- Işıl Öz
Türkiye’deki beyin göçünü tersine çevirmek adına TÜBİTAK’ın düzenlediği, “Yurt Dışındaki Türk Bilim İnsanları Kurultayı” sonrası Türkiye’deki bilimsel altyapının eksikliği yine gündeme geldi. Türkiye’yi geliştirmek ancak problemlerin içine atılmakla başlar diyen bilim insanları var elbette ama TÜBİTAK’ın bu girişimini temelsiz bulanlar çoğunlukta. İletişimde olduğum birçok akademisyene sordum:
Türkiye’de bilim insanlarının çalışma evrenini nasıl değiştirmeli ki dünyanın her köşesinden (sadece Türkiyeli değil) bir çok bilim insanı Türkiye’de olmak istesin?
Sonuç, Türkiye’de akademik yükseltme sorunları, akademi-endüstri işbirliksizliği, akademilerin özerk olamayan bütçeleri, akademik yapılanma sorunları, öğrenme çıktılarına dayalı öğretim süreçleri çerçevesinde Türkiye’deki akademik sorunlara değindik.
Akademisyenlerin T24'e açıklamaları şöyle:
Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr Lale Akarun, bilim dünyasındaki atılımların, kurumsal birikim ile mümkün olduğunu düşündüğünü söyledi: “Bir araştırma kurumu inşa edeceksiniz,bu kurum kendi araştırma kültürünü yaratacak, öğrenci kitlesini yetiştirecek, çalışma, araştırma kültürünü ve ekibini oluşturacak. Projeler alacak, laboratuvarlar kuracak. Bu aşamaya geldikten sonra, bu kuruma yapılan her tür destek, katlanarak fayda yaratır. Örneğin, yurtdışında başarılı bir bilim insanı, bu şekilde çalışan bir kurumun, ve kendisine uygun bir ekibin içine katılırsa, (kurum değiştirmekten dolayı kısa bir verimlilik kaybına uğrasa da), verimli olarak çalışmayı sürdürebilir, ve geldiği yerde de fark yaratır. Ancak, yeni kurulan bir kuruma çok başarılı bir bilim insanını da getirseniz, fazla bir şey yapamayacağını düşünüyorum. Evet, bilgisi görgüsü sayesinde, bu kurumun şekillenmesinde çok önemli katkısı olabilir; ama yurtdışındaki araştırma verimliliğini sağlayamaz, ve araştırmasını aynı hızla ilerletemez.”
Prof. Akarun sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye’de, 40-50 senelik (yerine göre daha fazla) birikime dayanan araştırma üniversiteleri var, sayıları 10 kadar. Bunları, başarılı olamadılar deyip bir kenara bırakıp, sil baştan yeni kurumların daha başarılı olacağını sanmak bir hatadır diye düşünüyorum. Tabii ki Türkiye gibi büyük bir ülkeye 8-10 araştırma üniversitesi az; sayının artması gerekiyor. Ancak eski kurumları devreden çıkartmadan, ve hatta onların desteği ile yeni üniversiteler kurmaya çalışmak, bana daha sağlam bir yaklaşımdır gibi geliyor. TÜBİTAK’ın bir süredir önceliği, araştırma desteklerini tabana yaymak. Yani, destek bütçesinin çoğunu 8-10 araştırma üniversitesine değil, tüm üniversitelere eşit paylaştırmak. Bu politikayı başarıyla uyguluyor; yeni üniversitelere de çok faydası oluyor. Ancak, yeni üniversitelerin yerleşmiş araştırma üniversitelerinin düzeyine ulaşması çok zaman alacaktır; öte yandan yerleşmiş kurumların hızını kesmek, ülke için çok zararlı olacaktır.”
Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mutlu Binark: “Genel olarak iki alt başlıkta yanıtlayabilirim sorularınızı; ilki Türkiye’de akademi ve özgün bilimsel araştırma sorunu. Mevcut üniversite sisteminde ister devlet ister vakıf üniversiteleri olsun, öğrencilerin eleştirel bir mesafe ile yaşamı, disiplinleri sorgulayan bir bilgi birikimi ile öğrenim sürecinde varolmaları temel amaç olarak görünmemekte. Hali hazırda “aktarmacı” bir eğitim sistemi hakim. Bu nedenle teori ve pratik arasında büyük bir uçurum gözlemleniyor. Çeşitli disiplinlerin kuramsal ve kavramsal çerçeveleri, ilkeleri yaşam deneyimi ile kesiştirilmiyor; derslikler “yaşam”la temas etmiyor. Üstelik, üniversite eğitiminin yaşam boyu ve yaşamın içinde olduğu nosyonundan ne yazık ki uzağız. Bu sorunun bir diğer ayağını da özgün ve nitelikli bilimsel araştırma sorunsalı geliştirmek ve bunun için araştırma zamanı temin etme sorunu oluşturuyor. Kanımca, bu noktada her türlü disiplinde TÜBİTAK çeşitli destek araştırma programları ile devreye olumlu bir destekleyici olarak girebiliyor. Üniversitelerde akademisyenlerin “aktarmacı” konumunun kökten bir şekilde “araştıran ve sorgulayan” misyonuna evrilmesi gerekli. Ancak burada sorumluluk TÜBİTAK’tan çok yüksek öğrenim kurumlarının kendisinde ve atama-yükseltme kriterlerinin halihazırdaki koşullarında...”
TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Merkezi’nde Uzman Araştırmacı Yard. Doç. Dr. Sevgi Zübeyde Gürbüz: “Sistem değişmedikçe, ne Türkiye’de insan yetişir, ne de insan dönmek ister. Sistem dediğim sadece ezberciliğe dayalı ilköğretim sistemimiz değil: Teknoloji geliştirmeye yönelik bir düzgün sistemimiz yok. Üniversiteler araştırma için güveniliyor ama tek başına yeterli değil. Fonlama mekanizmalar zayıf. ABD’deki sistemle ayrıntılı bir kıyas yapmış olsam ne kadar eksik kaldığımız ve kendi kendimize zarar verdiğimiz belli olur. ABD’de hem projelendirme güçlü hem de yeni mezunlar iş ortamında yetiştiriliyor. Bak Türkiye'de bu da yok. Belli bir birikimle ben Türkiye'ye geldim, ama benim bilgimden faydalanabilecek bir sistem yok, Gidiyorum sağa sola yalvarıyorum şunu bunu yapalım diye. Çok acı bir durum. ABD’den gelen herkes Türkiye'de ekmek bulur da bizim aradığımız sadece para değil, mesleğimizi en iyi bir şekilde icra edebilmek. Eğer insanlar mesleklerine hakkıyla yapabileceklerine inansalar çok daha kişi döner...ve çok daha hızlıca kalkınırız. Olay sadece akademisyenler değil tabii, genel araştırmacılar. Yoğun dönüş eğitim sıkıntısını da haffifletir çünkü böylece tahta oturmuş bağnaz hocalar barınamaz...”
TÜBİTAK’a sert eleştiri…
“Dünya bilim coğrafyasında pek esamesi okunmayan bir ülkenin gittikçe politik manipülasyonlara alet edilen bir kurumu olarak özetliyorum ben TÜBİTAK’ı. Elbette bir şekilde o kurumla bağlantılı dünya çapında bilimcileri tenzih ederek. Mesele asla tek tek başarılı insanlar değil, kurumsal olarak iyice garipleşti ve ülke olarak da Türkiye’nin pek bir bilimsel yeri yok.” dedi bilişsel bilimler dalında yüksek lisans yapmış, halihazırda yurtdışında uzay ve havacılık sektöründe çalışan bir isim.
3 küsür senedir Türkiye’de yaşamadığının altını çizdi ve “pek çok akademisyen ve gazeteci hapiste, yıllardır yargılanıyorlar, bunun üzerine daha fazla bir şey demeye korkuyorum, Türkiye’ye ailemi ziyarete gittiğimde başıma bir iş gelmesin diye. İnsanların bir gece ansızın alınıp götürülmedikleri, yıllarca yargılamaya maruz kalmadıkları bir yerde bilim ile uğraşmak daha makul diye düşünüyorum.” diye ekledi.
Bologna süreci konusunda ise bakın neler söyledi: “AB coğrafyasında dahi işler yavaşça rayından çıkmaya başladı, serbest piyasayı akademiye hakim kılmaya çalışıyorlar. Hollanda gibi bilim yuvası yerlerde bile ödenek gibi sözde gerekçeleri bahane edip üniversitedeki geometri departmanlarını kapatmaya kalktılar, Anvers Üniversitesi’nde benzer skandalvari durumlar yaşandı yakınlarda. Üzüntüm o ki Türkiye AB’nin kuyruğuna takılıp pek çok hatayı bu şekilde meşrulaştıracak.”
Kısaca, sosyal refahı yüksek bir ülkede, belli bir hayat standardını yakalamış, dünya standartlarında bilimsel üretim yapan başarılı bilimcilerin Türkiye’ye gitmesi için şu anda ufukta en ufak bir sebep göremediğini belirtti, hayatının ilk 33 senesini Türkiye’de geçirmiş, İTÜ ve Boğaziçi’nde okumuş ve özel bir üniversitede ders vermiş bir insan olarak…
'Nasıl olduğun değil, nasıl göründüğün önemli...'
“Bologna sürecinin iki etkisi oldu” dedi başka bir akademisyen ve ekledi: “Biri olumlu, üniversite içindeki her kurum ve birey “ben ne yapıyorum”u bir kez sorguladı. Öğrenim çıktıları, ders çıktıları, program çıktıları ve birbirlerini destekleyen domino taşları gibi örüldü sonuçta. Bir programdan mezun olan kişide aranan kriterlere göre tüm programlar gözden geçirildi. Bu daha önce var olan bir programı kopyala yapıştır hale getiren bölümler için önemli bir fırsattı “biz ne yapıyoruz”, “akademik yaşamın neresinde hangi eksiği kapatıyoruz” ve “bizim farklılığımız nerede” sorularını sormak için önemli fırsatlar sundu. Tabii ki bu fırsatları görebilmek, değerlendirebilmek ve bir avantaja çevirebilmek için Bologna sürecindeki evreleri ve bu sürecin üniversite yapısı içindeki tüm birey ve kurumlara getirdiği yükümlülüklerin çok iyi bilinmesi gerekiyordu.”
Dezavantaj da burada yatıyor sanırım…
Öyle, bir çok kurum ya da birey henüz süreci bilmeden, kulaktan dolma bilgilerle bu çıktıları ve programları hazırlamaya başladı. Böyle olunca da sadece görüntüde olan ama içeriği boşaltılmış öğrenim çıktıları tasarlandı, Programlar sanki bu çıktılar yerine getiriliyormuş gibi planlandı. Böyle olunca da günümüz postmodern dünyasına oldukça uygun bir yapı ortaya çıkıvermiş oldu. Nasıl olduğun değil, nasıl göründüğün önemli... Bununla birlikte tüm akademik birimlere yıllık, beş yıllık, on yıllık planlar yapma gerekliliği getirildi. Birbirleriyle bağlantılı olarak çalışan bu sistemde birimler kendilerine hedefler koydu ve bu hedefleri gerçekleştirebilmek için çalışmalar yapıldı. Kimi zaman hedefler gerçekten içi dolu olarak yerine getirildi, kimi zamansa hedefleri yerine getirebilmek için göstermelik etkinlikler, projeler ortaya kondu. Özetle, ölçülebilir olma sorusunun yanıtı hep nicelik olarak arandı. Kaç makale yazdın, kaç etkinlik yaptın, kaç konferans düzenledin, kaç bildiri yayınladın, kaç öğrenci projesi gerçekleştirdin... Bu soruların yanıtlarının hep nicel veriler ile ölçülmeye başlanmasıyla birlikte ortaya konan performansların niteliği ciddi oranda düştü. Çünkü ne yapılırsa yapılsın bu etkinlikler, etkinlik hanesine sadece artı 1 değer kazandıracaktı. Değerlendirmeler de hangi yoğunlukta ya da kalitede değil, kaç kere, kaç tane ile sınırlı. Doçentlik sınavları, profesörlük atamaları, yrd. doç atamaları hep puanla. Sayı tutturmayla. Nitelik ne kadar önemli tartışılır. 10 puan olmasın, 3 puan olsun ama özgün olsun.
‘Türkiye’de akademi özgür değil…’
Mevzuya dair son söz ise ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Marine Biological Laboratory’de doktora sonrası araştırmacı statüsü ile faaliyet gösteren Dr. A. Murat Eren’in: “Türkiye akademisinin büyük bir değişime ihtiyacı olduğu bir gerçek. Fakat bu değişim yurt dışından dönecek bilim insanları eliyle başlatılabilecek gibi görünse de, akademik kadrosu gücü elinde bulunduran siyasi otoritenin ‘kadrolaşma’ eğilimleri doğrultusunda şekillenen bölümlerde yer etmiş kültürün bu değişime karşı ortaya koyacağı direnç ile başa çıkmak, “bilim insanı” olmaktan farklı meziyetler gerektiriyor. Akademinin bugünkü noktaya gelmesinin sebebi intihallerden, bütçe sıkıntılarından ya da vizyonsuzluktan daha derin: Türkiye’de akademi özgür değil. Bir nehir gibi coşkuyla akması gereken akademi, Türkiye’de siyasetin ifade özgürlüğüne çektiği setlerle oksijensiz baraj göllerine dönmüş vaziyette. Bugün gördüğümüz akademi de işte bu seçilim baskısının bir sonucu. Hem Türkiye, hem de ABD’deki bilim camiasını tanıyan birisi olarak ABD ya da Avrupa nehirlerinden alınıp bu göllere salınacak akademisyenlerin çok büyük bir kısmının boğulup gittiğini hayal etmek benim için zor değil.
Türkiye’nin ihtiyacı olan büyük bir akademik devrim; ama akademi hakkında görüş bildirirken ismini saklamak zorunda hisseden akademisyenler ya da akademinin problemlerini anlamaktan uzak siyasetçilerin değil, bu problemlerin en doğrudan etkilediği kitle olan öğrencilerin öncülük ettiği, akademiyi otoriteye bağlı köklerinden kurtaracak, önündeki setleri yıkarak akademiye bağımsızlığını kazandıracak bir devrim. İmkansız duyuluyor olmalı. Bu inanın yurt dışından dönecek bilim insanlarının Türkiye’de bir şeyleri değiştirebilme ihtimalinden daha olası.”