HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin olarak, AKP ve MHP’nin, her şeye rağmen Genel Kurul’da 367 milletvekilini bulamayacağı inancında. Aksi bir ihtimali, “Cezaevleri önemli bir siyasi mevzi olur. Ve bu iktidar, oradan gelişecek bir muhalefeti göğüsleyemez!” sözleriyle karşılıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Kürt oylarının AKP’ye değil, HDP’ye tahvil olduğunu gördükten sonra çözüm masasını devirdiğini söyleyen Önder, “AKP ve Erdoğan, çözümsüzlükte ısrar ederse, hayat onları siyasal alanın dışına itecektir. Yapamazlarsa giderler! Bunu yapamayan aktör, bugüne kadar tasfiye edilmiş. Bugün DYP diye bir parti ve Tansu Çiller diye bir figür var mı?” diyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu için “Ergen imam hatipli” benzetmesi yapan Önder, "Davutoğlu’nun Hitlervâri yöntemlere başvurma ihtimali, Tayyip Erdoğan’ın bu yöntemlere başvurma ihtimalinden daha fazladır. Yaptıklarından dolayı yargılanacak" görüşünü dile getirdi.
Nokta dergisinden Fatih Vural'ın sorularını yanıtlayan (16 Mayıs 2016) Sırrı Süreyya Önder'in açıklamaları şöyle:
Kürt sorununun çözümü noktasında Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlıktan indirilmesinin partinizce nasıl bir anlamı var? Öte yandan, çözüm sürecinin sona ermesi nedeniyle Davutoğlu’nun ağladığı yönündeki haberler doğruysa, bunu ne kadar samimi buluyorsunuz?
Sayın Davutoğlu’yla çözüm sürecini konuşmak amaçlı üç, dört kez görüştüm. Birisinde dışişleri bakanı, diğerlerinde de başbakandı. Şimdi söyleyeceklerimi, yüzüne karşı da söyledim. Bana da ‘kaçak çay’ meselesi ve bir, iki olaydan ötürü kızgın. “Sur’u Toledo yapacağız” derken, muhafazakarlığa ve Anadoluluğa bu kadar referans yapması, bilinçaltının tezahürüydü.
"Davutoğlu yaptıklarından ötürü yargılanacak"
Ne demek istedi?
Kürtlerle hemhâl olmayı beceremeyenlerin kendini en fazla iyileştirebildiği nokta, Kürtlere “turistik bir öğe” olarak bakmasıdır! İkincisi de, “Onlar bizim zenginliğimiz” demek, “Biz ana parayız. Onlar da faizimiz” demek gibi sıkıntılı bir bakıştır. Dışişleri bakanıyken, başbakan olacağı belliydi. Hem çözüm sürecinde gelinen noktayı, hem de bakanlığı dolayısıyla Rojava meselesini değerlendirmek için buluşmuştuk. Bu görüşme de İmralı’da kararlaştırılmıştı.
Öcalan’ın isteğiyle mi?
Evet. Görüşmemizde, bütün bu olan bitenden Davutoğlu’nun hiçbir şey anlamadığını gördüm. Bunu yüzüne de söyledim. “Ergen imam hatipli” refleksi vardı! Bunu aşağılamak için kullanmıyorum. Kastettiğim, malumatfuruş, her konuda bilgisi olup da bildiklerinin mimarisi olmayan insan prototipi... Bir perspektif yok ve kafa karışıklığı var. “Ümmet” diye çığıran birinin, “Türklük” ya da “Kürtlük” lafını ağzına almaması lazım. Bunların ontolojisi çok farklı.
Biri dinsel, diğeri de etnik bir ifade...
Evet; ama çok yaldızlı geliyor insanlara. Davutoğlu, görevden indiğinde ağlamıştır belki. İçi de incinmiştir. Çünkü alınan kararlar ve onların doğurduğu, doğuracağı sonuçlar, içinde zerre insaniyet taşıyan biri için ağlamadan hatırlanacak şeyler değil. Bunu da söyledim, Ahmet Davutoğlu, bunlardan dolayı yargılanacak! Herkes elini yıkayıp bir kenara çekilecek; ama yapılanların hesabı demokratik zeminlerde görülecektir.
Nasıl bu kadar eminsiniz?
Darbeleri Araştırma Komisyonu kurulduğunda, bu memleketin maruz kaldığı darbe dönemlerinden hayatta kalanları çağırdık. Hepsi çıra gibi titriyordu! “Ben yapmadım, Miki yaptı!” modundaydılar. Bunun altında samimi olarak ezilenleri de gördük, kendisiyle hesaplaşanları da, çok korkanları da... O nedenle müneccim olmak gerekmiyor. Bu dönemde, çok ağır insanlık suçları işlendi. Bunda dahli olan herkes, hem kendi hem de toplum vicdanında, hem de yasalar önünde sigaya çekilecektir. Bunu yaşayıp göreceğiz.
"Davutoğlu'nun Hitlervari yöntemlere başvurma ihtimali, Erdoğan'ınkinden fazla"
Davutoğlu, Kürt sorununu nasıl bir mesele olarak görüyordu?
Öcalan da bu soruyu sorduğunda ona söylediğim cümleyi tekrar edeyim: “Davutoğlu’nun Hitlervâri yöntemlere başvurma ihtimali, Tayyip Erdoğan’ın bu yöntemlere başvurma ihtimalinden daha fazladır.”
Neden?
Tayyip Erdoğan’da gücü temel alan ve güç üzerinden uygulamalara girişen bir politik karakter var. Böylesi tipler, bir başka güç karşısında süratle mevzi terk eder. Çünkü güce yaslanmak, aynı zamanda bir korku işaretidir. Bunu, AKP’nin yerel seçim yenilgisi sırasında gördüğüm yüz ifadelerinden hatırlıyorum. Süratle nasıl mazeret ve nedamet cümleleri kurduklarını hatırlıyorum. “Biz ‘seçilmiş’ insanlarız” duygusu, halkın hakikatiyle tuzla buz edildi! Güce tapan insanlar, bir güç gördüklerinde geriliyorlar. Gezi’de de bunu gördük.
Nasıl?
20 gün boyunca ortadan kayboldular. Bunu bizzat bir bakan söyledi: “Evimizde perdeleri çekiyoruz, ışıkları açmıyoruz.”
Toplumun kendisinden mi ürktüler?
Evet. Şu an korkuyu diri tutarak hükmetme biçimleri var. Korkudan korkmaktan vazgeçtiğiniz zaman, bunların elinde hiçbir sermaye kalmıyor. Davutoğlu’nun neden otoriterleşme potansiyelini daha fazla taşıdığına gelirsek... Görünüşte daha hümanist fakat bir küçük burjuva! İkincisi de paraya bulaşmamış. Böyle insanlar, çok aşkın ve coşkun bir halde hareket ederler. Sosyal hayata tosladıklarında da hayal kırıklıkları daha fazla olur. Bu hayal kırıklığı büyük olduğunda da güç kullanımında pervasızlaşabilirler. Bunu, “Yapılanlar, Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dışındadır” anlamında söylemiyorum. Ama Erdoğan, bir kente top ve tank sokmaya cesaret edemedi. Aradaki fark budur! Yapılanların siyasi ve hukuki sorumluluğu Başbakan Ahmet Davutoğlu’ndadır. Cumhurbaşkanı bundan, geçerli kanunlar karşısında sorumlu değildir. Çünkü mevcut mevzuat açısından sadece vatana ihanet suçlamasıyla yargılanabilir. Tanka, topa karşı da en büyük güç, bunlardan korkulmadığını göstermektir.
Gezi de böyle bir şey miydi?
Evet, öyleydi: “Sana ne benim hayatımdan? Çek elini benim çevremden, doğamdan, özel hayatımdan!” Bunu aynı anda milyonlarca insanın söylemesi, binlerce toptan ve tanktan daha etkili bir güçtü. Onun için paralize oldular.
"Kemalizm mağduru değil, meftunu olmuşlar"
İsmail Kahraman’ın laiklik çıkışından sonra da bunu gördük. Yaşam tarzı söz konusu olduğunda ortaya çıkan toplumsal tepkiler, AKP’ye anında geri adım attırıyor...
İsmail Kahraman’ı ayrı değerlendirmek lazım. Milli Görüş, bu ülkede çıktığından beri Kemalizm’in din şubesi olarak çalışmıştır. Kemalizm’in yöntemlerini, yaklaşım biçimlerini, mühendislik anlayışını birebir kopyalıyorlar. Kemalizm’in mağduru değil, meftunu olmuşlar. Zamanında Erbakan bir şey söylerdi. Sistemde ya da ahalide bir reaksiyon doğurduğunda, süratle o mevziden ricat ederlerdi.
Kemalizm’in yöntemlerini benimsemek, Türkiye’de iktidarda kalabilmenin en kolay ya da yegane yolu mu?
Şu anda Kemalist görünen kesimler, onu çok indirgeyen bir yaklaşıma sahipler. Kemalizm’in bu ülkede bir hükmetme biçimi olma zemini artık kalmamıştır.
Ne zamandan beri?
60 küsur general içeriye alındığında, eşleri dostları dışında bir tek tepkinin verilmediği bir yapıdan bahsediyoruz. “Artık sarhoşken bile nara atabilecek durumda değiller” demiştim, o zaman. Bugün de aynı fikirdeyim. Şu anda sistemin muhafızlığına talip bir AKP iktidarı var. Düşmanlıklar, hiyerarşik bakışlar ve mühendislik, Kemalizm’le kesişim noktalarıdır.
Sur için yapılan Toledo çıkışı da bu mühendislikçi anlayışın mı göstergesi? Burada hedeflenen, Kürt coğrafyasındaki o sosyolojiyi dağıtıp, zorunlu göçe tabi tutup, mekanı ve insanı hafızasızlaştırmak mı?
Kentleri, insanlar yapar. Sonra da kentlerle insanlar arasında bir etkileşim başlar. Buna da “medeniyet” demişiz. Kentleşmeyle birlikte kültür yerini medeniyete bırakmış. “Burası Toledo olacak, olsun!” Keşke hafızasızlaştırmayı hedefleyecek kadar ince bir planları olsa! En azından, karşındakinin ne yaptığını ve yapacağını bilirsin. Bu kadar insicam sahibi değiller! Otoriterleşme dışında bir hünerleri ve sorun çözme kabiliyetleri yok.
"Erdoğan'la 17-25 Aralık sonrası görüşmemizde, otoriterlik uyarısında bulundum"
Gezi’den ve 17-25 Aralık’tan hemen sonra Tayyip Erdoğan’la yaptığınız görüşmelerde, hızla otoriterleşme eğilimine gireceğini gözlemlediğinizi söylüyorsunuz. Bu kanıya nereden vardınız?
Daha neyin ne olduğunun belli olmadığı günlerdi... O, bana, sadece olanı ve biteni nasıl gördüğümü sordu.
Ne dediniz?
“Demokratikleşme kabiliyeti olanlar ve bu dönüşümü gösterenler, var olan sorunu aşabilir. Yoksa bir adli olaylar zinciri ve komplo mantığıyla bir yere varılamaz. Bu, demokratikleşme için bir vesiledir. Cemaat’te böyle bir ihtimal var; ama pratikte bunun hiçbir emaresi yok. Söz konusu adli olaylar varsa bunlara yönelik prosedürü salimen işleterek, bu meseleleri aşabilirsiniz. Aksi, sizi daha fazla otoriterleşmeye götürecektir” demiştim.
Ne karşılık verdi?
Bir şey demedi! Çözüm süreci gündemli bir toplantıydı. 17-25 Aralık’ı konuşmak için bir araya gelmiş değildik. Dolmabahçe Deklarasyonu’na giden yolda, tıkanma alanlarını değerlendirdiğimiz bir toplantıydı.
Erdoğan, yaşadıkları ‘darbe’ tehlikesi nedeniyle baskı altında olduklarını ve Kürt sorununda daha ağır adımlar atacaklarını ima etti mi?
O sadece, yaşananların, bu ülkede Kürt sorununu çözmeye çalışmanın sonucu olduğunu ve bir dizi saldırının Kürt sorununu çözmeye uğraştıkları için geldiğini söyledi.
"Cemaat ve hükümet,
Kürtleri siyasi alandan tasfiye etmek istedi"
Abdullah Öcalan da, Erdoğan gibi yaşananların bir “darbe” olduğunu vurguluyordu, İmralı Tutanakları’nda. “Darbe sürecini” MİT Krizi’nden başlatıyordu. “Darbe” fikrine siz de katılıyor musunuz?
Biz bunu deneyimledik, bizzat yaşadık.
KCK operasyonlarıyla mı?
Evet.
Cemaat’in işi miydi?
En büyük sorumluluk ve vebal sahipleri, Cemaat’e yakın güvenlikçilerdir. “Tamil yaklaşımı, Sri Lanka formülü” gibi öneriler, bizzat Cemaat’in sözcüsü sayılabilecek insanlar tarafından dile getirilen şeylerdi, o dönemde. 8 bin 600, seçilmiş, BDP’de siyaset yapan insan, KCK operasyonlarında gözaltına alındı. Cemaat’e yakın yargıçların başında olduğu mahkemelerde, bu insanlara en az 16 yıl hapis cezası verildi. Binlerce insan, müebbete kadar uzanan cezalara maruz kaldı. Dolayısıyla bu bir yaklaşımdı ve Cemaat’in tek başına bir operasyonu değildi. Tasarımı, fiiliyatı ve sorumluluğu, hükümetle ortaktır. Yapılan, siyasal alanda Kürtlerin tasfiye operasyonuydu.
Bu ortaklık, MİT Krizi’nde mi bitti?
MİT Krizi’nde görünür oldu. Nerede koptuğunu tarih yazacak. Biraz daha belgeye, bilgiye ihtiyaç var. Öcalan da bunu “darbe mekaniği” olarak kavramsallaştırdı.
Ve kendisinin o dönemdeki duruşuyla, Erdoğan’ı kurtardığını söyledi...
Bu cümle biraz bağlamından kopuk... Benim Erdoğan’a söylediğimle Öcalan’ın yaklaşımı aynı şey aslında. O da, “Kürt’le savaşarak değil, demokrasiyi genişleterek darbe tehlikesini bertaraf edebilirsiniz” dedi. Bunu yaklaşık son 15 yıldır da söylüyor. Aradığı şeyler, ciddiyet, sorumluluk ve cesaret. Bu üç tutumu alabilen herkese, bire karşı on adımla geldi Öcalan. Dolayısıyla hükümetin, “KCK operasyonlarını biz yapmadık, Cemaat yaptı” sözü doğru değil. Hadi onu Cemaat yaptı, bugün yaşananları kim yaptı? KCK operasyonlarına rahmet okutacak vahamette işler yapılıyor, daha da yapılacağa benziyor.
Gezi’nin önde gelen isimlerinden birisiydiniz. Bu çıkışınız, partiniz HDP’den bağımsız mıydı?
Gezi olaylarından yedi, sekiz ay önce bir Gezi Dayanışma Platformu kurulmuştu. BDP (HDP), o platformu oluşturan sekiz kurumdan birisiydi. Gezi’de bir vandallık yapılacağının emareleri belirmişti. 1 Mayıs’ta, yani Gezi Ayaklanması’ndan bir ay önce mübalağalı bir polis şiddeti uygulanmıştı. O esnada alana ilk giren insanlardan biriydim. Polisin bu yönelimi, hükümetin Gezi Parkı üzerindeki emellerinden kaynaklandı. Burayı süratle insansızlaştırmak, neo liberalizmin talanına açmak için... 2 Mayıs’ta polis şiddetini protesto için basın açıklaması yaptık. Gezi’de söylediklerimi, bir ay önce orada söyledim.
“Gezi’de Kürtler yoktu” söylemi?
O bir algı operasyonuydu. Orada çok ince işler döndü! Bir kere, benimle birlikte 94 partilimiz de yaralanmıştı, Gezi’nin üçüncü ya da dördüncü günü. İkincisi, Kürtlerden Gezi’ye gelen itirazların bir zemini ve sebebi vardı. O da şu: İstanbul’da, ötekileştirici ya da yok sayıcı bir anlayış gerçekleşmedi. Fakat Ankara’da, Antep’te, İzmir’de, Antalya’da Gezi protestosu için harekete geçen insanlar BDP’nin il ve ilçe binalarına yöneldiler, tahrip ettiler. Bunun çok bilinçli bir sızma olduğunu düşünüyorum. Çünkü ısrarla hem milliyetçi çevreler, hem de hükümet “Gezi’de Kürtler yok” sözünü tekrarladı. Bu, “Gezi’de Kürtler aman ha olmasın!” duygusunun bir yansımasıydı. Düşünün, Gezi’de, Genç Türkler adında, bir günde, bir oluşum ortaya çıktı! Çok lüks pankartlar, afişler hazırladılar. Bunlar, bir günün işi olamazdı ve altından kalkılamayacak maliyetteydi. Gezi bittikten sonra da ortadan kayboldular!
Sizce bu kimin operasyonuydu?
Bence devletin çelik çekirdeğiyle bağlantılı kontra unsurlardı. En çok korktukları şey, Kürtlerin de bu alana aktif ve örgütlü bir şekilde katılımlarıydı. Bunda kısmen de başarılı oldular. Kürt halkı, binalarına saldırıldığında büyük bir duyarlılık ve sağduyu gösterdi.
"Kürtler, Gezi'de 'Ne verdiniz ki
ne istiyorsunuz' dedi"
2015 Haziran saldırılarının provası orada mı yapıldı?
Belki, bir anlamda... Fakat olanı biteni en çabuk biçimde analiz edebilecek insanlar, Kürtler. Politik bilinçleri, muhakeme güçleri diğer kesimlere göre çok daha gelişkin. Dördüncü, beşinci gününden sonra Kürtler her alanda Gezi’nin içindeydiler. Selahattin Bey’in, “Biz orayı darbecilere bırakmayız” sözleri çok manipüle edildi. “Gezicileri, darbeci ilan etti” dediler. Bütün bunlar ince işçiliklerdi. Öte yandan, Kürt halkındaki mesafe duygusunu da yadsıyamayız.
Bu mesafe duygusu, “Kürt sorununun çözümü noktasında işler iyi gidiyor. Aman ha hükümetle bir sorun yaşamayalım” çekincesinden mi kaynaklandı?
Yok, ondan daha öte bir şey... Gezi’de maruz kalınan şiddetin bin beterine, Kürt halkı yıllardır katlanıyor ve dostlarından başka hiç kimseden de bir dayanışma duygusu görmüyor. “Ne verdiniz ki ne istiyorsunuz?” denklemi devreye giriyordu. Buna rağmen yüksek bir dayanışma duygusuyla meseleye dahil oldular.
"Buradan pis kokular geliyor, diyen
emniyet müdür muavini görevden aldılar"
Cihangir tayfasını iyi bilen bir siyasetçisiniz. Öte yandan Adıyamanlı kimliğinizle Anadolu’yu da çok yakından tanıyorsunuz. İki arada bir derede kaldınız mı?
Hayır. O günlerde, bu tartışmalardan haberim bile olmadı. Birinci gün saat 11’de oraya gittim. Gezi’ye, Ankara’dan araçla gelip ucu ucuna yetişmiştim. Gezi Platformu’nun parçası olduğumuz için hukuki prosedüre çok hakimdim. Evim de Gezi Parkı’na 150 metredeydi. O zaman da o bölgenin, İstanbul 2. Bölge milletvekili idim. “Buraya kepçe getiriyorlar. Galiba bu ağaçları kesecekler” mail’leri dolaşmaya başladığında, “Bu kadarını yapamazlar. Yayalaştırma kapsamında inşaat izni var; ama Gezi Parkı’yla ilgili bir şey yok. Kendi arkadaşlarım acaba biraz abartıyor mu?” diye düşündüm. Araçtan iner inmez, önüme bir gaz fişeği düştü ve Mücella Yapıcı’nın bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Kepçenin iki ağacı koparttığını söyledi. Önce bunu durdurmak istedim. Kepçe hadisesi öyle oldu.
O gece Fatih Altaylı’nın programından çıktıktan sonra saat 1’de yine parka uğradım. Çayını alan oraya gelmişti. Eve gittim. Gece 3-4 sularında telefon geldi: “Burası yine karıştı, çabuk gel.” Tekrar gittim. Kepçeyi ikinci defa durdurduk. Hukuki prosedürün işlemesini talep ettim. “Burada inşaat izni var mı? Burada ağaç kesme izni var mı? Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’ndan bunun için karar alınmış mı? Karar da yetmiyor, iki uzmanının olması gerekiyor. İki uzman var mı? Burada belediye sadece işveren. Bunu taşerona verdi. Neden şimdi belediye yapıyor? Burada gaz sıkacaksanız insanlara değil, kaçak inşaat yapanlara gaz sıkın” dedim.
Bunları söyleyince emniyet müdür muavini bana dedi ki: “Buradan pis kokular geliyor! Vekilim, sen bu ablalara söyle bize su şişesi atmasınlar. Ben polisi buradan çekeceğim.” İnşaat yetkilisi de koşarak orayı terk etti. Polis gittikten sonra biliyorum ki hükümetten “Süpürün onları!” talimatı geldi. O emniyet müdür muavinini görevden aldılar daha sonra. Başka biri geldi, bariyerlerle çevirdiler alanı, çadırlar yakıldı. Sonrası malum...
"Gezi'ye katıldım diye
İmralı Heyeti'nden uzaklaştırıldım"
Abdullah Öcalan, Gezi’yi nasıl okudu?
Gezi’de olmamdan ötürü iki, üç ay heyetten uzaklaştırıldım. Ben gelemeyince Öcalan da görüşmeye çıkmadı. Böyle olunca beni yeniden heyete dahil ettiler. Şunu söyledim: “Gezi, yürüttüğümüz müzakerenin pratik sonuçlarının görülebileceği durumdur. En demokratik, en yasal siyaset alanı, en vandal biçimde bastırılıyor.” Gezi, hükümetin, Kürt meselesine yaklaşımındaki samimiyet derecesini de gösteren önemli bir kriterdi. Demokratikleşmeye gönlü olan, Gezi’de öyle bir tutum almazdı. Çünkü yalnızca Kürt’e demokratikleşmeyeceksin! Köklü bir demokrasi reformu karşılığında Kürtler silah bırakmayı kabul ettiler. Sen demokratik itiraz alanlarını daraltırsan, insanlar kendilerini nasıl ifade edecek?
Bu samimiyet okuması noktasında, Öcalan’ın süreci yürütmek için ne gibi çabaları oldu?
Öcalan meseleye, “Toplu iğne başı kadar bile olanak varsa bunu zorlayan ve geliştiren olmalıyız” şeklinde bakıyor. Bizleri ve PKK’yi de zaman zaman bu noktada ağır biçimde eleştiriyordu. Demokratik siyaset alanı içinde yaratıcı politikalar geliştirilmesini istiyordu. Kabul etmediği tek şey imkansızlık! “Hükümete inandığından, güvendiğinden müzakerede ısrar ediyordu” diye okumamak lazım bunu. “Hükümet samimi olmayabilir. Ağırdan alabilir; ama biz yaratıcı yollar ve yöntemlerle, geniş yığınları barış fikrinin etrafında kümelendirebilirsek, o zaman hükümeti daha hızlı, kalıcı adımlar atmaya zorlayabiliriz” diyordu. Onun bu tutumunu hep istismar konusu yaptılar. “Hükümetle iş tutma” aralığına hapsetmeye çalıştılar.
"Erdoğan, Kürt oylarının
bize tahvil olduğunu görünce masayı devirdi"
Öcalan’ın toplumsal kabul öngörüsü, HDP’nin barajı geçmesiyle bir nevi gerçekleşti. Ancak bu olay, hükümette tam tersi bir etki yaratmadı mı, Kürt sorununun çözümü noktasında?
AKP, seçimlere parti olarak girmemizi hiç istemedi. Hükümete yakın medya, baraj altında kaldığımızı, kritik sınırda olduğumuzu ve mutlaka bağımsız adaylarla seçimlere girmemiz gerektiğini işledi. Bunu işleyen bir diğer kesim de ulusalcılar ve milliyetçilerdi. Onlar da “Bunlar, hükümetle anlaştı. Baraj altında kalacaklar ve AKP’yi tek başına iktidar yapacaklar. Bu da çözüm sürecinin bir başlığı” dediler. İki taraflı bu atışı bozan şey, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıydı.
2015’in Şubat ayında hükümetle Dolmabahçe Mutabakatı gerçekleşiyor. Her şey iyi gidiyor sanılırken, Mart ayında da Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı geliyor. Sadece bir ayda neden her şey tersine dönüverdi?
Erdoğan, “Ben bu mutabakatı tanımıyorum. O fotoğraf da doğru değil. Artık Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” dedi. Selahattin Bey’in grup toplantısından önce Dolmabahçe’ye İzleme Heyeti gidecekti. Bu konuda hükümetle mutabık kalınmıştı. Başta Davutoğlu, “Bir dahaki görüşmeye İzleme Heyeti de gidecek” diye bize söyledi. Yanında bakanları da vardı. Fakat İzleme Heyeti’nde olacağı varsayılan isimler medyaya düşmeye başlayınca Erdoğan havaalanında yaptığı konuşmada, “Ne İzleme Heyeti? Ben bunu doğru bulmuyorum” dedi. Ertesi hafta da İzleme Heyeti gelmedi. Hükümet de bize, “Bir kriz var ve bunu çözmeye çalışıyoruz” dedi.
Erdoğan neden geri adım attı?
AKP, verili siyaseti önemseyen bir yerde duruyor; ama sadece sonuçları okumakla yetinir, sebepleri yeterince okuyamaz. Bizim oy oranımızın yüzde 13 bandında olduğunu biz de biliyorduk, hükümet de. Bizim oyumuzun, başkanlık sistemi önünde büyük engel teşkil edeceğini hissetti Erdoğan. Çözüm sürecini, kendisine büyük bir Kürt oyu olarak tahvil edebileceğini varsayıyordu. Fakat bu oyların olduğu gibi HDP’ye kanalize olduğunu görünce masayı devirdi. “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı da kategorik bir karşıtlık üzerinden dile getirilmemişti. Ondan önce kurulan cümleler vardı: “Madem ki başkanlık hayallerin uğruna sen bu üç senelik emeği tanımıyorsun ve masayı deviriyorsun. O zaman biz de seni başkan yaptırmayacağız.” Cümle buydu.
"Dolmabahçe'deki 10 maddelik
metin birlikte hazırlandı"
Erdoğan’ın, Dolmabahçe Deklarasyonu ve İzleme Heyeti’yle ilgili olarak “Ben de gazetelerden okuyorum. Doğrusu böyle bir şeyden benim bir haberim yok” sözleri, gerçeği yansıtıyor muydu?
Bunu bütün bakanlar yalanladılar. Başta da Sayın Bülent Arınç yalanladı, “Oturma düzenine kadar bilgisi vardı” dedi.
10 maddelik metin, Erdoğan’ı neden rahatsız etti?
Bence o metin rahatsız etmedi. Çünkü o 10 maddelik metin, son beş, altı İmralı görüşmesinde birlikte ortaya çıkarılan bir metindi. Karşılıklı itiraz ve düzeltmelerden sonra, bir mutabakatın neticesinde son halini aldı.
"Öcalan'ın mesajlarını cemaate,
cemaatin mesajlarını Öcalan'a ilettim"
Siz, AKP cenahında da hüsnü kabul gören bir siyasetçisiniz. Erdoğan ve Öcalan arasında birebir aracılık ettiğiniz oldu mu?
Yok, yok. Bütün bunlar açık biçimde İmralı Tutanakları’nda da var, her şey belirli bir gündem çerçevesinde yürüdü.
17-25 Aralık’ın hemen ardından Erdoğan, sizinle görüşmek istemedi mi?
17-25 Aralık’la ilgili ne bir rica, ne de bir değerlendirme gidip gelmedi. Ben Öcalan’ın önerisiyle Cemaat’le de, hükümetle de, sol yapılanmalarla ve partilerle de, sivil toplum kuruluşlarıyla da görüşerek, herkese Öcalan’ın mesajlarını götürdüm. Herkesin önerilerini aldım. Sorun alanları konusunda, hükümet de dahil, bütün bu yapılarla belirli bir mesai yürüttüm.
Cemaat’e nasıl bir mesaj götürdünüz Öcalan’dan?
Abdullah Öcalan, “Fethullah Gülen’in ‘Sulhta hayır vardır’ düşüncesi, benim de düşüncemdir” dedi. Bunu da üçüncü ya da dördüncü görüşmemizde söylemişti. Bir şekilde Gülen’e ilettik. Milliyet’te yayınlanan İmralı Tutanakları’nda Cemaat’e ve Gülen’e yönelik bazı kopuk değerlendirmeler vardı. Bu değerlendirmeleri aşabilmek için...
O tutanaklarda, Cemaat’ten ve Fethullah Gülen’den hiç de hoşlanmayan bir Abdullah Öcalan portresi vardı...
Öcalan, bu tür husumetler üzerinden bir politika yürütmüyor. Bunu da çok günlük bir davranış olarak değerlendiriyor. Büyük bir barışa inanmış, demokratik bir cumhuriyeti inşa etmeye çalışıyor. Onun için günlük ya da kategorik karşıtlıklara hiç takılmadı. Asıl olan, herkesin siyaset yapabilmesine alan açmak ve mümkün olduğu kadar geniş kesimleri bu alana katmak.
Cemaat, Öcalan’ın mesajını nasıl karşıladı?
Olumlu bir karşılama oldu. Zaman zaman onların şikâyetleri oldu.
Ne gibi?
KCK’nin verdiği demeçlerden rahatsızlıklarını ifade etmişlerdi. Biz bunu Öcalan’a aktardık. Zaman zaman, Cemaat’e yakın hakim-savcı-emniyetçi üçgeninin süreci zorlayan yaklaşımları olmuştu. Bunları da biz onlara ilettik. Böyle gitti, geldi. Günlük olaylardan çok, genel başlıklar üzerinden tartışmalar ve haberleşmeler yapıldı.
"Öcalan'ın şartı İzleme Heyeti"
Öcalan’ın Erdoğan’a özellikle iletilmesini istediği mesajları neydi?
Yavaş ve kararsız adımlar, ağırdan alma eğilimleriydi.
İmralı Tutanakları’nda Öcalan’ın aksine yönelik iddialar için şöyle bir ifadesi var, size söylediği: “Sen bir daha görüşeceksin (Erdoğan’la). ‘Sen meydanlarda Apo’nun asılmamasına hayıflanırken, Apo seni kurtardı, idamdan kurtardı’ diyeceksin. Bana halen sen süreci yavaşlattın diyorlar. Oysa biz tam olarak çekilmiş olsaydık onu içeri atarlardı. Sonu Menderes gibi olurdu.”
Bu tutanakları yayına kim hazırlamışsa, birçoğunun bağlamı yok! Genel olarak, “Bu savaş birçok başbakan götürdü! Biz barış çizgisine gelmeseydik ve savaşta ısrar etseydik, bu savaş seni de götürürdü!” bağlamında ettiği bir laf, o. 2011 sürecini hatırlayın... “Bu kadar kilometrekare, PKK’nin denetiminde” denildiği zamanlardı. Böyle bir zamanda, Oslo’nun akamete uğramasıyla birlikte Öcalan’a tecrit uygulandı. Bu tecridin kaldırılması için cezaevlerinde ölüm oruçları başladı. 60 günden fazla sürdü ve 10 binin üstünde insan, buna imza vererek il ve ilçe binalarımızda açlık grevlerine katıldı. Hükümetle süreç temelli görüşmemiz, o esnada başladı. Tecridi kaldıracaklarını söylediler. Bunun üzerine açlık grevleri sonlandırıldı, İmralı ziyaretleri başladı.
Öcalan’ın “Bu muhtemelen son görüşmemiz olacak” dediği görüşmeye kadar, kaç görüşme yaptınız?
5 Nisan 2015’teki o görüşmeye kadar 40 civarında görüşme yaptık. Hiçbirinde gündemi tam olarak tüketemedik. Öcalan toplantılara daima bir gündemle gelirdi. Biz de son görüşmeden sonra neler yaptığımıza ve hangi engellerle karşılaştığımıza dair bir sunum yapardık. Her İmralı ziyaretinden sonra devlet, hükümet ve bir Kandil görüşmesi yapar, tekrar adaya dönerdik. Hep böyle devam etti. Yalçın Akdoğan, Beşir Atalay, Bekir Bozdağ, bazılarında başbakan.... Bunlarla kamuya açık, başbakanlıkta yaptığımız görüşmeler vardı. Öcalan, Dolmabahçe’ye kadar olan süreci bir ‘diyalog süreci’ olarak adlandırdı. “Ne zaman bu görüşmelerin bir tanığı olur, bir İzleme Heyeti gelir, bütün konuştuklarımız kayıt altına alınır, o zaman buna müzakere diyebiliriz” demişti.
Bütün yapılanlar müzakereye hazırlık ve güven ortamı tesis etmek içindi; ama bu güven ortamını sağlamak için çok zorlandık. Yılmadık. “Hükümet dediklerini yapmıyor” noktasına taşımadık. Hep ısrar ettik. Kısmen başarılı da olduk ki netice Dolmabahçe Deklarasyonu’yla aleniyet kazandı, Çözüm Çerçeve Yasası çıkarıldı. Bu yasanın çıkmasında çok zorlanmıştık. İstediğimiz gibi olmasa da devletin keyfî iş görme alışkanlığını kıran önemli bir hamleydi, bu. Ondan sonraki görüşmeye İzleme Heyeti’yle gitmekte mutabık kalmıştık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İzleme Heyeti’ne ambargo koyunca Öcalan, “Bunların çözüm gibi bir iradeleri yok. Gayriciddiler. Bu şekilde yürümez. Muhtemelen bu beni son görüşünüz olabilir. İzleme Heyeti gelmezse burada yapacağımız görüşmelerin hiçbir anlam ve kıymeti yok” dedi.
Öcalan bu kadar kötümserken, siz Hazal Özvarış’a verdiğiniz röportajda hâlâ iyimser olduğunuzu söylediniz. Savaşın en karanlık döneminde nasıl bir ışık görüyorsunuz?
Bu karanlığın sürdürülebilir olmadığını biliyor ve görüyorum. Biz İmralı Heyeti olarak, KCK’den de, devletten de daha fazla gözlem sahibiyiz. Çünkü hepsiyle görüştük ve onlar bizim üzerimizden bilgilendiler. Meselenin yapısal boyutunu birinci elden gözlemleme şansına sahip olduk. Şu anda Türkiye’deki durumu, uluslararası konjonktürü ve bölgesel dengeleri de hesaba katarak bakarsak ne PKK açısından, ne de devlet açısından sürdürülebilir bir durum söz konusu değil. Devlet, Kürt halkının taleplerinden vazgeçeceğini ümit ediyor. Oysa bu mümkün değil. “Sürdürülemez” dediğim şey, bu. Bütün Kürtleri katletsen bile Kürt çocukları daha anne bile demeden zafer işareti yapmayı öğreniyor. Bu sosyolojiye bakınca, Kürt halkının taleplerinden vazgeçmesi, tankla, topla, tüfekle, hapishaneyle, sürgünle mümkün değil.
PKK açısından?
Demokratik siyaset talebinin, onlarda yenme-yenilme diyalektiğinden daha yüksek olduğuna tanık olduk. Dolayısıyla bu durum, arızi. Bu iş barışa gidecek. Ama kişisel olarak endişem, ortak bir yaşam, ortak bir gelecek zeminini süratle kaybetmemiz.
Tam da bunu soracaktım. Kürtlerin devletle olan gönül bağı yeniden kurulabilir mi?
Bunun için bir aşk ilişkisi kurmaya mecbur değil kimse. Birlikte yaşamak bir gönül işi değildir. Birlikte yaşamak bir hukuk işidir. Kürtler bu hukukun oluşmasını ve belli güvencelere bağlanmasını istiyorlar. Halen de bu talepteler.
Erdoğan ve AKP döneminde bunun imkanı var mı?
Yapamazlarsa giderler! Bunu yapamayan aktör, bugüne kadar tasfiye edilmiş. Partisini de bu işe dahil etmişse partisi de tasfiye edilmiş. Bugün DYP diye bir parti ve Tansu Çiller diye bir figür yok! AKP ve Erdoğan, çözümsüzlükte ısrar ederse, hayat onları siyasal alanın dışına itecektir. Bu konuda zor değerlendirmeler yaptığımın farkındayım.
"Savaşın bitmesi özerklik şartına bağlı değil"
Hele de dokunulmazlıklarınızın kaldırılması ve tutuklanmanız gündemdeyken...
Olabilir. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde yeni olan tek şey, tankların topyekun bir mahalleyi ateşe tutmasıdır. Şiddet ve nitelik olarak bunların hepsi, 15-20 yıldır yapılagelmiş zaten. Bugün daha görünür, biraz daha vahim. Ama önemli değil! Kürt bu mezalime aşina! Onun için Kürt’ün talebi çok net ve açık. Bir hukuk istiyor. Bir statü istiyor.
İmralı tutanaklarını okuduğumuzda özerklik meselesinin Öcalan açısından çok da önemli olmadığını görüyoruz. Selahattin Demirtaş’ın son açıklaması olan “İnsanlar isterse kendi parlamentolarını kurabilir” cümlesine baktığımızda burada bir tutarsızlık var mı?
“Öcalan için özerklik çok da önemli değil” önermesi, gerçeği tam yansıtmıyor. Bunun bir süreç meselesi olduğunu kavramış, Öcalan. Bunu kavratmaya çalışıyor. “Bize demokratik siyaset yapabilme alanını açtığınız zaman biz özerklik için mücadele ederiz; ama demokratik zeminde” diyor. Savaşın bitmesini, özerklik şartına bağlamıyor.
Selahattin Bey’in açıklamasına gelirsek... “Parlamentoları halk kurar. Eğer siz bu parlamentodan tecrit ederseniz, halk temsilcilerini burada göremezse, görebileceği yeni mekanizmalar oluşturur” dedi. Bu sözleri, “Biz Diyarbakır’da bir bölge parlamentosu kuracağız” anlamına gelmemeli.
Anayasa Komisyonu’ndan neden çekildiniz?
Söyleyeceklerimizi söyledik. Sözümüzü tarihe raptettik. Buna fazla alan tanımadılar. 5 dakikayla sınırlandırdılar. Bu, kabul edilir değil. Üye çoğunluğu olarak CHP’nin ve MHP’nin verdiği destek de bir araya gelince böyle bir karara vardık.
CHP’nin bu tavrını neye yordunuz, HDP olarak?
Siyaset bilmezliğe, iş bilmezliğe, selde kütük olmaya... CHP şunu dediği zaman Tayyip Erdoğan’a itiraz etme argümanlarının hepsini kaybetti: “Anayasaya aykırı biliyoruz; ama ‘Buna hayır dediler’ dedirtmeyeceğiz.” Tayyip Erdoğan’a da “Anayasaya aykırı; ama ben bunları yapacağım” deme meşruiyetini kazandırdılar. Komisyondan bir başka çekilme gerekçemiz, orayı bir şiddet sarmalına büründürmeleri ve sanki kendi şahsi dokunulmazlıklarımızın kalkması için kavga eden insanlar olduğumuz imajını yaymaya çalışmalarıydı. Bu bizim haya edebileceğimiz bir şey. Sözlerimizi tarihe raptettikten sonra sorumluluğu boyunlarına asıp oradan çıktık.
"Tutuklanırsak, cezaevinden gelişecek
bir muhalefeti göğüsleyemezler"
Genel Kurul’daki oylamadan nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?
Referanduma götürülecek bir aralıkta vekil bulabileceklerini zannetmiyorum. 367’yi bulamazlar. AKP içindeki kavgalara bakıldığında 330’u bulacakları da şüpheli. CHP içindeki duyarlı seslere baktığımızda da yekvücut bu işe girmeyecekleri anlaşılıyor. Vekilimizin dün evini basmışlar. Araçları aranıyor. Biz zaten dokunulmazlığı olan vekiller değiliz! Dokunuyorlar! Onun için dert bizim derdimiz değil. Bunun tasasını da taşımıyoruz açıkçası.
Ola ki dokunulmazlıklar kalktı, tutuklamalar gerçekleşti. Türkiye’de ne değişir?
Cezaevleri önemli bir siyasi mevzi olur. Ve bu iktidar, oradan gelişecek bir muhalefeti göğüsleyemez! Kürt halkı ve onunla mücadelesini birleştiren bütün kesimler, ortak gelecek duygusunu önemli ölçüde sorgulamaya başlar.