Kültür-Sanat

Şoför Nebahat erken emekli olduğu için pişman

Şoför Nebahat, Damga, Vurun Kahpeye gibi hepsi birbirinden önemli tam 32 filmde rol alan ve 36 yaşında kariyerinin zirvesindeyken sinemadan ayrılan, Sezer Sezin, şimdilerde bu ayrılığın pişmanl&#

25 Ekim 2008 03:00
Şoför Nebahat ya da gerçek adıyla Sezer Sezin. Türk sinemasının başarılı kadın oyuncusu Sezin, 32 filmde rol almış, 36 yaşındayken de sinemayı bırakmış. Bugünlerde hayli dertli. Daha önce verileceği açıklanan Altın Portakal Ödülü, Antalya'ya gidemediği için verilmemiş. Sezin'in morali İpek Yolu Film Festivali'nden gelen 'onur ödülü'yle düzeldi.

Sinema sanatçısı Sezer Sezin Zaman gazetesinden Serkan Kara’ya verdiği röportajında hatıralarını anlatırken duygulu anlar yaşıyor. Sezin’in sinemaya ve geçmişe dair sohbeti:

Sezer Sezin, Muhterem Nur ile birlikte Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali'nde onur ödülüne layık görüldü. Türk sinemasının 'ilk kadın yıldız'larından olan Sezer Sezin'in sinema aşkı, 11 yaşlarında izlediği Marco Polo filmiyle başlasa da, o, bu aşkından 36 yaşında kariyerinin zirvesindeyken ayrılmak zorunda kalmış. Sezer Sezin ile işletmesi kızı Ayşegül İlsever'e ait olan Nişantaşı'ndaki Filipsi'de buluştuk; hatıralarını dinlerken hem duygulandık hem de güldük...

Beyoğlu'ndaki Kuloğlu Sokak'ta büyüyüp yetiştiniz. Hatta orada ünlendiniz. Fakat o sokağın ismi Ayhan Işık Sokak olarak değiştirildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok ayıp ettiler! Ayhan Işık benim çok iyi arkadaşımdır, dostumdur; ama orada ben oturdum, ben büyüdüm, orada meşhur oldum. Böyle bir şey yapıyorsan güzel yap. Hangi sokakta oturmuşlar, hangi evde yetişmişler, ona göre isim ver.

Sinemayı 36 yaşında bırakmanızın sebebi neydi?

O sene ikinci doğumumu yapmıştım. Bana derdini anlatana kadar hiçbir dadının eline bırakmak istemedim çocuğumu. Çocuklarım ve eşimin isteğiyle sinemayı bıraktım. İnsanların -yalnız ben değil, herkeste bu vardır- aptal bir tarafı vardır. Aptallıklar yaparlar. Benim de en büyük aptallığım sinemayı bırakmak oldu! Ben hep 'Ya sahnede ya da kameranın karşısında öleceğim.' diyordum. Sinemayı bıraktığım günden beri acı çekiyorum.

Erken bir yaş, isteseydiniz dönebilirdiniz.

Özellikle son on yıldır diziler ile sinema filmlerinden pek çok teklif geliyor. Ama hiçbirinde beni çeken ışık görmedim.

Çok acı çektim diyorsunuz. Nasıl dayandınız buna?

Sinemayı bırakınca ticaret hayatım oldu, sonra da tiyatro. 1975'e kadar tiyatromuz vardı. Beni oyalayan biraz da tiyatroydu. O sayede dayanabildim sinemasızlığa.

Neyin ticaretini yaptınız peki?

Dericilik yaptık. Ben alaylıyımdır, ama hem dekoratörüm hem de mimar. Bunlarla uğraşmak beni meşgul ve motive ediyordu, rahatlatıyordu. Evde oturuyor olsaydım, herhalde sinemasız yapamazdım.

Oynadığınız dönemde Yeşilçam, en parlak günlerini yaşıyordu...

Ben Yeşilçam'ı tanımıyorum, neresi? 'Yeşilçam' dedikleri vakit isyanları oynuyorum.

Neden?

Niye, orada ne olmuş ki öyle adlandırıyorlar?

Ben bilmiyorum. Ne olmuş?..

Ben de bilmiyorum. Filmcilere isim konur, konur da Türk sinemasıyız biz. Benim idealim Kâğıthane'ydi. Kâğıthane o zamanlar bakir bir orman gibiydi. Hayalimde hep orada büyük bir stüdyo kurmak vardı. İçinde her şeyi olan, kahvehane, restoranlar filan... Herkes orada buluşacaktı. İşte o zaman Yeşilçam de, Maviçam de, ne dersen de, içinde o vardı.

Şoför Nebahat

Altın Portakal'daki mantaliteyi anlamıyorum!

Türk sinemasının en parlak günlerinde oyunculuk yaptınız. O günlere döndüğünüzde gözünüzün önüne gelen ilk fotoğraf karesi nedir?

O günlerden aklıma güzellikler, acılar ve yapmak isteyip de yapamadıklarım geliyor. Bütün idealim Amerikan sinemasına gitmekti. İyi teklifler de aldığım halde gidemedim. O zaman dünya çok büyüktü, şimdi küçüldü.

Nasıl geldi bu teklifler?

Edinburgh Film Festivali'ne yollamışlar Vurun Kahpeye filmimizi. Çok güzel bir mektup gelmiş, Lütfi Akad da tercüme etmişti. Diyor ki, mevzunuz çok enteresan, ama bizi bugünün Türkiye'si, bugünün aşkı alâkadar eder. Işıklarınız çok kötü!.. Hiç unutmam bunları. Ama kadın kahramanınız tip olarak da, oyun olarak da bizi çok enterese etti. Biz kendisini davet ediyoruz, stüdyoları gezdireceğiz ve de bir tecrübe filmi yapacağız. E ben bunu yapamadım, çok gençtim. Bir de, yardım etmediler ve yolumu kestiler!

Kimler?

O zamanki nişanlım Hürrem Kardeş... E ben Londra'ya gidersem dönmezdim tabii... Fransa'nın en meşhur şairi Philippe Soupault geldi ve benimle tanışmak istedi. Gazeteciler soruyor, 'Hiç Türk filmi seyrettiniz mi?' diye. Tutuyor cebinden dönemin Başbakanı Nihat Erim'in bir kartını çıkartıyor, arkasında Vurun Kahpeye yazıyor ve benimle tanışmak istediğini söylüyor.

Tanıştınız mı peki?

Elbette... Bir bakanla birlikteydik, 'Ben filmi tekrar seyretmek istiyorum.' dedi. Süreyya'da oynuyordu film, oraya götürdük. Teklif yaptı bana; "Benimle Fransa'ya gel, ben bütün sinemacıları tanıyorum, oyunculuğunuz çok büyük, sizi hepsiyle tanıştırırım." Mısır'dan da bir rejisör aynı şeyi söyledi, Amerika'da film yapıyordu. "Bana 5 sene verin, dünyadaki bütün büyük sanatçıları sizinle oynamak için çarpıştırayım." dedi. Bunlar beni onore eden şeyler tabii... Hayat böyle, trajedi, komedi...

Türk sineması sizce neden çöktü?

Türk sinemasını sanayi haline getiren iki film vardır; biri Damga, diğeri Vurun Kahpeye... Filmler iyi yolda giderken 70'li yıllardaki seks filmleri furyası başladı. Tadı kaçtı yani. Tadı kaçınca da kalite düştü. Üstüne bir de televizyon çıkınca sinemamızı yerden yere vurdu. Henry Fonda bile bütün hayatı boyunca 50 küsur filmde oynamış, ama bizimkiler 300-400 filmde rol almaktan bahsediyor, övünüyor. Amerikalı demiş ki, 'Ne o, fotoğraf mı çektirdin!' Sinema böylece ayağa düşer mi? Düşer. Sen o kadar filmi nasıl çevirirsin ya, nasıl çevirirsin? Sen ebe misin, elinde çantan doğuma koşar gibi setten sete koşacaksın! Ben bunu kabul etmiyorum, sonra ben bunları konuşunca da hoş olmuyor. Eğer böyle yapmasalardı sinema buraya düşmezdi. Siz senede üç film çevirseydiniz, hem adamakıllı filmler çevrilirdi, hem de daha düzgün para kazanırlardı, Türk sineması da böylece ayağa düşmezdi.

Son yıllarda bir canlılık söz konusu... Örneğin bu yıl 75 Türk filmi vizyona girecek.

Ne güzel... Ben size şunu sorayım: Türk sineması burada mı olmalıydı?

Çok daha ileride olmalıydı. Bugün güzel filmler yapılıyor ama... Konuşmak istemiyorum!

Konuşmak istememe sebebiniz nedir?

Eğer gazeteci olmasaydınız konuşurduk!

Sinemacılar için bir öneriniz var mı peki?

Hep birbirinin aynı filmler yapıyorlar. Aynı tür filmlere takılıp da kalmanın âlemi yok!

Ne oluyor bu sefer?

Filmcilik çabuk batıyor, bitiyor. Birbirinin aynı, kalitesiz filmler geliyor şimdi. İsim vermeyeyim ama biz filmciliğe başlarken Fransız filmleri vardı, bazı filmler hâlâ o havada. Artık film sektörü o kadar aşmış gitmiş ki, aşın artık yani.

Anılarınızdan oluşan bir kitap hazırlığı içindesiniz. Hangi aşamadasınız şu an?

Bir müddettir ara vermiştim, şimdi tekrar başlayacağım. Anılar nasıl yazılır? Hatırladığınız zaman. Ben gelmişim 19 yaşına! 79 yaşındayım. Hatırladıklarım ne kadardır? Hatırladıklarımın yanlarını süslemeyi, olmayan çiçekleri, yaprakları koymayı düşünmüyorum. Az ve öz, o kadar. Kendi dilimle, kendi esprimle...

Çıkış tarihi ne zaman?

Yayınevi iki sene içinde çıkarmayı teklif etti. Bakalım artık.

Sadri Alışık, Hulusi Kentmen, Mümtaz Eren, Lütfi Akad gibi birbirinden önemli isimlerle çalıştınız. Size âşık olan bir oyuncu/yönetmen var mıydı?

Bu sorulur mu şimdi bana, bu yaştaki bir kadına!

Neden?

Âşık olmayan var mıydı, diye soracaksınız! Valla ben, bana âşık olmayan birini tanımadım.

Yıllar sonra bir onur ödülü alıyorsunuz. Sinema dünyası ve toplum size gerekli vefayı gösterdi mi?

Vallaha ben ümit etmediğim kadar fazlasını aldım. En son Uçan Süpürge'ye gittim. Çok mutlu oldum. İnanılmayacak bir tezahürat gördüm. Ayakta durmadan alkışlandım. Bir buçuk saat imza dağıttım.

"Altın Portakal'dan onur ödülü için teklif geldi, fakat rahatsız olduğum için gidemedim." demişsiniz. Onur ödülü, teklif edilerek verilen bir ödül müdür?

Onu geçelim, lütfen!..

Bir şey demeyecek misiniz ?

Demeyeceğim, hipertansiyonum o ara çok oynuyordu, uçağa binmem gerektiği için gitmedim.

Size ödülü takdim edip daha sonra çok rahat gönderebilirlerdi!

Ödül alacağım yönünde telefonlar geldi, rahatsız olduğumu söyledim.

Onlar da vazgeçtiler!

Ben zaten 1984'te Altın Portakal'dan ödül almıştım.

Ama efendim ben bu mantaliteyi anlamadım!

E ben de anlamıyorum o mantaliteyi!..

Gelmeyene vermiyoruz, olmuş!

Onun için ben, bunu mevzu etmek istemiyorum. Benim için ödül hiç önemli değil. Bursa'ya söz verdim, gideceğim.