Sibel Özbudun*
“Havarisini yaratamayan
İsa’nın yeri
tımarhanedir, tarih değil.”
14 Temmuz 1950… Demokrat Parti iktidarının üçüncü ayı. İktidar partisi Türkiye’nin NATO üyeliğini güvence altına alacak bir hamlenin peşinde. Haziran sonunda Kuzey ve Güney Kore arasında patlak veren savaş ve yeni dünya hegemonu ABD’nin derhâl harekete geçerek Birleşmiş Milletler’e Güney Kore’ye askeri yardım kararı aldırması, DP’ye aradığı bu fırsatı altın tepsi içinde sunacaktı. II. Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmiş Türkiye, pek az yurttaşının haritada yerini gösterebileceği bir ülkenin savaşına doğru koşar adım gidiyordu. Havayı kesif bir şovenizm bulutu kaplamıştı ve radyo ve gazetelerde kahramanlık menkıbeleri uçuşmaktaydı.
14 Temmuz 1950 dedim. Behice Boran, Adnan Cemgil, Nevzat Özmeriç, Osman Toprakoğlu, Vahdettin Barut, Reşat Sevinçsoy ve Muvakkar Güran Türk Barışseverler Cemiyeti kuruluş dilekçesini böyle bir atmosferde verdiler İçişleri Bakanlığı’na. Dernek dünya barışını, ülkede barışçı politikayı savunacağını ve nükleer silahların yasaklanması için çalışacağını bildiriyordu programında…
11 gün sonra Menderes hükümeti Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Aynı gün, Meclis Başkanlığı’na kararı protesto eden bir telgraf çekildi Behice Boran ve Adnan Cemgil imzasıyla. Ardından da İstanbul’da kararı protesto eden bildiriler dağıtıldı.
Sen misin “Barış” diyen! Bildiri dağıtımının ertesi günü, 29 Temmuz’da kurucular ve bildiriyi basan matbaanın sahibi tutuklanacak, derneğin faaliyetleri durdurulacak, 30 Aralık 1950 tarihinde askerî mahkeme derneğin “Türk-ABD dostluğunu bozmaya ve halkın hükümete güvenini sarsmaya yönelik faaliyetlerinden” dolayı kurucular 15’er ay hapse mahkûm edilecekti…
Barışseverlerin karşı çıktığı Kore Savaşı’nda resmî açıklamalara göre 1,5 milyon, gayriresmi açıklamalara göre ise 3 milyon insan hayatını kaybetti. Türkiye'den ise 721 asker öldü, 2.147 asker yaralandı, 234 asker esir düştü, 175 asker kayboldu.
20 Nisan 1977… ABD ile SSCB arasındaki “Soğuk Savaş”ın “Ilık Barış” ya da “Barış içinde yanyana yaşama” politikalarına (Detente) evrildiği günler. Uluslararası “yumuşama” havasının Türkiye’deki ilk meyvelerinden biri, Barış Derneği oldu. Önceli gibi nükleer silahların yasaklanması, insan hakları ihlallerine son verilmesi, BM kararları ve yumuşama sürecinin yaygınlaştırılmasını öngören Helsinki Nihai Senedi’ne uyulması ve Türkiye’nin NATO üyeliğinden çıkması taleplerini savunmak üzere kurulan derneğin başkanı eski büyükelçi Mahmut Dikerdem’di. Kurucuları ve üyeleri arasında, ülkenin önemli aydınları yer alıyordu: Reha İsvan, Orhan Apaydın, Erdal Atabek, Aykut Göker, Tahsin Usluoğlu, Enis Coşkun, Tektaş Ağaoğlu, Oya Baydar, Yavuz Çizmeci, Gültekin Gazioğlu, Kemal Anadol, Haluk Tosun, Şefik Asan, Aybars Ungan, Ali Taygun, Uğur Kökden, Mehmet Karaca, Medet Serhat, Metin Özek, Niyazi Dalyancı, Ataol Behramoğlu, Ali Sirmen, Gencay Saylan, Ergun Elgin, Orhan Taylan, Hüseyin Baş, Nedim Tarhan, Mustafa Gazalcı, İsmail Hakkı Öztorun, Nurettin Yılmaz, Melih Tümer…
Dernek kurulalı üç yıl olmuştu ki, şom 12 Eylül darbesi geldi çattı. Ülkedeki sendikalar dahil tüm sol, sosyalist ve devrimci faaliyetleri, yasal olduklarına bakmaksızın “Sovyet maşaları, Beşinci kol” olarak tanımlayan antikomünist histerinin generaller eliyle bir kez daha iktidara taşınması…
Sen misin “Barış” diyen! Barış Derneği kurucuları, üyeleri yaka paça önce nezarethanede, ardından da askeri cezaevlerinde buldular kendilerini. Haklarında hazırlanan iddianamede derneğin “SSCB yanlısı olduğu, ülkenin meşru düzeni ve bu düzeni sağlayan ittifaklara, özellikle de NATO’ya karşı olduğu, mevcut düzeni yıkarak Marksist bir düzen kurmayı hedeflediği” savlanıyor, sanıkların TCK’nın kötü şöhretli 141-142. maddeleri uyarınca cezalandırılmaları isteniyordu.
“Savaş Hâli” hükümleri çerçevesinde sürdürülen davada avukatlar da sonunda sanık durumuna düşmekten kurtulamadılar. Derneğe ilişkin açılan ikinci davada, ilk davanın avukatları (Halit Çelenk, Turgut Kazan, Turgut Arınır, Atilla Coşkun, Nezahet Gündoğmuş, Rasim Öz, Mustafa Özkan ve Ali Şen)sanık sandalyesinde yerlerini almıştı.
“Barış Derneği davası”, karar verile bozula 1991’e dek sürdü ve 21 Nisan’da tüm sanıkların beraatı ile sonuçlandı. Bir hukuk trajedisi daha tarihin çöplüğünde yerini almıştı.
Ocak 2016… AKP 7 Haziran 2015 seçiminde uğradığı büyük oy kaybı ve tek başına iktidar olamamanın şaşkınlığını kısa sürede atlatmış, sanki bir el gizli bir düğmeye basmış gibi, Haziran ile seçimlerin yenilendiği Kasım 2015 arasında ülke kan ve gözyaşına boğulmuştu. Metropollerde birbiri ardı sıra kendilerini patlatan canlı bombalar, Kürt illerinde dehşet hâli, JÖH/ PÖH’lerin ortalığı sarması, yasaklı kentler, sokak ortasındaki cansız bedenler, ölüsü buzdolabında saklanan bebeler, yanan, yakılan, yıkılan hayatlar… “Teröre karşı mücadele”nin dizginlerinden boşanarak yurttaşlara karşı ölçü-sınır tanımaz bir teröre dönüşmesi… Metropollerde ise… Hani Nâzım diyor ya: “Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü…” Öyle…
Doğuda JÖH/ PÖH, batıda havuz medyasının estirdiği yılgı atmosferinin dilsizleştirdiği kamu vicdanının ilk kıpırtılarından biriydi binin üzerinde akademisyenin imzasıyla yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi. Kavrulan yüreklere bir nebze su serpti, kendi içine büzüşen vicdanlara bir taze soluk oldu.
Sen misin “Barış” diyen! İmzacı akademisyenlerin çoğunun işinden atıldığı, kampüslerde ve medyada tehditler, linç gösterileri arasında yaka paça karakollara götürüldüğü, pasaportlarına el konulduğu, sigortalı işlerde çalışmaktan men edilip açlığa mahkûm kılındığı, tek tip hükmü çoktan kesilmiş mahkemelerde yargı sürecinin süregittiği… günler geride kalmadı.
Ya da Kürt coğrafyası kan revan iken bir TV programına bağlanıp “Burada çocuklar ölüyor; bir şeyler yapalım, çocuklar ölmesin” dediği için işinden atılan, yargılanan, yeni doğmuş bebeğiyle hapse mahkûm edilen Ayşe Öğretmen… Sen misin “Barış” diyen!
Diyorum ya, savaş naralarının, katliamların makbul, barış özleminin ise “suç” sayıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Böylesi bir ülkede “barış talebi” gibi masum, insancıl bir istek, tekinsiz bir fiiliyata, “müesses nizama yönelik tehdit”e, “Beşinci kol faaliyeti”ne, ya da yeni yaftasıyla “terör örgütü propagandası”na tahvil olma riski yüksek bir edimdir devletlûlar için…
Hem savaşın kapitalizm-emperyalizm için vazgeçilmezliği, hem de dünyanın farklı bölgelerinden barış mücadelesi deneyimleri konusunda kısa ama özlü bir kaynak.
Dilerim çokça okunur…
Ve dilerim barış talebinin bu ülkedeki “makus talihi”nin kırılmasında bir katkısı olur!