Cumhuriyet gazetesi yazarı Tayfun Atay, aort damarı yırtılan ve 12 saat süren açık kalp ameliyatı olan ünlü oyuncu Oya Aydoğan ile ilgili olarak, "Oya Aydoğan, Banu Alkan, Ahu Tuğba, Serpil Çakmaklı'yı birer kültürel temsil olarak 'Darbe'ye borçluyuz biz. Onlar da günahıyla-sevabıyla, eksiğiyle-gediğiyle, avantajları-dezavantajlarıyla, en önemlisi sağlıkları- hastalıklarıyla kariyerlerini '12 Eylül'e borçludur denilebilir. Bu isimler arasında hayatı toplumsal çerçevede nispeten daha makul, 'serin' ve sağlıklı seyretmiş olanın Oya Aydoğan olduğunu düşünürüm hep. Ne yazık ki o da şimdi tıbben ağır bir sağlık sorunuyla karşı karşıya" dedi.
Tayfun Atay'ın "Bir 12 Eylül kadını olarak Oya Aydoğan" başlığıyla yayımlanan (11 Mayıs 2016) yazısı şöyle:
Oya Aydoğan, Banu Alkan, Ahu Tuğba, Serpil Çakmaklı... Bu, bir 12 Eylül “kare-as”ıdır.
Bu dört kadını, birer kültürel temsil olarak “Darbe”ye borçluyuz biz...
Onlar da günahıyla-sevabıyla, eksiğiyle-gediğiyle, avantajları-dezavantajlarıyla, en önemlisi sağlıkları- hastalıklarıyla kariyerlerini “12 Eylül”e borçludur denilebilir.
Türkiye popüler kültüründe, tabii esasen sinemada kadın temsili denince hiç kuşkusuz ilk akla gelenler, 1960’ların başından 70’lerin ortasına kadar toplumsal ruh ve kişilik dünyamıza ayna olmuş bir başka “Kare-as”tan müteşekkildir: Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik, yani Bircan Usallı Silan’ın onlara dair güzel kitabının başlığıyla “Dört Yapraklı Yonca”...
1960’larda Türkiye’nin “Doğu” ile “Batı” arasında etkileşimsel kültürel yelpazesinin karşılıklarıdır onlar. İki uçta (“Batı”) Filiz Akın ve (“Doğu”) Fatma Girik, merkezin “Doğu”su ve “Batı”sında da Şoray ve Koçyiğit...
Onların en revaçta olduğu yıllar, Türkiye’nin “açık toplum” olmaya doğru sancılı devinimler, gelgitler, tökezleyip doğrulmalar sergilediği döneme denk gelir. Köylerden kasabalara, metropollere kadar, bu mekânlardan her birinin kendi meşrebince kadın-erkek ilişkilerinin seyrine, daha özlü deyişle “aşk”a dair hayaller, onlar aracılığıyla ve dönem icabı en uygun form olan “melodram”lar eşliğinde inşa edildi.
Sonra feci bir dönem gelir. Aşkın beyazperdeden kovulup seksin onun yerini aldığı bir dönem... Sokaktaki eril siyasal şiddetin (“Sağ- Sol” çatışması) salonlardaki “cinsel” karşılığı denilebilecek bir dönem... Ve yine o sokaktaki şiddetten ürküp evde televizyon seyrine gömülen ailelerin boşalttığı koltukları doldurmuş eril mi eril bir “lümpen” seyirci kitlesine yönelik filmlerle dolu dönem...
Tutku ve şehvetin saklı biçimde “şefkatlice” sarılıp sarmalanarak servis edildiği melodramların yerinde onların şiddetle ve şehvetlice dışavurulduğu bu seks filmleri furyasında ortada “kare-as” falan da kalmamıştır. Nice pırıltılı, ümit vaat eden, yıldızlık hayali kuran güzel mi güzel kadın oyuncu heba olup gitti 1970’lerin ortasından sonuna kadar gelen o süreçte (Figen Han, Feri Cansel, Mine Mutlu, Arzu Okay, Zerrin Doğan, Zerin Egeliler, vd.).
Şimdi geçirdiği ciddi rahatsızlık ve hayati tehlikesi nedeniyle hepimizin endişe içinde hop oturup hop kalktığı Oya Aydoğan dâhil yukarıda zikrettiğim dört kadın ise böyle feci bir dönemin ardından oyunculuklarının en etkin yıllarını yaşadılar. 12 Eylül askeri darbesinin semt sokaklarındaki şiddete olduğu kadar, sinema salonlarındaki şiddete de (tabii çok çok daha büyük bir şiddetle!) son verdiği dönemin içinde parladılar
Ama ne Türk sinemasının o unutulmaz ve aşılmaz “Kare-as”ının yerini alabilecekleri, ne de kendilerini önceleyen seks filmlerinin as oyuncularının pozisyonunu (kendileri istemese bile) devralabilecekleri bir “politik-popüler” ortam söz konusuydu. Durumları bu açıdan “iki arada-bir derede kalmışlık” arz eder. Askeri rejim, bir yandan kitleleri apolitik kılma yolunda oyalayıcı reçetelere ihtiyaç duyuyor ve tabii bu bağlamda “cinsellik” de el altında tutuluyor, ama onun yine de bir “mazbutluk” içinde servis edilmesi gerekiyordu.
Bu dört kadın, Oya Aydoğan, Banu Alkan, Ahu Tuğba ve Serpil Çakmaklı işte tam da bu ihtiyacı karşılama yolunda işlevselleştiler. Cinsellik, onlarla ima ediliyor, vurgulanıyor, kışkırtılıyor, ama o 1970’lerdeki (aralarına “parça”lar da konulan) seks filmlerinde olduğu gibi tamamına da erdirilmiyordu! Amiyane deyişle, “göstermek, ama ötesine geçmemek” durumu söz konusuydu!..
Hayatı hiç de kolay seyretmemişti
Öte yandan 1980’lerden itibaren, hanidir süren iç göç sonucunda toplumsal tabloda artık “kırın kenti fethi”nin de berraklaşıp baskınlaştığı bir dönemde bu dört kadın, aralarında “kültürel” anlamda (Şoray, Koçyiğit, Akın ve Girik’te olduğu gibi) mahiyet farkı bulunmayan bir “türdeşlik” içinde karşımızdaydı. Onların birbirlerinden sadece derece (renk, ten, çehre, hava) farkı ile ayrıldıklarından söz edilebilir ve dördü de kentin yeni sahiplerinin, diğer deyişle “Varoş”un zevk, beğeni ve arzularını karşılayıp kamçılayan kültürel temsillerdi
Ne yazık ki sonuçta onlar için de harcanıp gittiler demek durumundayız. Çünkü bu kadınlar kameraların karşısındayken ağır bir siyasal baskının havaya hâkim olduğu Türkiye, henüz popüler kültürün iktidarından ve kültür endüstrisinin (özel televizyonlarla önü açılacak) altın çağından çok uzaktı. Memleket o noktaya geldiğinde de onlar yıpranmış ve yaşlanmışlardı.
Denilebilir ki Türkiye, bu dört kadında ne aradı, arzuladı, düşünü- fantezisini kurduysa, bunların hepsini Hülya Avşar’da temize çekmiştir!..
Ve tabii onların hayatı, oyunculuk kariyerleri, yıldızlık serüvenleri hiç kolay seyretmemişken Hülya, “yırtmış”tır.
Onların “yırttığını” söylemek güç... Aksine hayatlarının ekonomik, kültürel ve psikolojik bakımlardan ciddi “yırtılma”larla yüklü olduğuna dair çok veri ve ipucu var.
Yine de onlar arasında hayatı toplumsal çerçevede nispeten daha makul, “serin” ve sağlıklı seyretmiş olanın Oya Aydoğan olduğunu düşünürüm hep.
Ne yazık ki o da şimdi tıbben ağır bir sağlık sorunuyla karşı karşıya!..