Kültür-Sanat

Umur Talu'nun yeni kitabı "Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber" raflarda: "Beyoğlu'nun çapkın, yılgın, serseri, hayalperest yüzleri sizinle arşınlayacak caddeyi"

"Satırların arasında, belki defalarca geldiğiniz belki de hiç görmediğiniz Beyoğlu'nun çapkın, yılgın, ayyaş, serseri, entelektüel, zıpkın, hayalperest ve bohem yüzleri sizinle arşınlayacak caddeyi"

13 Şubat 2025 11:56

T24 Kültür Sanat

Editör, yönetici ve yazar olarak Türkiye'de gazeteciliğin en saygın isimleri arasında yer alan T24 yazarı Umur Talu'nun yeni kitabı "Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber" Literatür Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Talu, bu eşsiz Beyoğlu rehberinde semtin sokaklarını yazarlar, şairler, filmler, kitaplarla birlikte anlatıyor.

"Edebiyatın, edepsizliğin, avare gezenlerin kokusunu taşıyan zarif bir kaos"

Kitap şöyle tanıtılıyor:

"Bu küçük rehber diğerlerine benzemiyor, sevgili okur. Çünkü şehrini hiç bırakmayan Umur Talu, her sokağa kendinden bir parça yerleştirerek Cadde-i Kebir'i arşınlıyor. Zaman zaman başkaları da eşlik ediyor ona; yazarlar, şairler, bazen yalnızca kitaplar, en çok kitaplar, filmler.

Ama bu bir anı kitabı da değil. Bir semtin zamanlar boyunca dönüşümünün, değişiminin, insanlara ayak uydurma serüveninin öyküsü. Büyük bir Beyoğlu kitaplığı. Edebiyatın, edepsizliğin, avare gezenlerin kokusunu taşıyan zarif bir kaos.

Kitabın sayfaları arasında Eftalikos'ta Sait Faik'e rastlayacaksınız. Park Otel'de Yahya Kemal olacak. Nazım Hikmet ilk şiirini yazacak, Cemal Süreya bir şiir daha okuyacak. Yusuf Atılgan yürürken Aylak Adam'a rastlayacak! Bihter ile Zavallı Necdet aynı yerden alışveriş yaparken belki oralarda bir yerlerde eğlence peşindedir Behlül...

Satırların arasında, belki defalarca geldiğiniz belki de hiç görmediğiniz Beyoğlu'nun çapkın, yılgın, ayyaş, serseri, entelektüel, zıpkın, hayalperest ve bohem yüzleri sizinle arşınlayacak caddeyi."

Kitaptan tadımlık...

Bir fotoğraf var. Taksim Meydanı. Anıtı çevreleyen kısa boylu demir çitler. Sağ ayağım üzerinde, yüzüm Sıraselviler ve İstiklal istikametine dönük. Gülümsemiyorum bile. Ciddiye almış olmalıyım orada öyle durmayı, İstiklal’e o yaştan bakmayı. Okullu değilim. Babam hayatta belki de. Radyoda naklen anlattığı maçları izlemem için beni stada getirdiğinde mi, çıkmış mıyız acaba meydana? Yıllar yıllar sonra o çocuk, iki kızıyla aynı yerlerden bakacak, yürüyecek; onları İstiklal’deki okullarına götürecek.

İstiklal’i mağazalarıyla, Japon oyuncakçıyla, sinemalarıyla, kitapçılarla tanıyorum. Bağlarbaşı’ndan Kadıköy’e, Karaköy’e, oradan Tünel’e çıkmışlığımız var. Ama esas büyük tanışmamız mektepte. Babam öldükten birkaç ay sonra, 1963 Haziranı, sınava gidiyorum, hiç okuma yazma bilmeden. Bir kitabı hatmetmişim yine okuma yazmayı da lisanını da bilmeden; çünkü İtalyanca ve futbolda pas, verkaç, şut şemaları var ve babam beni onlarla çalıştırmış. Okuma yazmayla birlikte de, nihayet, hakem ve yine babam gibi spiker olan Sulhi Garan’ın “Hakemin Rehberi.”

Sınav Galatasaray Lisesi’nde. Kazanırsam artık kapanacak olan ilk mektebin son seferine yetişeceğim. Kapıdan girip birkaç adım attıktan sonra bir büst gösteriyorlar bana. Evde de fotoğrafı var, eski bir gümüş çerçeve içinde. Sakallarından tanıyorum. Büyük dedem, Recaizade Mahmut Ekrem. Başımdan aşağı kaynar sular… Sanki o, dedemi ve babamı da alıp sınavda beni izleyecek. Hepsi mektepli bir şekilde. Büyük dedem öğretmen, dedem öğrenci ve öğretmen. Babam öğrenci. Kemal Tahir’le sınıf arkadaşı. Sıra büyük kızım Çiğdem’e de gelecek. Ondan önce de yeğenim Eren’e.

Sınav babamın vasiyetine uygun bitiyor. Ama ilk mektep orada değil, Ortaköy’de. Ev Bağlarbaşı’nda. Sonra bir sene Pangaltı’da, derken uzakta, Londra Asfaltı üzerinde, ilk gazeteci kooperatifi Basınköy’de oturuyoruz. Annem arada İstiklal’e indiriyor beni. Basınköy’deki komşularımızın kitaplarını da görüyorum kitapçılarda. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Çetin Altan… Tarkan,

Karaoğlan, Kara Murat… Doğan Koloğlu da orada, İslam Çupi de. Abdullah Ziya Kozanoğlu ve Kemalettin Tuğcu yapışıyor kitapçılarda üzerime.

Daha ilk mektepte, “Sen edebiyatçıların torunusun, öyleyse iyi yazmalısın,” buyruğu veya beklentisi de yapışıyor aklıma. Okul, edebiyat. Semt, edebiyat. İstiklal, edebiyat. Ben edebiyatçı olmadım. Hep yazdım ama edebiyatçı değilim. Fakat İstiklalli oldum, Beyoğlu’nda büyüdüm. Ortaokul, lise; yetmez. Meyhane, pavyon, kahvehane, “rendez-vous” evleri (buluşma diye mi tercüme edersin kendini teslim et diye mi, nasıl dersen artık), kitapçı, sinema, tiyatro, kabare, aylaklık, merak, kavga, elbette ders ve etüt, yıllar boyu yatakhane, futbol, bir bir sınıflar, arkadaşlar, haytalıklar, sarhoşluklar, parasızlıklar, sıralar, hocalar, simalar, flörtler…

Fakat bu kitaptaki gezimizin odağı yalnızca benim yaşantılarımdan ibaret değil. İstiklal’de dolaşacağız birlikte. Tamam, Recaizade de eşlik edecek size, Bihruz da. Oğlu Ercüment Ekrem Talu, bizzat kendisi. Tamam, Halit Ziya da kolunuza girecek, Ahmet Cemil de. Tamam, Eftalikos’ta Sait Faik’e rastlayacaksınız, sonra da Tünel’deki Çocuk’a... Tamam, Park Otel’de Yahya Kemal sizi fark etmeyecek, Sessiz Gemi süzülecek. Belki de Tokatlıyan’dan çıkıp geldi, kim bilir? Tamam, Nazım Hikmet ilk şiirini yazacak, Cemal Süreya bir şiir daha okuyacak. Bihter ile Zavallı Necdet aynı yerden alışveriş ederken belki oralarda bir yerlerde eğlence peşindedir Behlül… Yusuf Atılgan yürürken Aylak Adam’a rastlayacak! Aylak Adam bir aşağı bir yukarı gidecek.

Ercüment Ekrem Talu, Tevfik Rüştü Aras ile.

Çünkü yazarlarla kahramanları, şairlerle dizeleri, yönetmen ve oyuncularla film ve sahne kahramanları, müzisyenlerle şarkıları aynı sokaklarda dolaşır, aynı havayı solur. Kahramanları vasıtasıyla “alafranga, züppe, özenti” hayatı eleştiren nice yazar, esasında gözlemlerini tam da o kurgu karakterler için ilham aldıkları ve onlara can verdikleri mekânların müdavimleri olarak edinmiştir. Sadece bu değil; Yeni Osmanlılar’dan İttihat ve Terakki’ye, Edebiyat-ı Cedide ile Servet-i Fünun’dan İkinci Yeni’ye ve “Baylancılar”a, oradan resim sanatındaki sıçramalara; siyaset ve sanat da yaratıcılık da, dedikodu ve kapışma da, muhbirlik ve casusluk da hücrelerindedir.

Daha fazla sayıp henüz en baştan kalabalık etmeyeyim, Rue du Pera’da, namıdiğer Cadde-i Kebir’de, Dörtyol’da, İstiklal’de. Bu kitap lisede Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın rehberlik kursuna ve eğitim gezilerine gidip sonra hiç rehberlik etmemiş birinin, 2023 sonlarında ve 2024 başlarında yaptığı “rehberlik”ten ilham aldı. “Rehberlik”, onca yılın profesyonel rehberi, Galatasaray Lisesi’nden iki sınıf büyüğüm Ergican Acarbaş’ın bir projesiydi ve bir kereyle kalmadı…

Elbette Beyoğlu üstüne çok yayın var. Zaten hepsinden minnetle yararlandım. “Kaynakça” bölümünde umarım birçoğunu atlamadan anmış ve teşekkür etmiş olurum. Fakat bazılarını özellikle burada da zikretmek isterim:

Said Duhani’den Eski İnsanlar Eski Evler

Salah Birsel’den Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu

İlhan Berk’ten Galata ve Pera

Turan Akıncı’dan iki Beyoğlu

John Freely ve Brendon Freely’den Galata, Pera, Beyoğlu

Burcu Pelvanoğlu’dan Beyoğlu Düşerse

Özlem Kumrular’dan İstanbul Eğleniyor

Bahriye Çeri’den İstanbul Edebiyat Haritası

Rinaldo Marmara’dan Galata-Pera

Onur İnal’dan Pera’dan Beyoğlu’na

Çelik Gülersoy’un kitapları…

Ve ille de Sermet Muhtar Alus tanıklıkları ve külliyatı…

“Peki senin yaptığının farkı ne?” diye sorarsanız… Buna kendim de cevap veremem. Fakat yapmak istediğim şuydu: Ortaokul ve lisede yatılı ve gecelerine, kaldırımlarına, arka sokaklarına kayıtlı yedi yılı Beyoğlu’nda yaşadım, onu yaşadım. Sonra da yıllarca (ve yıllardır) Doğan Apartmanı, Galata, Asmalı, Beyoğlu… Derken bir gün anlatmam gerektiğinde, bir de çalıştım. Bir de sarmaş dolaş oldum. Kapı kapı, anı anı dolaştım. Bazen sabahın körüydü, geceden mi kalmaydı, erkenden mi çıkmaydı… Bazen öyle tek, bazen sevdiklerimle, bazen sessiz, bazen kahkahalarla. Bir elde hüzün, bir elde hep gülümsemeler.

İzninizle bina bina gitmeye çalışacağız… Binaların tarihinden ziyade, o binalardan gelip geçenlere uğrayacağız. Fakat zaman mefhumu olmadan, tarihe takılmadan. Unuttuklarımız olacak ama umarım unutulmazlar. Önce Taksim’den Tünel’e sağdan sağdan… Sonra yine aynı istikamette soldan soldan… Arada ara sokaklara şöyle bir girip biraz Ayaspaşa’ya, Sıraselviler’e, Tepebaşı’na ve Galata’ya uğrayıp çıkacağız.

Tarihçe değil yaptığımız. Bir gün siz oralardayken, sizi küçük dokunuşlarla zaman tünelinde dolaştıracak bir gezinti. Esas olarak da 1850-1950 diye, muğlak sınırını kabaca çizebileceğim bir 100 yıla dair. Unuttuklarımızla, unutamadıklarımızla. Eksiğiyle ama umarım keyifle.

Burada esas olarak “üçümüz” birlikte dolaşırken, sizi de yanımıza alıp “dördümüz” olacağız. Üçümüzden biri ben. Bu “ben” bazen çocuk, bazen liseli, bazen şimdiki hâlim olacak. Zaman zaman dedem, büyük dedem de katılacak bize. Diğeri Beyoğlu’nun sanatçıları, müdavimleri, dostları, dostlukları; yazdıklarıyla, yaptıklarıyla. Üçüncümüz, onların kahramanları. Kitaplarından çıkıp bizimle birlikte dolaşan, oturan, konuşan, içen, yiyen, âşık olan, rezil olan, hayal kuran ve sık sık dağılanlar… Bir de siz, işte tamamız! Beyoğlu’nda gezerken, gözlerinizi süzerken, belki “kayıplarımız” biraz olsun canlanıverir, sizinle kucaklaşır.

Mario Levi’nin Pazarın Yalnızları… Beyoğlu kitabı ses versin caddeye girmeden ve ardından sorsun size: “Beyoğlu hep kendini doğurdu. Önce masalcıyı, şairi, ressamı, yabancı gezgini ve kendini yabancı hissedeni; orospuyu, yalnızı, aylağı, kafasızı, umut tacirini, pezevengi, yemek ve alkol düşkününü, eşcinseli, kaçağı, oyuncuyu, ruh hastasını, gönül yarası taşıyanı, isyankârı, sinema-kitap ve tiyatro tutkununu, hatta delisini, gerçek deliyi, esrarkeşi, züppeyi, hatıralarına tutsağı, zengini, fakiri, hayalperesti, çapkını, sefili, terk edeni veya edileni, pusulasını kaybedeni, sığınmacıyı, fotoğrafçıyı, dindarı, dinsizi, evsizi çeker, barındırır mıydı aksi hâlde?”

Yangınlardan, yıkımlardan, işgalden, 6-7 Eylül’den, sığınanlardan, kaçan ve kaçırılanlardan hem hüzünle hem coşkuyla süzülen, ne binalara ne de anılara, kitaplara sığan Beyoğlu. Hemingway’e göre “her ulustan insanı ve bütün müttefik askerleri tuzağa düşüren” Beyoğlu…

1841’de “eski” Pera’yı arşınlayan masalcı Andersen’in, “Ne kalabalık! Ne hengâme!” deyişinden neredeyse iki asır sonra yine: Ne kalabalık! Ne hengâme! İşte o kalabalıkta, farklı zamanlarda da olsa zamanı durdurarak Jean-Jacques Rousseau’nun saray saatçisi babası, Polonyalı şair ve devrimci Mickiewicz, henüz minikken şair André Chénier, Troçki, Fransız yazar Théophile Gautier, İstanbul yazarı Edmondo de Amicis, Josephine Baker, Sarah Bernhardt. Pierre Loti, gezgin Nerval, Agatha Christie, İtalyan-Fransız Ubicini, Çaykovski, İtalyan birliğinin babası Garibaldi, Casanova, Franz Liszt de geçiyor. Rastlarsınız mutlaka!

Öyle ya, Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi’sinde Semih, kışın Horhor’da, yazın Erenköy’dedir ama “aklı Beyoğlu’nda.” Olsun mu?

TAKSİM HAYALETLERİ

Fotoğraftaki çocukluğum, Taksim Meydanı’nda anıt kıyısından geleceğe baktığında, arkasında geçmişi de görüyor. Sararmış bir fotoğrafta babası, bugünkü Gezi Parkı’nın orada, Taksim Stadı’nda futbolcu; iki takım da hakemin etrafında neşeliler. İşgal altında Harrington Kupası da orada, Cumhuriyet bile ilan edilmeden Romanya ile ilk milli maç da.

Gezi’den önce, ayak topçularından da önce, tam orada mukim Topçu Kışlası’nı görüyor mu çocuk? O sırada yok, dümdüz edilmiş Kirkor Balyan eseri, “31 Mart Vakası”nın kışlası. Kışla, işgal dönemi McMahon kışlası; işgal ordularının Afrikalı askerleriyle.

Eski Taksim Stadı. Muvakkar Ekrem Talu arkada, ortada.

Başka ne görüyor tarihin zaman tünellerinde? Kışladan Harbiye istikametine, önce Ermeni mezarlığı. Ayaspaşa’ya doğru Müslüman mezarlığı. H. Goebbels’in mimarı olduğu ama bitişini göremediği Almanya Konsolosluğu ile Park Otel’in altı mesela. Şinasi’nin gömüldüğü kabristan. Aya Triada’ya doğru Rum Ortodoks mezarlığı. Mezarlıklarda Edmondo de Amicis’in turları, notları.

En sonrası Gezi Parkı. En komünü Gezi. En emekçisi, en acı ekmeği, onca umutla gelip onca ölüye dönüşen 1 Mayıs 77. Çocuğun, 19 yaş gençliğinin son çeyreğindeki coşkulu ve trajik varoluşu. Tam orada, üst penceresinden de ateş açılmış otelin kafesinde sonradan Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan bomba tuzağında yok olmuş.

Meydanda Henri Prost’a rastlıyor çocuk. Prost meydanı açan, uzun soluklu konuk şehir plancısı. Kazablanka’dan sonra İstanbul’da imar aşkı. Nice nefes alanı kadar nice tarihi yıkımın da plancısı, ilham kaynağı. Atatürk Kültür Merkezi tartışmaları onun imar velayetinden de; Vali Muhittin Memduh Üstündağ’ın vilayetinden de. Kültür merkezini isteyenler ve istemeyenler ikiye ayrılmış: Bir tarafta “evet” diyen Serteller mesela. Bir tarafta “hayır” diyen Peyami Safa, Hüseyin Cahit ve devrin Cumhuriyet gazetesi. Bu ayrım o II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasının başka ayrımlarına da mı tekabül ediyor? Çocuk bilmiyor. Siz biliyor musunuz?

Az ötede, bir başka İstanbullu olan Lamartine(in) Caddesi’nde yaşayan Prost’un iki konuğu olmuş o günlerde. Biri Auguste Perret, Şişhane’de bir komedi tiyatrosu tasarlamış. Biri de mimarlık dünyasının klasik ismi, o sıra çok genç olan Le Corbusier ve Boğaz’dan süzülürken İstanbul’a sarılan hayranlığı.

Taksim Caddesi’nde, Arşak’ın Kahvesi’nde kimler çay, kimler kahve söylemiş; hangi masanın muhabbeti diğerlerini bastırmakta acaba? Yine Genç Türkler mi? Akşam olmuş, Kör Sebuh’un İnce Saz’ı başlamış mıdır? Gezi Parkı’nın bir köşesindeki Bella Vista Kahvesi’nde kimler var? Ya sonradan orada açılmış Taksim Belediye Gazinosu’ndaki şıklık ve şen şakraklık da ne? İşte oradaki bu melodiler de çocuğun hafızasında dans edip durmuş.

Ayaspaşa’dan Gümüşsuyu’na pek inmeyeceğiz. Lakin şu Yahya Kemal değil mi, yine Park Otel’e giden? Babasıyla orada oturduğunu hatırlıyor çocukluğum. Sessiz Gemi de oradan kalkmış işte. Ölümü mü anlatmış, ayrılığı mı? Falih Rıfkı Atay’a mı sorsak hazır oteldeyken? Hemen oralarda evi olan Ahmet Hamdi Tanpınar bilir miydi bunun cevabını? Kral Edward da oteldeki kral dairesindedir belki. Bir ihtimal Nazi Almanyasının Ankara elçisi Von Papen de henüz gelmiştir ve Emir Erkilet’le de sohbete koyulacaktır. Ya Cahide Sonku? Arka sokaklardan önce orada işte.

Çocuğun gençliğinden beri sık gittiği Rus lokantası peki? Dayısının başhekimlik yaptığı Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’ne gide gele mi Ayaspaşa Rus lokantasının cazibesiyle tanışmıştır yoksa daha sonra mı, hatırlamıyor. Sonradan öğrenecek Bülent Ecevit’in, Rahşan Ecevit’e burada evlenmeyi teklif ettiğini. Şimdi onlar yok ama lokanta hâlâ yaşıyor.

Meydandan İstiklal’e doğru yürürken, “Beyimin gelişi hoştur… Galiba cepleri boştur… İspir, çal kamçıyı, koştur!” nidalarıyla Taksim’den Şişli’ye doğru atlı arabalar koşturuyor.

Çocuk da gençlik de çıkmaz sokaklarını besleyen Sıraselviler’den -ki adı Sıraserviler’dir, eski mezarlıklardaki sıra sıra servilerden ötürü- Cihangir’e, Firuzağa’ya şöyle bir göz atıyor: Hemen solda Majik Sineması, bugün otel. Arada Venüs Sineması olmuş. Ama esas şöhreti, Maksim’den önce Büyük Maxim zamanı. Maxim kim? Beyaz Rusyalı ama “siyah” Rus! Asıl adı Frederick Thomas olan ABD’li bir Rus. Öncesinde Şişli’de Stella’yı açmış, Maksim sonrasında birkaç yıl içinde ölmüş.

Maksim’in sürprizi, Fikret Adil’in deyişiyle “İstanbul’u esas cazla tanıştıran” iki siyah Amerikalı Bob ve Tom’dur, yedi kişilik Seven Palm Beach grubunun müziğiyle.

Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore romanındaki Maksim, işgal günlerinin tanığıdır: “Necdet mırıldanarak, homurdanarak yürüdü. Kırk elli adım ötede Maksim Bar’ın durmadan açılıp kapanan feneri gözüne çarptı. İçinden, buraya gireyim, bir iyi sarhoş olayım, dedi.”

Beyaz Ruslardan Valentina Julianovna Verjenskaya, yani Barones Valentine von Clodt Jurgenzburg, önceleri Amerikan Hastanesi’nde çalışır; “müzisyen olarak ilk işi” ise işte bu eski Majik’tedir. Maestro Polyatskin’le. Gündüzleri de Rejans’ta meşhur “Balalayka” orkestrasıyla çalar. Kocası Alexander Taksin’le -ki kendisi St. Petersburg Hukuk Fakültesi mezunudur, vaftiz babası çardır. Beyoğlu’nda Müzisyenler Kahvesi’nde tanışırlar. Birlikte Majik’te de Novotni Birahanesi’nde de çalışırlar. Bazen de Fransız Tiyatrosu’nda. Barones’in piyanosunun sonraki durağı İstanbul Radyosu olur: “Radyonun ilk piyanisti olarak kayıtlıydım.” Mesut Cemil de orkestra arkadaşıdır. “İstanbul Radyosu’nun sinyal müziği olan açılış fanfarında benim piyanom vardır,” der Barones. Paris’e gitse bile Beyoğlu hasretine dayanamaz, döner. İlk fotoğraf makinesini Tünel Meydanı’nda Lumiere’den alır. Aynı yerde La Grande Librarie Mondiale’dan ve Rus kitabevi Znanie’den kitaplar, Beyoğlu 154’te Gürciyan’dan müzik aletleri ve satranç takımları alır. Fotoğraflarını Phebus’ta, Sébah & Joaillier’de çektirir. 65 numaradaki Jules Kanzler’e günlerce poz verir. Tepebaşı’nda Harry’s Amerikan Pazarı pahalıdır, Pera 303’te Maurice Faraggi’den parfümler ve Markiz çikolataları, Glavani Sokağı’ndan çıkıp Bon Goût’dan pasta…

Bon Goût pastane ve lokantası, kuran George Carpitch. “Karpiç” sonradan İstiklal’de Moskovit’i alır ve orası Karpiç olur. Bir gün gelir, Mustafa Kemal’in isteğiyle Karpiç artık Ankaralı olur.

Tarih de yaşamış olan hayattır ya aslında, işte öyle gariptir: Fransız Amiral Dumesnil’in komutasındaki müttefik donanması başta, Kızıl Ordu’dan kaçan “Beyaz Ruslar” biraz işgal İstanbul’una, biraz da Gelibolu’ya taşınmıştır ya, belki 100 belki 250 bin kişi; onları Kırım’dan süren ordunun başında Taksim Anıtı’na nakşedilecek Frunze, Kızıl Ordu’nun en başında da Troçki vardır. Frunze anıtta kalacak, Troçki İstanbul’da ancak sürgün olarak kalabilecektir.

Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler’de sahnenin içine giren Beyaz Ruslara bakıp durur: “Şu lokantaya bak. Yarısından fazlası Rus muhaciri. Birkaç Rum ve Ermeni bezirganla bizim mirasyedilerden başka hepsi Rus. Bunların çoğu geleli

bir sene olmadı. Şimdi hepsi kendi sanatlarını bize kabul ettirerek para kazanıyor. Sinemalara dekor yaparak, resim yapıp satarak, ev duvarı boyayarak… Bir yığın musikişinas geldi. Tepebaşı’nda baleler, oyunlar veriliyor. Yazık ki biz gidemeyiz. İşimiz var.” Ama işimiz olsa da gideriz, giderler!

Belçika ve Romanya konsoloslukları Mermi ve Kara ailelerinin evleridir öncesinde. Bu evlerden Pierre Loti de geçer, Zinnur ile Nuriye Hanım’ın kalplerinde ve Kırık Hayatlar’da da iz bırakarak.

İlhan Berk için Sıraselviler’in, işe değilse bile, düşe ayıracak vakti yoktur: “Bir yalnız bir yorgun. Cadde-i Kebir’in koşutu olarak doğdu. Bir yandan kendini Taksim’e vererek yaşar. Dünyanın en güzel çıkmazlarını kapmıştır. Düşe ayıracak vakti yoktur.” Hatırlatmadan da geçemez, randevucular kraliçesi Madam Atina’nın evini. Oysa Taksim’den Cihangir’e, oradan Tophane’ye ve tersine ne düşler akar duru, adı mezarlık ağaçlarından gelme Sıraselviler’de. Berk yine itiraz eder, bu kez bir sokağı şahit göstererek: “Maç Sokağı bir futbol topunu düşünde bile görmemiştir.” Bunda belki de haklı olabilir, çünkü bir sezon da olsa en üst ligde oynamış, bir Rum yıldızı, Lefter Küçükandonyadis’i Fenerbahçe’ye sunmuş Ermeni kulübü Taksim Spor bile artık Taksim’de değil, Şişli ilçesinde, Feriköy’dedir.

Çocuğun annesiyle hemen her oyununa gittiği Devekuşu Kabare: Metin Akpınar, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Ayşen Gruda. Az ileride, bugün bir üniversite olan Alman Hastanesi. Ondan önce Şinasi’nin doğduğu ev tam orada. Abdülhak Şinasi ise Cihangir ölümlü. Cihangir Apartmanı olmuş Rüya Apartmanı. Necmettin Molla Konağı’na bitişik. Ferit Edgü de Cihangir doğumlu. Beyoğlu ölümlü.  Orhan Kemal oralı değil, ama müzesi var artık. Altındaki, müdavimi olduğu İkbal Kahvesi de esasen oralı değil, Cağaloğlu’ndan ama artık orada. Selim İleri ise hep orada… Bu kitap yayına hazırlanırken vedasıyla da!

Halit Ziya çocukluğunun Cihangirinden nefret etmiş. Yahya Kemal, gurup vaktine bayılan dizeler yazmış. Asaf Halet Çelebi, “Deniz pırıltısı içindeki evim,” diye anmış. Emine Semiye’nin Sefalet’inde Sabite, Rabite Hanım’dan bir tahsilat için “Yayan olarak Galata’ya, oradan da Cihangir’e” gider, yanında Gayret ile. Dönüşte de Karaköy’de poğaçacıya.

Pierre Loti işte. “Behice Annem” dediği yaşlı kadını ziyarette. “Hem paşa kızı hem paşadan dul kalmış. Seksenlik ve düşkün. Kur’an’dan daha Müslüman, katılıkta şeriat hukukundan daha ileri. Kocası merhum Şevket Davut Paşa, II. Mahmut’un çok değer verdiği bir adamdı, yeniçeri ocağının lağvı sırasında yeniçeri katliamına karışmış, Behice Hanım kocasını bu yolda çok yüreklendirmişti. Yaşlı Behice Hanım, Taksim sırtlarındaki Türk mahallesi Cihangir’de bayır aşağı inen bir sokakta oturuyor. Evinin zaten uçurumlara bakan odalarının önünde cumbalar var. Kuşbakışı manzarası Fındıklı semtine, Dolmabahçe ile Çırağan Sarayı’na, Boğaz’a, mavi bir örtü üzerinde ceviz kabuğu gibi duran Deerhound gemisine, Üsküdar’a, bütün Asya kıyısına hâkim. Çoğu zaman Aziyade dizlerinin dibindedir.”

Muvakkar Ekrem Talu.

Çocuk Firuzağa’da oyalanırken büyük dedesine rastlıyor. Recaizade Mahmut Ekrem. İstinye’deki yalısını, Abdülhamid’in zorlamasıyla ve şehir içi sürgünü yüzünden ne zaman satacak? Belki de sattı. İki evi birleştirmiş, küçük bir konak yapmış Çukurcuma’ya inen sokağın başında. Oğlu Ercüment Ekrem anlatıyor: “Çocukluk ve ilk gençlik çağlarımda, İstinye’deki yalıda veya Firuzağa’daki konakta merhum babacığımın etrafında daimi bir halka teşkil eden dost, tilmiz[1], ahbap ve aşinaları tanımak şerefine erdim.” Recaizade, çocuklarının tahsili için seçmiştir burayı. Ercüment Ekrem, konak dediği evin küçük, basık tavanlı, köhne bir mesken olduğunu da yazar.

Ercüment Ekrem o konağı babasıyla paylaşırken, Abidin Dino’nun da dedesi olan Abidin Paşa’nın kızı Feriha Hanım’la ilk evliliğini yapar. 1909’da doğan oğulları Muvakkar Ekrem, kızı Çiğdem Talu’nun ön ismini, çok sevdiği annesinin hatırasıyla Feriha koyacaktır sonradan.

Büyükada’da olduğu gibi, Recaizade’nin burada da en sadık ziyaretçisi Halit Ziya. Bir de Tevfik Fikret, Ahmet İhsan, Mehmet Rauf, Abdülhak Hamit, Ali Ekrem, Udi Cemil, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa, bir “hafıza” üstadı İbnülemin Mahmut Kemal, Hacı Arif Bey, Asım Bey gelir. Bu isimlerden bazıları Servet-i Fünun dergisinin başına onun geçmesini ister. “Hâlâ devlette görevlerim vardır” mı diyor Recaizade? O zaman Fikret oradan derginin yönetmeni olarak çıkar.

Recaizade arada Reji İdaresi’ne uğrar, çok yakın olduğu “merhumun arkadaşı” Namık Kemal ile eski Genç Osmanlı olan “kardeşim” dediği Nuri Bey’i ziyaret ederken, Halit Ziya’nın odasına da gidermiş. Recaizade oğlu Nijad’ı kaybedip Büyükada’nın Karanfil Sokak’ında karı koca inzivaya çekildiklerinde, diğer oğlu Ercüment Ekrem’in deyişiyle “Bir tek kişi o matemhaneye devam etmek vefâkarlığını ve fedakârlığını gösterir.” Halit Ziya Bey. O da bir yıl kadar önce kendi evladını kaybetmiş, Ada’ya çekilmiştir.

Halit Ziya’nın ömrünün son yıllarında ise büyük oğlu Vedat Tiran da intihar edecektir. Halit Ziya bu kez Yeşilköy’deki köşküne kapatır kendini. İki ay sonra da kendisi veda eder hayata. Ercüment Ekrem onun el kadar kâğıtlar üzerine yazdığı müsveddeleri mütevazı bir edayla okuyuşunu da hatırlar.

Çukurcuma’ya inmiyoruz. İnerseniz bir başka Orhan’ın müzesi, Pamuk’un kitabından Masumiyet Müzesi orada. Lakin esas Kafamda bir Tuhaflık Var’da Mevlut arşınlamaktadır Beyoğlu’nu, azgınlıkların kaçırdığı azınlıkların peşinde.

Artık İstiklal’e dönebiliriz. Pera’ya, Cadde-i Kebir’e, Doğru Yol’a... Gençliğim, çocukluğumun elinden tutuyor; kim bilir kimlere rastlamak üzere. Tahtırevan da koşturabilir, atlı tramvay da gelebilir, elektriklisi de. Taşıtlar, dolmuşlar ve troleybüs geçebilir. Geçip öylece hatıralara gidebilir.

Neden Beyoğlu? Bugünüm çocukluğumun elinden tutup “Venedik Dükü Gritti Bey’in oğlu Alvise’nin orada konağı varmış da o yüzden öyle denmiş,” diye anlatıyor. Çocuk zor inanıyor, “Tek konakla Beyoğlu olur muymuş?”

İsterseniz ilk adımlarımızı Aylak Adam’la atalım. Manisalı Yusuf Atılgan’ın İstanbullu adamıyla: “Taksim’den inince kadın yanındaki adamın koluna girdi, yürüdüler. O da yürüdü arkalarından. Az sonra kadın dönüp ona baktı. İtici bir bakıştı bu… Büyük Cadde’ye girdi. Sağ kaldırımdan yürüyordu. Karşı sıradaki derin localı sinemanın hizasına gelince başını sola çevirdi. Şaşı kadın yoktu. Sol kulağını kaşıdı. Ağa Cami’nin önüne varınca, başı açık bir kız duvara tutunup yere tükürdü. Karnı açtı. Hem önce Tünel’e kadar yürümesi gerekti. Tünel’e, daha doğrusu o bildiği sokağa yaklaşırken birden geriye döndü. Karnı açtı. Bu gece canı et istiyordu. Tepebaşı’ndaki pahalı lokantalardan birine girerken karşıdaki saati gördü.”


[1] Öğrenci.

 

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, 1957 İstanbul doğumlu. Annesi Güzin Talu, babası gazeteci-yazar-spiker Muvakkar Ekrem Talu'dur.

İlk, orta ve liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünden mezun oldu. Üniversite süresince Türk-İş'e bağlı Demiryolu Sendikası'nda araştırma-eğitim uzmanı ve T.C. Marmara ve Boğazlar Belediyeler Birliği'nde Uluslararası İktisadi Girişimler Sekreteryası sorumlusu olarak çalıştı. Üniversiteden hemen sonra Kasım 1980'de Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliğe Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te devam etti. Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Medyakronik, Gazete Duvar gibi çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi. Türkiye medyasında ilk “ombudsmanlık” kurumunun kurulmasını sağladı. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı. Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri, Vicdanımızın Hatıra Defteri, Cumhuriyetimizin İlk Durağı, Tarladan Okula Bir Damla Daha gibi belgesellerde metin yazarlığı yaptı, son üçünün çekimlerinde bulundu. Sosyal Demokrasi, “Fransa” Bölümü (Turhan), Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest), Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes kitabının (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. Hâlen T24'te yazıyor.