Yeni dönem sinemamızın önemli kadın yönetmenlerinden olan Yeşim Ustaoğlu 5. uzun metrajlı filmi 'Tereddüt' ile Türkiye'de kadına ve çocuğa uygulanan şiddeti beyazperdeye taşıdı. Yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği filmde Türkiye'de yaşananları yine dramatik bir hikâyeyle ortaya koyan Ustaoğlu, "Derdim bu. Bundan haz alıyorum, bundan tatmin oluyorum. İnsanları sarsmayı, dürtmeyi, tokat atmayı seviyorum" dedi.
"Türkiye’de muazzam bir kadın şiddeti var. Ama aynı zamanda da çocuk şiddeti" diyen Ustaoğlu, "Çocuklar da kadınlar kadar istismara maruz kalıyor ama daha az gündeme geliyor. İnsanın kayıtsız kalabilmesi, etkilenmemesi mümkün değil. Hele bir yönetmensen. Birkaç yıl önce Elmas karakteri gelip beni yokladı" ifadelerini kullandı.
İstanbullu genç bir psikiyatr Şehnaz’la, küçük yaşta, mahkemede yaşı büyütülerek zorla evlendirilen ve sonunda ağır bir travma yaşayan Elmas’ın hikâyesini anlatan filmin başrollerinde, Funda Eryiğit, Ecem Uzun, Mehmet Kurtuluş ve Okan Yalabık yer alıyor.
Dünya galasını Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapan 'Tereddüt', 16 Aralık Cuma günü vizyona girecek.
Yeşim Ustaoğlu'nun Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği (11 Aralık 2016) söyleşi şöyle:
Yine başarmışsın, yine şahane bir işe imza atmışsın! Üstelik bu ülkenin kanayan bir yarasına parmak basmışsın. Hem bu ülkede yaşayan bir kadın olarak hem bir anne hem de gazeteci olarak teşekkür ediyorum. Aslında sen, feministlerin, kadın derneklerinin, STK’ların, sosyal medyadaki protestoların ve bugüne kadar tecavüze, cinsel istismara uğrayan, yakılan, gömülen, hiçe sayılan bir sürü kadının sesi olmuşsun.
-Ne güzel iltifatlar bunlar.
Bu his sana ne zaman geldi, ne zaman “Böyle bir film yapayım” dedin?
-Türkiye’de muazzam bir kadın şiddeti var. Ama aynı zamanda çocuk şiddeti. Çocuklar da kadınlar kadar istismara maruz kalıyor ama daha az gündeme geliyor. İnsanın kayıtsız kalabilmesi, etkilenmemesi mümkün değil. Hele bir yönetmensen. Birkaç yıl önce Elmas karakteri gelip yokladı beni.
Karakterler, roman kahramanları gibi bir yerlerden çıkıp geliyor mu? Yokluyorlar mı seni?
-Evet. Kenarından köşesinden kendini göstermeye başlıyor. Bir fotoğraf gibi bir imge oluşuyor aslında zihnimde. Ve ben, o imgenin peşinden koşmaya başlıyorum. Bu filmde de bir fotoğraf gibi, bir renk gibi iki kadın zihnimde oluşmaya başladı.
"Sorun sistemin kendisinde"
Birbirinden farklı ama aslında aynı iki kadın.
-Tam da bu! Bu farklılık ama aslında ‘aynılık’ imgesi yavaş yavaş gelişti. Önce Elmas karakteri şekillendi. Elmas, mahkemede yaşı büyütülerek, henüz çocukken babası tarafından zorla evlendirilen bir kız. Evlendirdikleri adam ondan çok büyük. Elmas, evli bir kız çocuğu olarak her gece tecavüze uğruyor, acılar içinde. Bir lodos fırtınası sırasında sobadan gelen ters dumanın etkisiyle kocası ve kayınvalidesi ölünce, onda film kopuyor. Kızı hastaneye götürüyorlar. Orada tedavisini üstlenen genç psikiyatr da Şehnaz. Bu sosyolojik anlamda çok farklı iki kadının hikâyesini izlerken, Şehnaz’ın psikolojik şiddete maruz kaldığını görüyoruz. Kısacası, başarılı, işini çok iyi yapan, insanlarla çok iyi empati kurabilen bir kadının kendi özel hayatındaki dökülen pulları da görüyoruz.
Bu bir kadın filmi mi? Misyon filmi mi? Dava filmi mi? Kadın cinselliği üzerine bir manifesto mu?
-Bunları ben söyleyemem, izleyenler söylemeli. Bu film benim içimden çıkan bir şey. Kimi kendini Şehnaz’da bulacaktır, kimi Elmas’ta; kimi kendince bir manifesto olarak algılayacaktır, kimi de bir kadın filmi olarak... Beni ilgilendiren, bu hikâyenin onlara değmesi, bu hikâyeden etkilenmeleri. Biri şu yorumu yaptı: “Öyle bir film yapmışsın ki, derimden girdi, damarlarımda dolaşıyor. Şu an karnımda yumru olarak duruyor. Ve ben günlerdir etkisinden kurtulamıyorum!”
Aslında sen, “Özgecan, Yeşim Ustaoğlu, Ayşe Arman... Yok aslında birbirimizden farkımız” mı diyorsun?
-Tabii ki yok. Vahşice öldürülen Özgecan’ın haberleri canımızı yakarken ben bu filmi çekiyordum. Hepimiz çöktük. Günlerce etkisinden kurtulamadık, bu etkiler kaybolan etkiler değil. Özgecan’ın maruz kaldığı o vahşetin, bu filmi de tetiklediğini söyleyebilirim. Benim, hiçbir şeyi sakınmadan anlatma dürtümü kamçıladı onun başına gelenler. Öfkemi de kamçılamış olabilir!
Sorun bizde mi erkeklerde mi? Neticede bu erkekleri de kadınlar yetiştiriyor...
-Sorun, sistemin kendisinde. Bir taraftan ataerkil bir sistemin içinde yaşıyoruz ama bir taraftan da sonuçlarını görmemeye çalışıyoruz. Görmezden gelmeyi kadınlar da bir sürdürülebilirlik haline getiriyor. Görmemeyi tercih ediyor. Sadece kadınların değil, erkeklerin de bu sistem içinde bir çeşit ‘kurban’ olduğunu düşünüyorum. Karısını, kızını tahakkümü altında yaşatan erkek, baba evine gittiğinde ana kuzusu oluyor. Bu çok çetrefilli, çok komplike bir durum aslında. Ya da genç yaşta zorla evlendirilmeye maruz kalmış bir kadın, yaşlandığı zaman, kızına, kendisine yapılanların bir benzeri yapıldığında, sesini çıkarmıyor. “Bu böyle olmasın!” demiyor, seyirci kalıyor. Ya da kendi oğlunu kendi tahakkümü altında tutuyor, dolayısıyla gelinine eziyet ediyor, bir zamanlar kendisine edildiği gibi. Bu bütün ilişkiler o kadar komplike ilişkiler ki, tek bir şeyle söyleyip çözmek mümkün değil.
“Bu derin yaraya, benim de sanatsal bir katkım olsun, böyle bir film yapayım!” mı dedin?
-Yani böyle cümleler pek kurmuyor insan. Hevesler geliyor. Hevesler dediği de imgeler, renkler, karakterler. Onlar gerçekten canlanıyor ve benimle yaşar hale geliyor. Ben de sonra onları realize ediyorum.
Ben nefessiz kalarak izledim ama sonra kötü rüyalar gördüm. Kızım için de endişelendim. Amaç bu muydu?
-Evet tabii... Biraz dürtüklemek.
"Hayatın içinden geliyorum"
Bir film yaptığında bunun için mi yapıyorsun? İnsanı sarsmak için mi?
-Evet.
Öyle iki saat güzel vakit geçirelim değil yani...
-Hayır, değil.
Senin “Güzel, eğlenceli bir film izlesinler!” diye bir şey yapman ayıp mı? Bu sana yüzeysel mi geliyor?
-Yüzeysel mi bilmiyorum ama ben buyum. Yani benim yapabildiğim bu, elimden gelen bu. Derdim bu. Bundan haz alıyorum, bundan tatmin oluyorum. Sarsmayı, dürtmeyi, tokat atmayı seviyorum.
Film harika ama hazmetmesi kolay değil. “Ya hazmedemezlerse” diye bir endişen oldu mu? Keşke daha basit, daha anlaşılır anlatsaydım diye düşündün mü?
-Böyle kaygılarım olmuyor. Tam tersine, çok izleyicim olduğunu düşünüyorum. Dünyada da Türkiye’de de. Bir taraftan da, hayatın içinden geliyorum ve hayatı anlatmaya çalışıyorum, dolayısıyla çok da anlaşılması zor bir şey yaptığımı zannetmiyorum. Elmas’ın ve Şehnaz’ın hikâyesi hepimizin bildiği, sıradan bir hikâye. Çok komplike hikâyeler anlatmıyorum ben. Basit hikâyeler ama onların içindeki karmaşanın yoğunluğunu yakalamaya çalışıyorum.
"Babaannem gece yatmadan izlediği filmleri anlatırdı"
Sinema merakın nereden?
- Babaannem Trabzon’a geldiğinde, biz üç kız kardeş ve babaannem aynı odada kalırdık. O da tam bir İstanbul kadınıydı. Çok sinemaya gidermiş, o yıllar öyle yıllarmış. Geceleri bize izlediği filmleri anlatırdı. Sahne sahne, senaryoyu yeniden kurarak. Uykuya dalarken, anlattığı her şeyi kafamda canlandırırdım. Yaşardım bir de. Böyle böyle hayal gücüm gelişti. Zaten Trabzon kaçık bir yerdir. Orada hayal gücü güçlü olmayan bir çocuğa rastlamak mümkün değil. Üniversitede, politik iklimin içinde büyürken bir gün amfide Bergman’ın ‘Sessizlik’ini izledim. Büyülendim. Bu nasıl bir erk, nasıl bir güçtü? İşte o gün sinema kanıma girmişti. Koşa koşa İstanbul’a geldim, artık benim için sinemadan başka çare yoktu...
Ama mimarsın...
-Doğru, mimar ve restoratörüm. Bütün kısa film sürecinde de mesleğimi sürdürdüm. Kazandığım parayı oraya akıttım. Kısa filmleri böyle yapabildim. Ödüller kazanarak takviyeler buldum. Kısa film, çok büyük bir eğitim süreciydi. Uzun metraja geçtiğimde artık uluslararası ortaklıklar bulabilir hale gelmiştim.
Hiç senin, “Daha piyasaya hitap eden işler yapsam da daha fazla para kazansam!” diye düşündüğün olmuyor mu?
-Yok, öyle bir duygum yok.
Peki “Dizi çeksem ve daha çok insana hitap etsem...”
-Allah korusun!
Mimarken sinema ne alaka?
-Çocukluğumdan beri istediğim bir şeydi...
Niye mimarlık okudun?
-Sinemanın okunabilir bir şey olduğunu bilmiyordum.
Nasıl bir aile?
-Babam göz doktoru, annem edebiyatçı. Babamın işi nedeniyle Sarıkamış’ta doğmuşum. Bir süre Ankara’da yaşadık, sonra Trabzon’a tayin oldu. Ortaokul, lise ve üniversiteyi Trabzon’da okudum. Müthiş etkiledi o coğrafya beni...
Nesi etkiledi?
-Çok vahşiydi. Dağını da bilirim, denizini de, insanını da. Karadeniz’e çok bağlıydım, çok sevdim ama kendimi hep boğuluyormuş gibi de hissettim. Büyüme evresinde hep oradan kaçıp kurtulma isteğim vardı. İstanbul’a geldik. Gelir gelmez babam vefat etti. “Keşke gelmeseydi” dediğim zamanlar çok olmuştur. Burası onu yuttu. Burada fazla duramadı. Ama annem hâlâ hayatta...
Annenin edebiyatçı olmasının sinemacılığında etkisi var mı?
- Çok kitap okunan bir evdi bizimki. Felsefeci bir dede, müzisyen başka bir dede ve tarihçi bir anneanne... Böyle bir aile...
Sen hep derin miydin?
-Bilmiyorum... Herkes biraz tuhaf olduğumu düşünürdü.
"Funda ve Ecem Şahane bir performans gösterdi"
Psikiyatrlardan yardım aldın mı bu filmi çekerken?
-Aldım, evet. Dolayısıyla narsisizm üzerine ahkâm kesiyorum veya başka konularda...
Oyuncuların muhteşem... İkisi de... Nasıl seçtin?
-Funda, filmi yazarken aklımdaydı. Karar verdiğimiz andan itibaren olağanüstü bir sürecin içine gittik ve bence muhteşem bir Şehnaz oldu.
Ecem’in performansı da olağanüstü. Seni de büyüledi mi?
-Tabii ki. Ama bu başarının arkasında uzun bir çalışma ve yoğun bir emek var. İkisi de, “Ben bu rolü nasıl oynarım?” dedi. Korktular. Korkuyu alıp başka türlü bir varoluşa aktarmak gerekiyor. Öyle de yaptık. Bir yıl role hazırlandık. İkisi de rollerinin hakkını verdiler. Müthiş bir dayanışma örneği gösterdiler.
Elmas’ın yaşadığı travmanın, oyun yöntemiyle çözülmesi sahnesi muhteşem... Nasıl aklına geldi?
-O, bir monodrama seansı. Orijini psikodrama. Tiyatroyu, psikolojik tedavide kullanan teknik. Yani gerçeğin, dramatizasyonla yeniden keşfedilmesi. Ben bu konularla ilgilendim, ilgileniyorum. Profesör Arşaluys Kayır’la da aynı apartmanda oturuyoruz. Çok uzun yıllardır en yakın dostlarımdan biri. Zaten projenin içinde yer aldı, filmin jeneriğinde de ismi geçiyor. Psikodramayla epey ilgilendim. Onun seanslarına da katıldım. Vajinismus seanslarına da. O monodrama sahnesini çok severek ve isteyerek yazdım.
Şehnaz’a psikiyatr olarak gelen vakalar da ilginç... Hayvanları öldüren ve vicdan yapmayan bir çocuk, erkek olmak isteyen bir kız ve “Beni rezil ettiniz!” diyen bir baba ve babası yaşında bir adama satılan Elmas... Bu vakaları özellikle mi koydun?
-Elbette. Bunların hepsi Türkiye’yi yansıtan gerçeklerden...
Hiçbir Türk filminde rastlamadığım kadar estetik ve gerçekçi sevişme sahneleri var. Bazı sahneler magazine malzeme olur diye korkuyor musun?
-Yok, hayır. O konuda şöyle düşünüyorum: Muhteva önemli. İçerik yani. Filmin konusu kuvvetliyse, içeriği sağlamsa, sevişme sahneleri sorun yaratmaz. Sanatın gücü böyle bir şey...
İşin içine sanat girince, akan sular duruyor mu yani?
-Biraz öyle. İçerik o kadar değerli bir şey çünkü. Zor buna dokunmak. Ama biz de ciddi bir şekilde oyuncularımızı koruma altına alıyoruz.
Oyuncular, “Dünyayı dar ederler bize!” filan diye korkmuyor mu?
-Hayır. Zaten korksalardı böyle bir projede yer almazlardı. Senaryo net. Böyle bir psikolojiye girmiyorlar, ben de girmiyorum.
"Sorun sevmeyi bilmemek"
Yani aslında, her şeye sahip olduğunu düşündüğümüz, eğitimli-donanımlı Şehnaz, çocukken kendisinden çok büyük bir adamla zorla evlendirilen Elmas’la madalyonun iki yüzü gibi... Yaşadıkları farklı olsa da, sorun özünde aynı...
-Evet.
Sorun ne?
-Sevememek. Sevebilmeyi bilememek. Mesela Şehnaz’ın kocası Cem. Sevme yetisine sahip olmayan narsisistik bir karakter.
Şehnaz, başta eşinin ne mal olduğunu anlamıyor mu?
-Hayır. Narsisistik bir insanla ilişki içinde olduğunuz zaman, belki de hayatınızın en coşkulu, en ayaklarınızın yerden kesildiği başlangıç ilişkisini yaşayabilirsiniz. Bu rüzgârla, ona tutkuyla da bağlanabilirsiniz. Tüm o manipülasyonlarına aymanız bayağı vaktinizi alabilir.
Cem’in geceleri porno izlemesi ne anlama geliyor? O ne arıyor hayatta?
-Cem sevmesini bilmeyen bir adam. Kendine dönük. Kendiyle ilgili. Şehnaz var ama aslında yok hayatında. Kendi yaptığı her şeyi çok seviyor. Yemeğini de çok seviyor. Şarabını da çok seviyor. Kendisine ait olan o kadını çok seviyor. Onun mükemmel olmasını da seviyor. Bedensel arzularına yönelik bütün fantezilerini ve fetişlerini çok seviyor. Hatta bu anlamada obsesif. Vahşi ve hoyrat davranıyor, sevişirken Şehnaz’ın duygularını hesaba katmıyor. Bu şartlar altında yaşadıkları her şey de psikolojik şiddet anlamına geliyor.
"Kadın cinselliğini kadın yönetmenler daha iyi anlatır"
Sevişme sahnelerini çok başarılı ve gerçekçi buldum. Kadın cinselliğini en iyi kadın yönetmenler mi anlatabilir?
-Evet, bence kadın cinselliğini, kadın bedenini, arzularını, hazzını bir kadın yönetmen daha iyi anlar ve anlatabilir. Güven ilişkisini inşa etmede bir kadın daha ikna edici olabilir. Erkek gözüyle çekilen filmlerde, erkeğin, kadını tatmin etmesi üzerine bir denklem olduğu için iş biraz farklılaşıyor. Oysa kadın yönetmen, arzusunu, hazzını kavrama konusunda kadın daha paydaş olabilir. Camille Paglia, cinsel fantezilerin büyük çoğunluğunu erkeklerden ödünç aldığımızı söylüyor. Yani onlar bile erkeklere ait aslında.
Sinemada cinsellik sahnelerinde de mi erkek dili hâkim?
-Biraz öyle, evet. Seçici kurullar öyle, bakış açısı da öyle...
Peki o zaman bunların arasında sen nasıl var oluyorsun? Zor değil mi?
-Her zaman gerçekten iyi olanın yeri olduğunu düşünüyorum. Bunu hiçbir şey değiştiremez. Bir eser, etki gücüne sahipse ve kalıcı bir yoğunluktaysa, onun var olmasını kimse engelleyemez.