Çağnur Öztürk cozturk@doganburda.com Televizyon, günümüzde birçok televizyoncunun basite indirgemeye çalıştığı bir araç; televizyonculara göre televizyon sadece bir eğlence aracı, onlar öyle görmek istedikleri ve televizyonun sadece eğlendirme işlevini kullanabildikleri için bu şekilde tanımlamalara gidiyorlar. Ancak televizyon sunulmaya çalışılanın aksine eğlendirmenin dışında bilgilendirme, eğitme gibi önemli işlevlere sahip bir endüstri, bir teknolojik araç. Televizyon, uzağı görmek anlamına geliyor. İnsanoğlunun sınırlı olan duyusal özelliklerini genişleten, kendisi dışındaki dünyaları uzaktan aslında çok yakından görmesini, deneyimlemesini sağlayan bir kitle iletişim aracı.
Kanadalı iletişim kuramcısı Marshall McLuhan'ın şöyle diyor; “Şimdi global bir köyde yaşıyoruz... Bugün, okur-yazarlıkla geçirdiğimiz birkaç yüzyıldan sonra yitirdiğimiz kabile hissiyatını, insanın başlangıçtaki duyumsamalarını yeniden yaşıyoruz."
Televizyon her ailenin üyesi ve evlerinin en önemli, her yerden görünebilen köşesinde, bütün dünyayı emrimize amade hale getiriyor.
Panopticon, Michel Foucault'nun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında kullandığı bir kavram…
Daha önce ise İngiliz felsefeci, Jeremy Bent-ham'ın ortaya attığı kendi hapishane projesine bu adı vermiştir.
Bentham'ın bu projesine göre hapishane hücreleri bir daire etrafında dizilmişlerdir ve hücrenin ortasındaki kulede gardiyan tarafından tek yönlü olarak gözetlenmektedirler ama mahkumlar bu gözetleme kulesinde gardiyanın bulunup bulunmadığını bilmezler. Kulenin içi karanlık, hücredeki insanlar onları kimin ne zaman gözetlediğini bilmemektedir.
Foucault, bu kavramın modern dönemde iktidarın bir nevi kontrol mekanizması olduğunu söyler.
Toplumdaki bireyler iktidar tarafından gözetlenmekte ama görememektedir, tamamen pasiftirler aslında. Mahkumların her davranışı duygusu hareketi panapticon tarafından yönlendirilir, elde tutulur, belirlenir.
İşte aynen panapticon ve mahkum arasındaki ilişki ile televizyon ve izleyici arasında da benzer bir ilişki mevcut. Gözetlediğini sanan izleyici aslında gözetlenen, özne olduğunu sanıyor ancak izlediği durumların nesnesi konumunda, izleyicinin televizyon tarafından duyguları, düşünceleri, davranışları kontrol altına alınıyor. Aristoteles’in Poetika adlı eserinde yer alan bir kavram olan katharsis sinema ve televizyon izleyicisi için önemli. Aristo içinse tragedyanın amacı sayılıyor. Katharsis kelime anlamı olarak arınma, temizlenme. İzleyici yayınlanan dizilerde kahramanların başına gelenleri görüp kısacası kendi haline şükreder duruma geliyor. Fatmagül’ün ya da Cemile’nin başına gelenler bizim başımıza gelmiyor olduğu için mutlu oluyoruz. Katharsis aslında bir şey öğretmiyor, bir nevi izleyicinin yükünü arttırıyor ama bu görünen tarafı değil, aslında izleyiciye böyle düşünmen doğru, şöyle yapman yanlış şeklinde dikteler sunuyor, bilinçaltlarını hedefliyor tıpkı derialtı şırınga modelinde olduğu gibi…
Örneğin gündem belirleme teorisinde(agenda setting theory)bulunan yönlendirme ihtiyacı (need for orientation) önemli bir kavram. Gündemi belirleyen medya izleyicinin, okuyucunun yönlendirme ihtiyacını karşılar ve insanlara yeni bir düşünce evreni daha doğrusu istediği düşünce evrenini oluşturmalarını sağlar.
Bu aslında bizim eğitim seviyemizle ilgili bir durum, eğitim seviyesi ne kadar yüksek olursa yönlendirilme ihtiyacına o kadar az gerek duyuyoruz. Ülkemizdeki eğitim sistemini ve kitap okuma oranını göz önüne aldığımızda yönlendirilmekten başka çaresi olmayan bir yığınla karşılaşıyoruz.
Neden survivor izliyoruz, çünkü içinde aranılan her şey var. İnsanoğlu dedikoduyu seviyor, meraklı, yolda bile bir kavga ya da kaza görse müdahil olmaktansa seyretmeyi tercih ediyor, seyretmekten zevk alıyor. Survivor’da katharsis de yaşıyor, kendi hayatlarının Survivor’dan daha zor olduğu gerçekliğini unutarak…
Komşusunun duvarına bardak dayayıp can kulağıyla olan biteni dinleyen insanoğlu; kendisine sunulan bu hazır öğünleri kaçırmıyor…
Ve aslında biri sizi gözetliyor…