Kültür-Sanat

"Son iki senedir Oscar Ödülleri'ne aday olan Gürcistan sineması model olabilir mi?"

İlyas Salman'ın oynadığı 'Mısır Adası' Oscar Ödülleri'nde son dokuza kalmıştı

11 Mart 2016 21:19

Türkiye’nin ilk sinema portal beyazperde.com’un kurucu editörü Özgür Şeybensinemada “münferit çaba ve başarıların, sadece para dağıtmaya endeksli devlet desteğinin ötesinde bir ülke sineması var etmek adına üretim ile entegre yürüyen bir sinema eğitimine ihtiyaç olduğunu” söyleyip son Oscar Ödülleri’ne son iki yılda iki filmle aday olan “Gürcistan sineması model olabilir mi?” diye sordu. Bu filmlerden İlyas Salman'ın oynadığı 'Mısır Adası' 88.'si düzenlenen Oscar Ödülleri'nde son 9'a kalmıştı. Diğer film, 'Mandalinalar' ise 2014 Oscar Ödülleri'nde son beşe kalarak 'En İyi Yabancı Filmler' dalında yarışmıştı. 

Kültür Servisi’nden Özgür Şeyben’in bugünkü (11 Mart 2016) yazısı şöyle: 

4.5 milyonluk nüfusuyla İstanbul’un Anadolu yakasından bile daha az insana ev sahipliği yapan eski bir SSCB üyesi; Gürcistan. Son yirmi yıllık geçmişinde birçok savaş ve toplumsal çalkantıya sahne olmuş, ekonomik darboğazlarla mücadele etmiş zorlu bir coğrafya. Bütün bu olumsuzluklara rağmen on yıldır, sinemasıyla dünyada adından söz ettirmeyi başarıyor. Geçtiğimiz yıl Akademi Ödülleri’nde “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisinde yarışan beş filmden ikisi Gürcistan yapımıydı. “Tangerines” (Mandalinalar) ve “Corn Island” (Mısır Adası) isimli filmlerin elde ettiği bu başarı, Oscar tarihinde önemli bir yer tutuyor. Dünyanın önemli film festivalleri Gürcistan Sineması retrospektifleri düzenleme konusunda birbiriyle yarışıyor. Ülkede Kültür Bakanlığı’na bağlı fakat özerk olarak faaliyet gösteren bir Ulusal Sinema Merkezi var. Bu kurumun aktif ve etkili çalışmaları adından sıklıkla söz ettiriyor. Bir süredir Eurimages üyesi de olan ülkenin Gürcistan Film Komisyonu adlı bir başka kurumu, dışarıdan film çekmek için bu coğrafyaya gelmeyi planlayan yapımcılara teşvik edici hizmetler sunuyor. Her yıl ürettiği en az 10 adet farklı türde filmle dünyada sesini duyurmayı başarıyor Gürcistan. Vaziyet bu kadar iştah açıcı görününce birçok Üçüncü Dünya ülkesinin gelişme ve atılım düşleyen sinemacıları, Gürcistan’ın başarısını mercek altına alıyorlar. Bu ülkeler için cesaretlendirici bir model olduğundan bahsediliyor. Ancak durum sanıldığı kadar basit değil.

Sovyetler Birliği’nden ayrıldığı 90’ların başında Gürcistan’da bir sinema sektöründen bahsetmek mümkün görünmemekteydi. Ülkenin neredeyse işleyen hiçbir kurumunun kalmadığı bu dönemde kültür-sanat ya da sinemayı düşünmek kimsenin aklına bile gelmiyordu. Sovyet döneminde birlik üyesi ülkeler arasında ulusal sinemasıyla dikkat çeken, belirli bir geleneğe sahip olan Gürcistan’ın o günlerinden eser kalmamıştı. Siyasal ve ekonomik çalkantılar arasında ülkenin bütün sinema eserlerinin saklandığı film arşivi nedeni bilinemeyen bir yangında tamamen kül olmuş, 70 yıllık değer ve hafıza yok edilmişti. (Neyse ki sonraları yangında yok olan bütün filmlerin Moskova’da iyi durumda birer kopyasının bulunduğu ortaya çıktı.)

Giorgi Shengelaia’nın “Pirosmani”si, Rezo Chekidze’nin “Father of a Soldier”ı, Otar Ioselliani’nin, “Falling Leaves”i, Mikheil Kalatozov’un “Cranes Are Flying”i ve Tengiz Abuladze’nin “The Wishing Tree”si, Paradjanov’un “Aşık Garip”i gibi filmlerin bir daha yapılabileceğini kimsenin aklından bile geçirmediği bu dönemde, 90’ların ortasından itibaren siyasal çalkantıların göreceli biçimde durulmasıyla birlikte insanlar yeniden sinemayı hatırladılar. Böylece yeni bir sinemacı kuşağı, film üretimini kaldığı yerden devam etmeye koyuldu ve günümüze uzanan bir başarı hikâyesinin ilk ürünlerini vermeye başladı.

Tam da bu noktada Gürcistan’ın neden aynı başarıyı ve atılımı gerçekleştirmek isteyen her ülke için uygun bir model olamayacağını anlamak gerekiyor: Sanıldığının aksine Sovyet sonrası dönemde Gürcistan sinemasını yeniden ayağa kaldıran ivme, gökten zembille inmedi ya da devletin teşvik ve kurumsal desteğiyle şekillenmedi. Yetmiş yıllık Sovyet hâkimiyetinin birikim ve kazanımlarıyla yetişen ancak bir süredir sinema yapmanın fiziki koşullarını bulamayan bir kuşak, bisiklet sürmeyi bildiğini anımsadı. Yani hiçbir şey yoktan yaratılmadı. Bugün bu saptamayı varoluşlarını ve kimliklerini Sovyet inkârı ve Rus düşmanlığı üzerine bina etmiş Gürcülerin yüzüne karşı yaptığınızda, size bin bir dereden su getirdikten sonra başlarını eğmek zorunda kaldıklarını görürsünüz. Çünkü bu tezi doğrulayan olgular bütün açıklığıyla yerli yerinde durmaktadır. Başkent Tiflis’e gittiğinizde en merkezi yer olan Rustaveli Caddesi’nde, Opera Binası’na çok yakın mesafede, “Shota Rustaveli Gürcistan Sinema ve Tiyatro Üniversitesi” isimli okulun binasını görürsünüz. Yirmili yıllardan beri faaliyette olan bu eğitim kurumu, neredeyse Gürcistan sinemacılarının tamamının mezun olduğu yerdir. (Bu okulda okumayanlar ise Moskova’daki VGIK’in mezunudur.) Yıllar boyunca sinema endüstrisiyle doğrudan temas halinde olan bu üniversitede eğitim gören kuşaklar sınırsız devlet imkânlarıyla istedikleri üretim araçlarına ulaşmakla kalmayıp yoğun bir teorik eğitimle de donatılmıştır. İşte bu yüzden son yirmi yılın arka planında saklanmış yetmiş yıllık bir sinema geleneğiniz bulunmuyorsa Gürcistan Sineması sizin için doğru model olmayabilir. Münferit çaba ve başarıların, sadece para dağıtmaya endeksli devlet desteğinin ötesinde bir ülke sineması var etmek adına üretim ile entegre yürüyen bir sinema eğitimine ihtiyaç olduğunu anlamak için hiçbir zaman geç değil elbette.

Gürcistan Sinemasının bu gününü yaratan miras, geriye döndürülemeyecek biçimde hücrelerine işlemiş olduğundan kimsenin geleceğe dair kaygısı yok. 2010 yılında Tiflis’teydim. O sıralar Gürcistan hükümeti, Sovyet dönemine ait işaret ve objelerin gündelik hayattaki izlerinin silinmesiyle ilgili bir kanun çıkarıyordu. Bu kapsamda nehir üzerine yapılmış eski bir köprünün korkuluklarında yer alan orak-çekiç figürleri yok ediliyor, Sovyet dönemine ait insanların ve olayların anıldığı sokak ve cadde isimleri değiştiriliyor, resimler, heykeller, duvar süslemeleri, kitaplar, dergiler ve daha birçok şey hevesle parçalanıyordu. Bizi şehir ve çevresinde gezdiren rehberim de bu durumdan oldukça memnundu. Bir ara devasa bir barajın önünden geçiyorduk. Rehberime sorduğumda bu yapının Lenin’in 20’li yıllardaki elektrifikasyon hamlesi sırasında inşa edildiğini ve hâlâ kullanıldığını anlattı. Kendisine ufak tefek sembollerle uğraşacaklarına Sovyet geçmişini sürekli olarak hatırlatıp duran bu dev yapıyı yok etmelerini önerdim. Bıyık altından güldü bana...