Arif Cem GÜNDOĞAN & Pelin CENGİZ
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamındaki 22. Taraflar Toplantısı (COP22) 7-18 Kasım 2016 tarihlerinde Fas’ın Marakeş şehrinde gerçekleştirildi. İklim değişikliği ile küresel mücadele rejiminin neredeyse baştan sona değiştiği Paris’teki iklim zirvesi sonrası, Marakeş’teki zirvede sözlerden çok eylemler merak konusuydu. Türkiye’nin iklim finansmanına erişim isteği ile kısmen gecikmeli başlayan zirve, Trump galibiyetinin yankıları ile devam etti; ardından yüksek seviye toplantılarda bakanların insanlığın iklim krizi karşısında elini çok da arttırmayan açıklamalarını dinledik. Yeni iklim rejimine dair 2018’e dek bir yol haritası çizilen zirvede gelişmekte olan ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok zarar gören ülkelerin temsilcilerinin, sivil toplum temsilcilerinin ve biliminsanlarının uyarıları iklim krizini çözmekten hâlâ uzak olduğumuzu hatırlattı.
Son gelişmeler ışığında elde ne var?
COP22’deki asıl gündem Fransa’da temeli atan ve çerçevesi çizilen Paris Anlaşması’nın içini doldurmak ve nasıl uygulanacağına dair bir “kural kitabı” geliştirmekti. Bunun yanında iklim finansmanı havuzunun doldurulması, ülkelerin uzun dönemli azaltım hedeflerine daha hızlı şekilde angajmanı, ulusal katkıların (NDCs) daha iddialı hale getirilmesine yarayacak kolaylaştırıcı diyalog sürecinin tasarlanması gibi pek çok alt gündem maddesi yapılacaklar listesindeydi. Zirvenin ana çıktılarını hızlıca özetleyecek olursak:
- Paris Anlaşması’nın kural kitabının 2018’deki zirveye (COP24) dek tamamlanması üzerinde uzlaşıldı.
- ABD, Almanya, Meksika ve Kanada uzun dönemli sera gazı azaltım planlarını paylaşarak, 2050’ye dair önemli ölçüde iddialı (yüzde 90’a varan) azaltım hedefleri belirledi.
- İklim değişikliğinin etkilerinden en olumsuz şekilde etkilenen 48 az gelişmekte olan ülkenin oluşturduğu inisiyatif (Climate Vulnerable Forum - CVF) en kısa sürede yüzde 100 yenilenebilir enerjiye geçiş yapacaklarını ilan etti.
- Yine az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal katkılarını yerine getirebilmeleri için kapasite ve finansman desteği sunulması amacı ile “NDC Ortaklığı” kurulduğu ilan edildi. Gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere iklim finansmanı desteği ile ilgili yeni katkılar açıklandı. (Ancak bunların toplamı 2020 itibariyle yılda 100 milyar dolar hedefinden çok uzaktı)
- Uyumla ilgili iklim finansmanı konusunda uzlaşı yine sağlanamadı; iklim etkilerinden doğan kayıp ve zararların tespitinin nasıl yapılacağı konusunda beş yıllık bir çerçeve çıkarıldı.
- Paris Anlaşması’na ve yeni iklim rejimine sahip çıkılması anlamında önemli olan “Marakeş Deklarasyonu” kabul edildi; iklim değişikliğinde mücadelede devlet dışı aktörlerin (yerel yönetimler, şehirler, özel sektör, akademi, sivil toplum gibi) rolü önem kazandı.
Paris Anlaşması’nın -resmen böyle ifade edilmese de- olası bir Trump galibiyeti ihtimaline karşın ABD seçimlerinin hemen öncesinde devreye girdiğini hatırlayalım. Bu durum, kampanya sürecinde ABD’yi Paris Anlaşması’ndan çekeceğini ifade eden Trump’ın bunu istese de dört yıllık bir süreçten erken yapamayacak olmasını sağladı. Trump’ın ABD’yi doğrudan çerçeve sözleşmeden çekmesi halinde bu süre bir yıla kadar düşecek olsa da, ABD’nin böylesine vahim bir diplomatik hata yapması beklenmiyor. COP22’de Trump’ın galibiyeti kısa bir şok dalgası yaratmış olsa da tüm tarafların Paris Anlaşması’na olan desteği, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin ve Başmüzakereci Jonathan Pershing’in konuşmaları düşük karbon ekonomisine geçişin artık geri döndürülemez bir süreç olduğunun altını kırmızı kalemle çizmiş oldu.
Tehlike çanları hâlâ çalıyor mu?
Evet. COP22 esnasında özellikle iki rapor lansmanı buna konuya dikkat çekti. Birisi Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) “Azaltım Açığı 2016” raporu, bir diğeri ise Tyndall, CICERO gibi dünyaca ünlü iklim araştırma merkezlerinin başını çektiği “Küresel Karbon Bütçesi” raporuydu…
Biliminsanları özetle masadaki ulusal katkıların (NDCs) iklim krizi ile mücadele için yetersiz olduğunu ve Paris Anlaşması kapsamındaki hedeflere bu katkılarla ulaşmanın imkânsız olduğunu belirtti. Küresel sıcaklık ortalamasındaki artışın yüzyıl sonunda 2 oC’nin olabildiğince altında (mümkünse 1.5 oC’de) dizginlenebilmesi için eldeki katkıların misline ihtiyaç olacak. Bu bağlamda zamanın aleyhimize işlediğini belirten iklim bilimciler ülkelerin katkılarını iyileştirmek için 2020’ye dek beklemeleri durumunda -ki Paris Anlaşması kapsamında ilk iyileştirme teorik olarak 2023’te yapılacak- maalesef trenin kaçabileceğini ifade etti. COP22’deki bu uyarılar müzakereciler tarafından ne denli dikkate alındı tartışılır; ancak bilim, politika gibi istediğiniz yöne gitmiyor ve gerçekleri tüm yalınlığı ile ortaya seriyor.
Peki, Türkiye ne yaptı? Ne elde etmiş oldu?
Mevsimler geçiyor, iklim değişiyor, Türkiye değişmiyor. İklim zirveleri artık Türkiye için giderek daha fazla “samimiyet testi” haline geliyor. Türkiye, bunu bu açıklıkta ifade etmese de kömüre yatırım yapma kararlılığından vazgeçmeyip, aynı zamanda iklim finansmanından faydalanmak için pazarlık yapmaktan geri durmayan bir pozisyonda.
Bu anlamda geride bıraktığımız COP22’ye Türkiye epey hızlı başladı. Müzakerelerin resmen başlamasının ardından Türkiye, gündemin onaylanacağı ilk açılış oturumunda söz alarak, Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında ana fon dağıtım mekanizmalarından olan “Yeşil İklim Fonu” üzerinden iklim finansmanına erişimi meselesinin resmi müzakere gündemine eklenmesini önerdi. Marakeş’te bunlar konuşulurken, aynı gün aynı saatlerde Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın katılımıyla 5 milyar dolar yatırım bedeline sahip 158 enerji santralinin açılışı gerçekleştirildi. Marakeş’te, Türkiye hem fosil yakıtlara dayalı enerji yatırımlarında vazgeçmeyip, hem de küresel fonlardan yararlanma pazarlığı yaparken, Erdoğan da açılışta yaptığı konuşmada, “Siz bakmayın Batı ülkelerinden çevrecilik saldırılarına bunların hepsi art niyetlidir. Kömür ve nükleerle çalışan santraller olmasa Batı karanlığa gömülür” diyordu.
Türkiye’nin bir yandan kömürlü termik santrallerin açılışını yaparken, diğer yandan iklim değişikliği ile mücadele için fonlardan yararlanmak istemesi, uluslararası sivil toplum kuruluşları tarafından tepki ile karşılandı. Öneri Suudi Arabistan tarafından desteklenirken, diğer delegasyon yetkililerinden tepki gelince toplantıya ara verildi, ara sonrası Türkiye'nin talebinin ucu açık bir dönemde değerlendirilmesi önerildi. 19 Kasım’a adım atıldığı sabahın erken saatlerinde gerçekleştirilen COP22 son oturumuna gelindiğinde hâlâ uzlaşıya varılmaktan uzak olan Türkiye’nin önerisi COP23’e paslandı.
Türkiye’nin müzakere pozisyonu sürdürülebilir mi?
Türkiye’nin sağduyudan uzak pazarlık siyaseti “hem kömürlü termik santraller açayım hem daha çok ihtiyacı olan ülkelerin erişimine açık olan Yeşil İklim Fonu’ndan para alayım” ile de bitmiyor. COP22’nin devam ettiği son iki haftada küresel sera gazı salımlarının yüzde 77’sinden sorumlu 112 ülke anlaşmayı resmen onaylamış durumdaydı. [1] Türkiye’nin halen anlaşmayı Meclis gündemine taşımadığını ve Rusya ile beraber anlaşmayı resmen onaylamayan iki G20 ülkesinden birisi olduğunu biliyoruz. Türkiye, Marakeş’te Çevre Bakanı’nın ağzından iklim fonlarından yararlanmasının önünün açılması halinde, Paris Anlaşması’nı Meclis’ten onaylayarak yasalaştırma niyetinin olduğunu ifade ederek tanıdık bir strateji izliyor. Hatırlanacağı üzere çerçeve sözleşme ve Kyoto Protokolü’ne de 12’şer yıllık gecikmelerle imza atıp sürecin neredeyse dışında kalmıştık. Türkiye gibi gelişmekte olan ve sera gazı salımları hızla yükselme trendinde bulunan ülkelerin küresel iklim rejiminin dışında kalması, süreç açısından kritik bir tehlikeye işaret ediyor. Artık oyalanmak için, diploması trafiğiyle vakit kaybetmek için çok geç.
Bu arada, Türkiye’nin geçen yıl Paris’e gitmeden önce sunduğu niyet edilen ulusal katkı belgesinde (INDC) sera gazı salımlarını 2030’a kadar iki katından fazla arttırmayı planladığını da hatırlatalım. [2] Hedefini 2030’da referans senaryoda öngörülen artıştan yüzde 21 azaltım şeklinde belirleyen Türkiye’nin zaten beklentileri karşılamadığı ve INDC belgesinde revizyona gitmesinin gerektiği biliniyor. Türkiye metinde, 2030’da 1 milyar 175 milyon ton sera gazı salımı projeksiyonu üzerinden bunu yüzde 21 azaltarak, 929 milyon tona indireceğini açıklamıştı. Bu artış oranı, enerji yoğun, kömüre ve diğer fosil yakıtlara dayalı ekonomik büyümenin devam edeceğine işaret ederken, düşük karbonlu büyüme perspektifinin tamamen göz ardı edildiği de bir kez daha görülmüştü.
Zaten durumu tescilleyen bir veri de, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından yayınlanan Azaltım Açığı 2016 raporundan geldi. [3] Rapor, ülkelerin ulusal katkı niyet beyanlarında ortaya koyduğu emisyon azaltım hedefleri ile Paris Anlaşması’nın hedefleri arasındaki farkı hesaplayarak, mevcut hedeflerle yüzyılın sonunda yaşanacak sıcaklık artışının 3.4 °C olacağını olabileceğini ortaya koydu. Raporun Türkiye açısından önemi ise şu: Türkiye bu raporda hem en hızlı artışa sahip hem de kişi başına salım yoğunluğu artacak tek ülke konumunda.
Diğer yandan, Germanwatch tarafından her yıl açıklanan İklim Değişikliği Performans Endeksi 2017 (CCPI) sonuçlarına göre, hızlı gelişmekte olan ekonomiler kategorisindeki Türkiye, daha önceki yerini koruyarak listenin 51. sırasında yer alırken, iklim değişikliği ile mücadele performansı “çok zayıf” olarak derecelendirildi. [4] Bunun başlıca sebebi, Türkiye’nin INDC’sindeki hedefin artıştan azaltım üzerinden olması ve yetersiz nitelendirilmesi.
Bunların yanı sıra, Türkiye'nin rüzgâr ve güneş enerjisi merkezli yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmek üzere ilerici iklim politikaları geliştirmemesi, aynı zamanda kömürü merkezine alan enerji politikaları ile kömüre verdiği teşvik ve imtiyazlar, Türkiye’nin iklim performansı konusunda liderlikten uzak olduğunu gösteriyor.
Oysa başka türlüsü de mümkün. NewClimate Institute (NCI) ile CAN Europe (Avrupa İklim Ağı) tarafından hazırlanan “İklim Hareketine Geçmenin Yan Faydaları: Türkiye İklim Taahhüdünün Değerlendirmesi Raporu” Paris Anlaşması’na uyumlu politikalarının Türkiye için daha güçlü ekonomi anlamına geleceğini gösteriyor. Raporda, Türkiye’nin sadece enerji politikalarını değiştirerek 2030’a kadar enerji ithalatında 23 milyar dolar tasarruf edebileceği, bu faydanın Türkiye’nin 2014 GSYİH’sinin yaklaşık yüzde 3’ü kadar tasarruf anlamına geldiği belirtiliyor.
Yine Germanwatch tarafından hazırlanan “Küresel İklim Risk İndeksi 2017” raporunda da, Türkiye'de 1996-2015 yılları arasında sadece iklim kaynaklı afetlerden yaklaşık 350 milyon dolarlık hasar meydana geldiği ifade ediliyor. [5]
Kısaca iklim politikamızı sağlamlaştırmak ve düşük karbon ekonomisine olabildiğince geçmek sadece çevresel değil, ekonomik ve sosyal faydaları da beraberinde getiriyor. Bunların Türkiye pavyonunda konuşulduğu oturumda devlet temsilcilerinden herhangi bir katılımcının bulunmaması ilgi ve önem düzeyi hakkında size belki bir fikir verebilir.
Peki ne yapmalı?
2020 yılında Antalya’da yapılmak üzere 26. Taraflar Konferansı’na (COP26) ev sahibi olmaya talip Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede daha proaktif adımlar atması şart. Türkiye’nin bundan sonraki süreçte INDC belgesindeki hedeflerini ve sera gazı salımlarına yönelik taahhütlerini gözden geçirip, fosil yakıtların payının kademeli olarak azaltılması, yenilenebilir enerji potansiyelinin sosyo-ekonomik ve çevresel adaletsizliklere sebep olmayacak şekilde harekete geçirilmesi gerekli. Türkiye, bu konuda kararlı olduğunu göstermek adına Paris Anlaşması’nı bir an önce onaylamalı.
Türkiye’nin anlaşmaya resmen taraf olmadan iklim zirvelerinde bundan sonra sözünü dinletmesi pek mümkün değil. Bu durumun devamlılığı ise Türkiye’nin müzakerelerde giderek daha fazla yalnızlaşmasına ve müzakere zeminini tamamen kaybetmesine neden olabilir. Türkiye’nin ısrarcı olduğu iklim finansmanına erişim isteği kadar kendi kamu kaynaklarını nasıl kullandığını ve özel sektörü hangi yönde teşvik ettiğini Paris Anlaşması kapsamında yeniden düşünmesi ve özeleştiri yapması inandırıcılığının artmasına yarayabilir. Paris Anlaşması ile beraber önemi belirginleşen ve sorumluluk yüklenen yerel yönetimlerin, STK’ların, üniversitelerin, araştırma ve düşünce kuruluşlarının bu süreçlerde aktif rol oynamasına izin verilmediği her türlü opak süreç devletin elini zayıflatmaya devam edecektir.