Yaşam

'Sosyolog mesleği insanın kendisine şiddet kullanması anlamına gelebilir'

Prof. Nilüfer Göle, Legion d’Honneur nişanını alırken kişisel güzergâhından yola çıkarak akademideki serüvenini anlattı

13 Mayıs 2014 16:36

Prof. Nilüfer Göle, İslam ile Avrupa arasındaki karşılaşmalara yönelik araştırmalarıyla yarattığı katkılarından dolayı Fransız Yüksek Öğretim ve Araştırma Bakanı tarafından Legion d’Honneur nişanına layık görüldü. Ödülünü dünyanın önde gelen sosyologlarından Prof. Alain Touraine’den alan Göle, dün düzenlenen törende yaptığı konuşmada “kişisel güzergahı”ndan parçalar sunarak neden bu araştırma alanlarına eğildiğini aktardı.

Cumhuriyetin temel ilkelerine gönülden bağlı bir aileden geldiğini söyleyen Göle, eski CHP Kars Milletvekili babası Turgut Göle’yi ziyarete gelen akrabalarını anarak Türkiye’nin Doğu’sunun da evlerinin bir parçası olduğunu söyledi. “Cumhuriyet’in siyasi rahatsızlıklarını da yakinen hissederdik” diyen Göle, çalışmalarında da “Cumhuriyet’in gölgede kalan yüzüyle ilgilendiğini belirtti.

Göle, konuşmasının devamında sosyolog mesleğinin “Öteki’ne yönelen bir misafirperverlik olduğu kadar kişinin kendisine karşı bir şiddet kullanması anlamına gelebileceğini” söyledi ve bunun “sosyologun en yakınları tarafından ihanet olarak algılanabileceğini” de belirtti.

Prof. Nilüfer Göle’nin, kendisine Legion d’Honneur nişanını vermek üzere düzenlenen törende yaptığı konuşmanın tam metni, şöyle:

Sevgili dostlarım, değerli meslektaşlarım, Sayın Büyükelçi,

Yaşamımda iki kez Fransa’yı seçtim.

İlk seçimimi yaptığımda 20 yaşımdaydım. ODTÜ’de sosyoloji lisansımı tamamladıktan sonra doktora çalışmamı Fransa’da yürütmeyi tercih etmiştim. O dönemin Che Guevara’ya hayranlık duyan, Freud okuyan ve Pink Floyd dinleyen gençlik muhitimizde Sartre-Beauvoir çiftini idealize eder, Althusser ve Poulantzas gibi Fransız solunu temsil eden düşünürleri okurduk.

Bununla beraber, benim kuşağım için Fransa seçimi o kadar da olağan değildi. Sınıf arkadaşlarımın hemen tamamı ABD üniversitelerine gitmeyi tercih etmişlerdi. Ayrıca, kendisi burada hazır bulunan eşim Profesör Asaf Savaş Akat’ın aksine, meşhur Galatasaray Lisesi mezunlarından oluşan Frankofon seçkinler grubunun bir parçası da değildim. Velhasıl ben fankofon olmayı kendim seçtim.

Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, beni devlet bursuyla ödüllendirirken, komünist olurum korkusuyla Fransa seçimimden caydırmaya çalışmıştı. Oysa bu seçimimin beklenmedik sonuçlarından biri, asıl Fransa’nın entellektüel ikliminde ortodoks solun  düşünce yörüngesinden çıkışım olacaktı.  

Hayatımın müstesna anlarından biri, Profesör Alain Touraine’in doktora tezimi yönetmeyi kabul ettiği gündür. Touraine’in sosyolojisiyle tanıştıktan sonra determinizmden uzak, yaratıcı bir toplum anlayışına yönelecektim. Otuz yıl sonra bana bu onur nişanını Touraine’in takmış olması benim için büyük bir mutluluktur. Touraine ile emsalsiz bir hoca-öğrenci ilişkisi içinde bulunmanın yanı sıra yaşamın her safhasında ayakta kalmayı başaran bir dostluk ilişkisine de sahip olduğum için kendimi son derece ayrıcalıklı hissediyorum.

İlk araştırma projem, mühendisler ve ideoloji ile ilgiliydi. Rasyonel ve bilimsel düşüncenin temsilcileri mühendislerin Auguste Comte ve Fransız pozitivizminin taşıyıcıları olarak Türkiye’nin modernleşme sürecine nasıl damga vurduklarını sergilemiştim. Bir başka deyişle, modernitenin yerel mekânlarını ve yerli güzergâhlarını anlama çabası ve Batı-dışı modernlikler, doktora tezimden itibaren entelektüel ve akademik çalışmalarımın temel eksenini oluşturdu.

Doktora tezimde, sosyal mühendisliğin, gelişme arzusu içindeki ülkelerin siyasi aktörlerinin – seküler elitler ya da muhalif solcular olsun –alamet-i farikası olduğu teşhisinde bulunmuştum. Aynı teşhis, günümüzde İslamcı mühendisler için de geçerliliğini sürdürmektedir.

İkinci kez Fransa’yı seçişim on, on beş yıl öncesine rastlar. O sırada, Türkiye’nin üniversite hayatında olduğu kadar kamusal tartışmalarda da önemli bir yer edinmiş bulunuyordum. Dostum ve meslektaşım Michel Wieviorka’nın başörtüsü üzerine yaptığım çalışmalara ve yazdığım kitaba değer vermesi ve adaylığımı koymam konusunda beni cesaretlendirmesiyle EHESS’e, Paris Sosyal Bilimler Akademisi’ne, bu kez profesör olarak dönme şansını elde ettim. EHESS’te kedimi evimde, doğal çevremde hissediyorum. Kendini sosyal bilim araştırmalarına adamış, aynı zamanda da kamu yararı bilincine sahip meslektaşlarla çevrili olmaktan mutluyum. Evrensel bilim insanları ve aydınların oluşturduğu bu kurumda yer almaktan kıvanç duyuyorum.

Fransa’ya gelirken Türkiye’de sürmekte olan laiklik ve başörtüsü tartışmalarını geride bırakacağımı zannediyordum. Oysa Fransa kamuoyunun gündeminden inmeyen ve en az Türkiye’deki kadar hararetle seyreden laiklik ilkesi-dini sembollerle ilgili polemiklerin tam ortasına düşecektim. Beklenmedik bir şekilde, İslam ve Türkiye’nin AB üyeliği etrafındaki tartışmalar aracılığıyla Batı’ya gelmişken, tanıdık olanla karşılaşacak, Avrupa’da Doğu’yu bulacaktım. 

EHESS’teki seminerlerimle bağlantılı olan araştırmalarımı İslam ile Avrupa arasındaki tartışmalı karşılaşmayı incelemeye yönlendirdim. Avrupa Araştırma Konseyi – European Research Council – tarafından araştırma projesi desteği sayesinde dört yıl süren Avrupa düzeyinde islam tartışmaları etrafında kamusal alanın dönüşümü üzerine sosyolojik bir çalışmayı yürüttüm.

Çalışmalarımda dinsel ve kültürel farklılığın kamusal tezahürlerinin izini sürüyorum. Kültürel normlar arasındaki çatışmalara rağmen kültürler-arası bağ kurabilmenin ve toplum oluşturabilmenin imkânlarını araştırıyorum. Sosyal yaşamın incelenmesi, söylemlere ve ideolojilere indirgenemez. Bu nedenle, çalışmalarımda somut formların yaratıcılığını, mimari formları, giyim-kuşam stillerini, tüketim tarzlarını, sanatı ve kamusal kültürü odağına alan bir sosyolojik yaklaşım benimsemekteyim.

Medeniyetler-arası ve kültürler-arası tercümanlık olarak nitelenebilecek çalışmalarımı onurlandırdığı için Fransız Yüksek Öğretim ve Araştırma Bakanı Sayın Geneviève Fioraso’ya şükranlarımı sunarım. Böylece Fransa’ya aidiyetim ve cumhuriyetle ilişkim de tanınmış oldu.

İlginçtir ki, iki güçlü cumhuriyet geleneğinin ürünü olmama, laiklik ilkesine ve milli prensiplere gönülden bağlı bir aileden gelmeme karşın, ben Cumhuriyet’in fobileri üzerine çalışmayı seçmiştim.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’nın merkezinde İnkılap Sokak’ta annemin aile evi Bozer Apartmanı’nda büyüdüm. Aile fertleri Cumhuriyet elitinin tipik temsilcileri arasında yer alır. Rahmetli dedem, Fevzi Bozer Yargıtay başkanıydı; rahmetli babam, Turgut Göle, uzun yıllar CHP milletvekilliği yaptı. Hukuk profesörü ve doktor olan dayılarımla, Siyasal Bilimler Fakültesi’nin dekanı ve hukuk profesörü ağabeyim Celal Göle aile geleneğini devam ettirmenin yanı sıra Cumhuriyet elitinin formasyonunu da sürdürmektedirler.

İlk sosyoloji derslerimi Bozer Apartmanında öğrendiğimi söyleyebilirim. Aile yaşamımızda Cumhuriyet’in sembol mekânları – Parlamento, Opera ve Bale, üniversiteler – büyük bir öneme sahipti. Ailecek Batı’ya çevirmiştik yüzümüzü. Ancak Türkiye’nin Doğu’su da evimizin bir parçasıydı. Babam Kars milletvekiliydi. Hepsine kısaca “kuzen” dediğimiz uzak akrabalar ve hemşeriler uzun otobüs yolculuğunun ardından Kars’tan Ankara’ya gelip her daim evimizin kapısını çalarlardı. Üç yaşımdan itibaren Doğulu kuzenlere kapıyı hep ben açardım. Böylece, kültürel ve sosyal farklılıklarla ilk karşılaşmalarım, bir akrabalık ilişkisi ve sevgi bağı içinde, kapımızın eşiğinde ve yüz yüze olmuştur.

Evimiz, dışarıya kapalı bir ev değildi. Bilakis, aile hayatımız ile Türkiye’nin tarihi mütemadiyen birbiri içine girer, küçük ailemiz ile büyük Tarih arasındaki sınır aşınırdı adeta. Cumhuriyet’in ritmi ile yaşardık; onun modern kültür dairesine yakın olduğumuz kadar çalkantılarını ve siyasi rahatsızlıklarını da yakinen hissederdik.

Ben, bu Cumhuriyet’in gölgede kalan yüzüyle ilgileniyordum. Cumhuriyet’in entegre etmekte zorlandığı, asimilasyona zorladığı, yok ettiği ya da inkâr ettiği kesimlerle. Bu ise, kendi aile mirasıma sırtımı dönmeyi, kendi ezberlerimi bozmayı, özel tercihlerimden hatta zevklerimden feragat etmeyi gerektiriyordu. Sosyolog mesleği, Öteki’ne yönelen bir misafirperverlik olduğu kadar kişinin kendisine karşı bir şiddet kullanması anlamına da gelebilir… Ve en yakınları tarafından bu bir ihanet olarak algılanabilir.    

Ailem Fransa’yı her iki seçişimde de benden güvenini esirgemedi, düşünce hayatına ve toplumsal meselelere olan tutkumu anlayışla karşıladı. Dayım Ali Bozer’e özellikle minnettarım. Ailemin tek Frankofon ferdi olan hukuk profesörü ve eski Dışişler Bakanı Ali Bozer, 1987’de Türkiye’nin adaylığını AB’ye sunan kişidir. Gençliğimden itibaren bana Avrupa değerlerini aşıladı, Avrupa’ya dair umutlarımızı ve hüsranlarımızı birlikte paylaştık. Bana olan sevgisi ile bugün burada olması beni çok duygulandırıyor.

Sizlere teker teker, buraya gelip bu anı benimle paylaştığınız için teşekkür etmek isterim. Öğrencilerim, dostlarım, meslektaşlarım, ailem, burada bulunarak, varlığınızla, aramızda olamayanlar yoklukları ile... Bu ödül sayesinde Bozer apartmanından Maison Suger’e giden kişisel güzergâhımın farklı veçhelerini bir araya getirme olanağına kavuştum.  Beraber kutlayalım.