Cumhuriyet yazarı Tayfun Atay, Hz. Muhammed'in çocukluk ve ilk gençlik dönemi ile İslam'ın doğuşunu anlatan "Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi" filmiyle ilgili olarak "'Şeamet tellallığı' yapmak istemem. Ama bu haliyle, yani Peygamber’i alabildiğine parlatıp, yıldızlaştırıp, yüceltmesiyle Mecidi’nin filmi, karşısında 'Şirk bu şirk' diye kaş çatıp yumruk sıkacak (umarım daha öteye gitmezler!) Selefi-meşrep Müslümanlar da bulacaktır diye tahmin ediyorum" dedi.
Tayfun Atay'ın "Bir ‘Efsane’dir Muhammed!" başlığıyla yayımlanan (28 Ekim 2016) yazısı şöyle:
(Uyarı: Spoiler!)
İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin “Muhammed: Allah’ın Elçisi” (“Muhammed: The Messenger of God”) filmi en genel çerçevede İslâm Peygamberi’nin hayatının masalsı-mitolojik bir anlatımı olarak tarif edilebilir.
Ne demek istediğimizi netleştirme yolunda İslâm üzerine uluslararası düzlemde “akredite” tek yapım denilebilecek “Çağrı”ya (“The Message”) karşılaştırma amacıyla “çağrı yapmak” uygun olur.
“Çağrı”, Peygamber’in öğretisi ve İslâm’ın doğuşuna dair tarihsel ve (mitolojik değil) teolojik dikkat ve titizlikle kotarılmış “düz” bir filmdir. Bu da onu aslında sinematografik açıdan sıradan bir yapım kılar. Sürprizlerden, heyecandan, atraksiyondan uzak, adeta belgesel-drama tarzında bir filmdir o…
Ayrıcalığı, evrensel ölçekte ilk, tek ve rakipsiz olmasıdır. O yüzden alıcısı çoktur. Gayrı-Müslim dünya, gayet bilgisiz olduğu İslâm ve Peygamber’i hakkında bu açığını kapamak için, Müslüman dünya da aynı standartta bir başka kurgu kendi bünyesinden çıkmadığı için tekrar tekrar ve hûşû içinde izleyip durmuştur “Çağrı”yı…
Mecidi’nin filminin bu çerçevede bir yeni seçenek ürettiği düşünülebilir.
Peygamber’in mesajından çok mucizelerini, İslâm’ın da teolojisinden çok mitolojisini öne çıkaran, dolayısıyla belgesel-drama tadında olmak yerine “epik-fantastik” tatta, bu haliyle de “zamanın ruhu”na uygun bir yapıtla karşı karşıyayız. Ve dev bir bütçe, bu yapıtın küresel sinema endüstrisinde pazar şansını artırmak için seferber edilmiş.
Tabii buna benzer örnekleri Yahudi-Hristiyan dinsel geleneğine referansla şekillenmiş olarak Batı’da bol bol bulmak mümkün. En yakınlardan işaret edilebilecek örnek, 2014’te gösterime girmiş “Nuh-Büyük Tufan” (“Noah”) olabilir.
“Şeamet tellallığı” yapmak istemem. Ama bu haliyle, yani Peygamber’i alabildiğine parlatıp, yıldızlaştırıp, yüceltmesiyle Mecidi’nin filmi, karşısında “Şirk bu şirk” diye kaş çatıp yumruk sıkacak (umarım daha öteye gitmezler!) Selefi-meşrep Müslümanlar da bulacaktır diye tahmin ediyorum.
Tekrar “Çağrı” ile kıyasa dönersek, karşımızda doğrusal-kronolojik anlatımla ilerleyen bir film olmadığını da kaydetmek gerekir. Hz. Muhammed’in müşrik (çoktanrıcı) Mekke egemenleriyle mücadele döneminden bir anda bebekliğine doğru geriye sıçrayan, oradan çocukluğuna, ilk gençliğine, delikanlılığına kadar açılan yelpazede zamansal gelgitlerle şekillenen film, denilebilir ki Mecidi’nin gördüğü bir rüya gibi akıp gitmekte… Bunu, olumsuzlama anlamında söylemiyorum. Ancak düşlerde olabilecek ileri-geri ya da paralel şekilde çok yönlü, çok eksenli zaman akışıyla masalsı bir anlatım söz konusu demek istiyorum.
Filme dinamizm katma yolunda ana “çatışkı” teması ise “Ehl-i Kitâb” mevzisinden ve şu ara hayli güncel olan “milenaryanizm” (Mesih-Mehdi beklentisi) mevzusuyla titreşimli olarak üretilmiş.
Kendi milletlerine (“İsrailoğulları”na) gelecek bir “Kurtarıcı” (“Maşiah”) beklentisindeki Yahudiler için, onlara “gökte beliren nur”la malûm olan ama başka millete nasip olmuş Muhammed bir “sorun”dur. Bu yüzden iki omzu arasında mühür taşıyan çocuğu bulmak için amansız bir koşuşturma başlar. Hristiyanlık açısından da “Mesih” beklentisinin yoğunlaştığı bir zaman kesitinde “Tanrı’yı nerede bulursun” sorusuna “Kırık kalplerde” diye “derin” bir cevap veren aynı çocuk, belki beklenen değil, ama beklenmedik bir “müjde”dir!..
İslâm, Hristiyanlık ve Yahudilik arasındaki “milenaryan” tartışma, gerek söylem gerekse pratik olarak eski ve uzun bir hikâyedir. Sufi çevrelerden duymuşluğum var mesela: “Yahudilerin beklediği aslında bizim Peygamber’imizdi ama onu kabul etmediler; hâlâ beklemeye devam ettikleri ise “Deccal’dir” diye…
Bu ve benzeri çerçevelerde İslâmi milenaryanizm, Yahudi ve Hristiyan milenaryanizmleri ile rekabet içinde kendi üstünlüğünü söylemsel olarak dışa vurur.
Mecidi’nin filmini izlerken de benzeri bir motivasyonun içkin olduğu hissine kapıldım. Film, Yahudiliğe yönelik ve elbette kontrollü bir anti-semitizm ile Hristiyanlığa yönelik bir ikincilleştirmeyi, milenaryan bir vurguyla işlerliğe sokuyor.
Bunlar filme ilişkin Kanyon’daki galadan çıkan ilk ve biraz bölük pörçük izlenimler. Tekrar seyretmek ve analiz çerçevesini daha da genişletmek söz konusu olabilir.
Ancak bir başka önemli nokta var ki o da filmde İslâm Peygamberi’nin genelde arka cepheden olmak üzere endamıyla, yer yer de eli-ayağı, hatta yanağı-kirpiğiyle görünüyor olması ve buna ayrıca değinmek farz. Pazar gününe!..