yapmak lazım. Cumhurbaşkanının bu konuda yol gösterici, kolaylaştırıcı, facilitator olması lazım. Çünkü partiler arasındaki tansiyonu Cumhurbaşkanı giderebilir, eğer siyasi taraf değilse, veya o makama bir özel gündemle, kendi programıyla çıkmamışsa... O bakımdan ben diyorum ki; bu, çok önemli bir seçim.
Siz, “Anadili, insanın vatanıdır” diyorsunuz ama hemen ardından eğitim dilinin Türkçe olmasını gerektiğini söylüyorsunuz. Sizin tarifinizden gidersek, Kürtçeyle büyüyen bir çocuk, altı yaşında okula gittiğinde kendini sürgünde hissetmez mi?
Hayır. Ben diyorum ki, anadil vatandır. Ben gurbette doğmuş bir insanım, ailemin çevresiyle, Türklerle bir araya geldiğimizde kendimizi vatanda hissederdik, çünkü orada Türkçe konuşulurdu. Bir insanın anadilini yasaklamak kadar insanlık dışı, temel hak ve hürriyetlere aykırı bir şey olamaz. Gelelim eğitim diline ve devlet diline. Şimdi bakınız, biz rasyonel düşünmek durumundayız. Değişik etnik yapısı olan tek ülke biz değiliz. İngiltere’de İngilizler Welsch’ler, İskoçyalılar, İrlandalılar var. Ama devletin bir resmi dili var, eğitim dili ülkenin her yerinde İngilizce.
Bu, Kürtçenin tanınmaması manasına gelmez. Kürtçe’nin zaten bilim dili olmasını sağlamak o kadar kolay değil ki. Bir dilin, bilim dili olması için en azından bir asrın geçmesi lazım. O dile bütün bilim dallarında zengin literatürü tercüme edeceksiniz; terminoloji yaratacaksınız; fizik, kimya, matematik, psikoloji, felsefeyle ilgili binlerce terim yaratacaksanız. Bunları bir günde yapabilir misiniz?
Eğitim dili olmazsa, bilim dili olması için gereken bir yüzyıl dediğiniz süre iki yüzyıl olmaz mı?
Hayır, olmaz. Ben size örnek verdim. Fransa’nın güneyinde İtalyanca, Alsas’ta Almanca, İspanyol sınırına doğru İspanyolca konuşulur. Ama Fransa’da bir dil vardır.
Çoklu eğitim dili olan da çok sayıda ülke var... Mesela İspanya.
O başka. Problemi bu noktaya sıkıştırmamak, müzakerenin ve gelişmenin önünü açmak lazım. Biz bu işi halletmek istiyorsak, suhuletle, adım adım yapmamız lazım.
Bir dilin, eğitim dili olmaması onun gelişmesine engel olmaz mı?
O ayrı mesele.
Ama mühim bir mesele...
Kürtçe’nin “evde, çarşıda konuş” şeklinde dar bir kullanım sahasına hapsedilmesine de katılmıyorum. O dilde şiirlerin, romanların yazılması lazım. Bu dili geliştirelim. Sizin bahsettiğiniz olaya gelince, onu o zaman konuşuruz ama bugün için şahsi kanaatim böyle.
2010’da Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e verdiğiniz röportajda “Taliban’ın siyasi sürecin dışında bırakılmasının yanlışlığına” işaret ediyorsunuz. Aynı şeyi IRA için söylüyorsunuz. Ve “Somali’de Şeyh Şerif Ahmet, şiddet kullanan grubun başındaydı, şimdi meşru cumhurbaşkanı, aşırı uçlarla mücadele ediyor” diyorsunuz.
Doğru.
Bu sözlerinizi okuyunca, bir Türkiyeli olarak insanın aklına PKK geliyor. PKK’nın siyasete çekilmesi, Öcalan’ın da Şeyh Şerif Ahmet gibi meşru bir siyasetçi olmasına ne diyorsunuz?
“Case by case” (duruma göre) derler. Türkiye’deki sıkıntı ve çareler Somali’dekilere benzemez, çok rica ederim...
IRA örneğini de veriyorsunuz...
Orada İngiltere’nin İrlanda’yı işgal etmesi gibi bir şey var... Türkiye’de kimse kimsenin toprağını işgal etmedi. Biz, Türklerle Kürtler 1000 senedir bir arada yaşıyoruz, etle tırnak gibiyiz. Her şeyimiz bir; müziğimiz, folklorumuz, sevinçlerimiz öfkelerimiz... Bir tek dil farkı var aramızda, bu dil farkı üzerinden, husumet mi üreteceğiz?
Bir husumet olmuş ama... Sizin söylediğiniz gibi yanlışlar yapılmış...
Bu husumeti gidermek lazım. Ama devletin işlerini sopayla halletmesi sonucunda dayak yiyen bir tek Kürt kardeşlerimiz değil ki. Türkler yemedi mi, Türk “milliyetçisi” yemedi mi, hapislere konmadı mı, 12 Eylül’de elektrik şoklarıyla işkence edilmedi mi? Bu meselenin çözümü: Bir, 1000 senelik mirasımız. İki, insan hakları, hürriyetleri, kamil bir şekilde, herkese eşit şekilde... Üç, Avrupa normlarını, masaya koyacağız, inceleyeceğiz ve adım adım yapacağız. Ve muhakkak milli mutabakatla yapacağız, yoksa iki taraf arasında “Al gülüm ver gülüm” şeklinde anlaşma olursa o iş aksar, hiç kimseye hayır getirmez.
Vicdani reddi bilmiyorum
AB’yi destekliyorsunuz...
It goes without saying (Söylemeye bile gerek yok)
Türkiye hariç Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkeler, vicdani ret hakkını tanıyor...
Neyi?
Vicdani ret hakkını... Sizce Türkiye de vicdani ret hakkını tanımalı mı?
Neyi kastediyorsunuz vicdani retle?
İnsanlar “Vicdani sebeplerle elime silah almak istemiyorum, askere gitmek istemiyorum” diyorlar. “Conscientious objectors...”
Anladım. Doğrusu, böyle bir soruyla ilk defa karşılaşıyorum. Fazla incelemeden cevap verirsem, kendimi inkâr etmiş olurum. Okumadan âlim, gezmeden seyyah olanları sevmem. Benim bunu incelemem lazım.
Ben çelişki görmüyorum
Kasım ayında Cumhuriyet’ten Duygu Güvenç’e verdiğiniz söyleşide Gezi’yle ilgili “Çevre hassasiyetiyle doğdu (...) Başlangıç noktasını anlayışla karşılıyorum fakat sonra aldığı şekil beni rahatsız etti. Orada gelip arabaları yakmak, dükkânları yağmalamak, ateşe vermek; bunlar kabul edilecek şey değil” diyorsunuz. Kampanya tanıtım toplantınızda ise “Ben gençlerime ‘çapulcu’ dedirtmem” dediniz. Kasım ayından bu yana ne değişti?
Hiçbir şey değişmedi ama kamu mallarını, dükkânları yakmayı yıkmayı, molotof kokteyli atmayı kimse kabul etmez değil mi? Çünkü bu gerçekten kamu zararı... O söyleşide ben gençliğin hassasiyetini ifade ettim. Ağacı sevmek, toprağı sevmek vatanı sevmektir, Ben bunun vatanperverlik olduğunu ifade ediyorum. Siz nasıl bir çelişki buluyorsunuz, ben anlamıyorum.
Ne kaldı Fetih’ten geriye?
Çamlıca’ya cami yapılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
İhtiyaç olan her yerde cami yapılmalı.
Sizce ihtiyaç var mı Çamlıca’da?
Oradaki insanlara bakmak lazım.
Çamlıca’da cemaatin olmadığı...
Bilmiyorum. Ben Çamlıca’da yaşamıyorum, Yeniköy’de yaşıyorum. Yeniköy’de üç camimiz var. Şimdilik yetiyor.
İstanbul’da AVM’ler, camiler, üçüncü köprü, üçüncü havalimanı... Bunlar da çok eleştiriliyor. Kentin dönüşümü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunları yaparken eski yapıları korumak lazım. Şu koskoca İstanbul’da Fetih devrinden ne kaldı bize? 16’ncı yüzyıldan, 17’nci, 18’inci, 19’uncu yüzyıldan ne kaldı? Bir tek dini bina var mı? Bir tarihi sokağımız var mı? Rahmetli Çelik Gülersoy 19’uncu yüzyıla ait bir İstanbul sokağı yaptı. Bir tek o var. Fatih Camii’nin etrafı betonarme. Süleymaniye’deki evler gitti. Birkaç saray, birkaç camii ve onların külliyeleri kaldıysa kalmıştır. Nerde bizim Fetih’ten bu yana sokaklarımız? Elbette, Türkiye büyüyor, şehir büyüyor, İstanbul cazibe merkezi ama bunları başka yerde yapmalıyız. “Yeşil Bursa!” Dün tepeye çıktık baktık. Hünkar Kasrı’nın bahçesinde bir parça kalmış sadece.
“Fetih devrinden ne kaldı” diyorsunuz. Peki Fetih öncesi? Bizans eserleri?
Elbette onlar da korunacak. Hepsi, mirasımız. Bu topraklardaki, prehistoryadan, insanlığın doğumundan bugüne kadar her şey bizim malımızdır, insanlığın malıdır. Toprakların altındaki, üstündeki her şeyi korumakla mükellefiz.
Kürtaj, inanç ve hayat meselesi...
Kürtajla ilgili kadınların “Benim bedenim benim kararım” sözüne bazı dindarlar karşı çıkıyor. Siz ne diyorsunuz?
Din insanın inancıdır, pazarlık meselesi yapılamaz. İnanıyorsanız, ona göre hareket ederseniz. Başkası farklı düşünüyorsa, o onun görüşüdür. İnançlı bir insansa, çocuk alma konusunda dinin tespit ettiği ölçüler vardır. Ruhun oluşması meselesi var. Ben bunu ezbere bilmiyorum, yanlış bir şey söylemek istemiyorum. Herkes bu konuda saygılı olmalı. İnanç meselesi ve hayat meselesi... Verilen canı, insanın alma hakkı var mıdır? Ben size soruyorum: Allah’ın verdiği canı, siz alabilir misiniz? Bunu da sormak lazım, değil mi?