Politika

Tuğluk: Biz Kürtler ve Türkler, demokrasi dışında bir seçeneğe sahip değiliz

Aysel Tuğluk: Gerçekten biz Kürtler ve Türkler, her şeyin karıştığı bir kavşakta demokrasi dışında bir seçeneğe sahip değiliz. Ne Türkler bin yıl önce Orta Asya’dan gelmiş bir halktır, ne de Kürtler on bin yıldır Mezopotamya’da yaşayan bir halktır

02 Nisan 2013 13:52

DTK Eş Başkanı ve Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk

(Radikal - 2 Nisan 2013)

 

 

Politika mı, siyaset mi?

 

Ne Türkler bin yıl önce Orta Asya'dan gelmiş bir halktır, ne de Kürtler on bin yıldır Mezopotamya'da yaşayan bir halktır. Şu veya bu şekilde birlikte yaşamış, bambaşka bir etnisite oluşturan iki halktır

Türkiye’de hem siyaset, hem politika terimi birlikte kullanılır. Yaygın kanıya göre ikisi de aynı referansta bulunan biri Arapça, diğeri Yunanca iki terim. Eşanlamlı oldukları sanılır. Bilinenin aksine politika başka, siyaset başka şeydir.

Yunanca’dan Türkçe’ye giren ‘politika’ teriminin kökü ‘polis’tir. Hani ortasında Agorası, çevresinde evleri olan o, İonya şehri... Politika terimi, ‘politeia’ ile anlam bağına sahiptir. ‘Politeia’, polisin -yani şehrin- işlerinin yapılmasıdır. Plato’nun, ‘Politeia’ adlı bir kitabı var. Ne yazık ki, Türkçeye ‘Devlet’ adıyla çevrilmiş. Oysa ‘politeia’, devlet anlamına gelmez. Karşıladığı pratikleri şöyle özetleyebiliriz: Şehrin yurttaşları, Agora’da toplanıp açık tartışma ve oylama yöntemleriyle şehrin işlerini halletmeye, çeşitli görevlileri seçmeye, bazı görevlileri geri çağırmaya çalışırlar. Sıkı diyalog ve yüksek belagatin sanatkârane performansını da unutmamak gerekiyor. Elbette Bay Perikles’in konuştuğu Atina’da, yurttaşlar şehrin nüfusunun çok az bir kısmını oluşturuyorlardı. Kölelerin, kadınların, çocuk ve yabancıların ‘politeia’da bulunma hakları yoktu. O yüzden Batı’nın politika tarihi, adı geçen dışlanmışların dahil olmak için verdikleri mücadelenin hikâyesidir.

Bir de ‘-tika’ var; politika teriminin ikinci yarısı. Konuşma sözcüğünün Yunanca karşılıklarından biri. Buradan hareketle politikanın ‘konuşarak yapılan bir iş’ olduğuna varmak için ‘allame’ olmaya gerek yok. Evet, başlangıçta belki de ‘söz’ yoktu. Ancak sonrasında söz eylemi yarattı bir şekilde ve hayat oldu iyi günde-kötü günde; Spinoza’da, Kant’ta, Marx’ta, Gandi’de...


Siyaset nizama çekme faaliyetidir


Siyaset ise bambaşka bir öykü. Arapça ‘sys’ kökünden türeyen bu terim, anlamsal değerini seyislikten yüklenir. Atların bakımını yapan, onları tımar eden ve uslu uslu binicisini dinleyen hayvanlar yetiştiren adamdır seyis. Ve siyaset, ‘reayayı’ -ki hayvan sürüsü demektir- yönetme, cezalandırma, nizama çekme faaliyetinin adıdır. Bu yanıyla siyaset egemenin yani monarkın, kralın, padişahın sürüsüne çobanlık yapmasıyla özdeştir. Nasıralı, “Tanrı’nın sürüsünün çobanıyım” derken tam da bu gerçeği ilan ediyordu. Ancak ahali “Yahudilerin kralı sen misin?” diye alay ederken, sanırım sürü-çoban ya da at-seyis diyalektiğinin tam idrakinde değildi.

Siyaset gerçeğinin en ironik durumunu belki de Topkapı Sarayı’ndaki siyaset meydanında. Cellat Çeşmesi’nin yanındaki meydanın adıdır. Dili kesik Bostancıbaşı’nın vurduğu kellelerin yuvarlandığı meydan, bu meydandır. Ve Osmanlı’daki ‘siyaseten katl’ deyimi bu meydandaki faaliyetin izahıdır. Yani siyaset, padişahın bazılarını katletmesinin bir gerekçesidir. Elbette bu laftan sonra reayanın da soracak sorusunun kalmaması varsayılır. Özetle, siyaset “binicinin bineği yönetme sanatıdır”. Ama kanlı, ama kırbaçlı. Ya da arpalıklı veya yoncalı...

Konunun en bariz göstergelerinden birisi de siyasetnamelerdir. Esasta Nizamülmülk adıyla özdeşleşen siyasetname çok eski bir araçtır. Pasifikten Akdeniz’in doğu sınırlarına kadar, Çin’den Babil’e, oradan Osmanlı’ya kadar herkesin bir siyasetnamesi oldu.

Bütün siyasetnamelerin özeti, yönetilecek olanların bir yöneten tarafından en rahat, en verimli şekilde nasıl yönetileceği ve sorun oluşturanların nasıl cezalandırılacağıdır. Konfüçyüs bunu söyler, Nizam bunu yazar, Ömer Bin Hattab bunu çizer kılıcıyla. Doğu’da hal böyleyken, Batı, belki de ilk siyasetnamesine neredeyse iki bin yıllık bir gecikmeyle, Makyevelli’de ulaşacaktı.

İşte tüm bu izahatler, bize siyaset ile politikanın neredeyse tamamen karşıt olduğunu gösterir. Evet, karşıttılar. Politika, mekânı eşit bir geometrik düzenlemeye tabi tutarken, siyaset ise mekânı piramidal bir düzenlemeye uğratır. Politika, sesi-sözü dağıtıp yayarken, siyaset ise sesi-sözü tekleştirinceye kadar toplamaya çalışır. Politika bir hakikat arama mücadelesiyken, siyaset mevcut hakikatin dehşetidir. Politika topluma aitken, siyaset devlete aittir. Politika çokluk, siyaset monarktır. Politika dişil, siyaset erildir.

Siyasetnameler ülkesinde, Cellat Çeşmesi’nin sağ tarafında kanayan politika arzusudur Kürt sorunu. Politik olanın siyasete başkaldırısı, bütün bileşenleriyle toplumun devlete isyanıdır. Tımar ve kırbaç altında susturulanların konuşma talebidir bu meselenin özü. Sadece bir dilin değil; bir dilin, bir toprağın, bir kültürün ve bir tarihin damıttığı bir halkın, kılıç şakırtıları ve boğuk tayyare sesleri altında yasaklanmış varlığının, paramparça bir bedenle de olsa kendi adına konuşma talebidir Kürt sorunu.

Bugün Türkiye’deki gerilim bu an’a değil, uzun bir tarihe aittir. Batı’ya ait olanın, Doğu’nun eski tiranları altındaki inleyişi ve Doğu’ya ait olanın Batı’nın zalimlikleri altındaki çırpınışıdır.

İşte, Kürt sorunu bu gerilim altında genç insanların kanayan bedenleriyle konuşan, karmaşık bir sorundur. Batı’nın insan hakları manzumeleri, Doğu’nun hikmet-i devlet karanlığında flulaşırken, Doğu’nun kadim hoşgörüsü, Batı’nın ulus-devlet cenderesinde hayal kırıklığıyla, nefrete doğru yol alır. Ve insan Batı’nın istatistiki bir parametresi, Doğu’nun kul-kölesiyken, Sason’da evladının çürümüş kemiklerini arayan bir kadının feryadı figanıdır Kürt sorunu. Bu korkunç acıya rağmen ‘barış istiyorum’ diyen bir ananın sözleridir Kürt sorunu.

Zehirli bir bileşimdir bu sorun. Erdemin, yiğitliğin, sıcak kokan dostluğun ve yağmur kadar rahmetli kardeşliğin; insani olan her şeye düşmanlığın, korkaklığın ve kirli kâğıt kokan çıkarcılığın bir arada birbirini, her birimizi ve hepimizi kemirdiği zorlu bir insanlık durumudur Kürt sorunu.

Politik olanın zirve noktasını oluşturan andayız bence. Seçim yapma anı!.. Siyasetin sağır bedenimize kazıdığı yaşam emri ile politikanın dilimizden dökülen özgürlük çığlığı arasında bir seçim. “To be or not to be”deyiz. Hamlet’i bunaltan hayaletlerin yüzlerce misli topraktan doğrulup adaleti mırıldanırken, Osmanlı’nın kadim başkentindeki bir tepede, eğri bir kılıçtan damlayan kan, bir kez daha bizi siyaset kapısıyla karşı karşıya bırakırken; Lice’de küçük bir ceylan kız ölürken. Uzun bir hikâyedir. İnanın, istediğimiz sadece bir tesellidir. Yoksa biz de Habil’in çoktandır öldüğünü biliyoruz. Bir adı olsun, bir mezarı... Bir dili ve eteğinde tanrısına sunmak istediği kuzusu...

Yeni bir hayat bazen eskisinin reddiyle başlatılabilir. Ancak yepyeni bir hayat ‘bilmiyorum’ hükmüyle başlar: Önyargısız, koşulsuz ve basamaksız bir demokrasinin neşet ettiği yer. Demokrasi bu yüzden hep bilinmeyen bir topraktır. Toplumsal ve politik olanın varoluş biçimidir. Siyaset sadece demokrasinin inkârı değildir. Esasen bütün cevapların bilindiği, soruların yasak edildiği mutlu bir aptallık varsayımıdır.

Sorun demokrasi olunca elbette hepimiz itham edilmekten kurtulamayız. Siyasetin güttüğü sürüdeki Kürtlerin ve Türklerin farkına bile varmadı egemenler. Hatta bizler, ezilenler bile demokratik olanın, yabancının dost olma ihtimaliyle başladığını sıkça unuttuk. Dosta sunulanın, yabancıya ikram edildiği bir uygulamanın adıdır demokrasi. Ve her demokrasi, asgari olarak politik olanın kabulüdür: Emanuel Levinas’ın bizlere öğrettiği ‘ötekinin yüzü tanrının yüzüdür’ düsturunu mideye değil, beynimizin kıvrımlarına sindirdiğimiz anda başlar. “Hayır bayım hayır, öteki cehennemin değil, o, bir fikrini savunması için ölümü bile göze alabileceğim bir dosttur” demek, o kadar mı zor?

Gerçekten biz Kürtler ve Türkler, her şeyin karıştığı bir kavşakta demokrasi dışında bir seçeneğe sahip değiliz. Ne Türkler bin yıl önce Orta Asya’dan gelmiş bir halktır, ne de Kürtler on bin yıldır Mezopotamya’da yaşayan bir halktır. Her ikisi de son bin yıldır şu veya bu şekilde birlikte yaşamış, bambaşka bir etnisite oluşturan iki halktır. Politik olan, iki halkın yabancılarına dostluğu kurmasını emreder. Kaldı ki, bin yıl önce başlayan yabancılık, aradan geçen zaman boyunca o kadar tanıdık bir hal aldı ki...

Elbette siyasetin tanrıları, yüzümüzü kutsiyetten arındırıp birbirimizin şeytanı yapmak için boş durmuyor. Bazı aklı evveller yabancıyı çizip oradan düşmana ulaşıyorlar. Ancak bu sayede herkesin bir şeyler kaybedeceği bir durum olmaz. Kaybın bizzat herkes olduğu, korkunç bir senaryo olur.

Her şey Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamalarını zorunlu kılacak ispatlar sunuyor. Başka bir seçeneğimiz yok. Gönüllü, onurlu, eşit ve özgür birlikteliktedir geleceğimiz.


Türkiyeli bir kuşak...


Hayat, yarın her birimizi hayal dahi edemeyeceğimiz yerlere ölü ya da diri savurabilir. Zaten hayat, biz çeşitli planlar yaparken, başımıza gelenlerden ibaret değil mi? Öyleyse? Öyleyse bizi mutlu edeceğine inandığımız arzularımız için makul yollar çizmekten ne alıkoyabilir ki? Herkes o kadar çok sebep bulabilir ki, bir tek ortak noktaları olabilir: “Ben bunu çok istiyorum” diye başlarlar. Türklerle Kürtlerin bir arada demokratik ortamda yaşamalarını çok istiyorum ve bu seçeneği seviyorum. Hepsi bu.

Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek, Türkiyeli bir kuşağın politik temsilcileri olarak hayallerimizi nihai, kolektif faydamız olan demokrasi içinde gerçekleştirebiliriz. Türkiyeli bir kuşak olarak bizlerin gerçek politik projesi, demokrasi dışında bir şey olamaz.

Artık ‘silahsız siyaset’ dönemine geçmeliyiz. Bu en zor ama yine de en umutlu zamanlarda bir kez daha ve yine birlikte başarma potansiyeline sahibiz. Yeter ki isteyelim. Yeter ki siyasetin değil, politikanın dili ve eylemiyle konuşalım...