Oyuncu Selçuk Yöntem demokrasinin, kadınlı ve erkekli sosyal hayatta en büyük paylaşım olduğunu belirtti. Sansürün ve baskının kabul edilebilir birşey olmadığını belirten Yöntem, "Sanatı biz bir tek kadın ya da bir tek erkek için yapmıyoruz. Biz insan için iş yapıyoruz. İnsanın insanla paylaşımını ortaya getirmeye çalışıyoruz. Demokrasi çok geniş bir kavramdır. Bir anda her şey değişebilir. Seçimler değiştirir, yaşamın cilveleri de değiştirebilir, kimse umudunu yitirmemeli dedi" dedi.
Cumhuriyet'ten Demet Yalçın'ın Selçuk Yöntem'le yaptığı röportajın tam metni şöyle:
Kim “Milyoner Olmak İster”le, Kenan Işık’ın koltuğunu emanet aldınız ve “Işık iyileşince koltuğu bırakırım” diyerek bu programda yerinizi aldınız. Bunu yapmaktaki asıl amacınız, bir nevi dostluğun değerlerine sahip çıkma konusunda, televizyon dünyasına ve topluma mesaj vermek olabilir mi?
İlk etapta Sevgili Kenan’ın rahatsızlığından dolayı çok güzel bir dayanışma oldu. Bütün sanatçılar sırayla yarışmayı sundular. Ben de o zaman başka bir yarışma programı sunuyordum ve ona rağmen ondan öncesinde de çok severek izlediğim iki üç programdan biriydi. Fakat bu süreç geçip herkes programı sunduktan sonra böyle bir teklif geldi. İlk önce biraz tuhaf oldum ve pek yapmak istemedim. Ancak teklif getirenlerin çok gerçekçi söylemleri oldu. Çünkü ben yapmazsam bir başkası yapacaktı. Kısmet meselesi bu. Görev bana düştü ve severek de yapıyorum. Ama sizin de söylediğiniz gibi, “Kenan iyile şir iyileşmez ben koltuğu ona bırakacağım” açıklamasını yaptım.
70’li yıllarda tiyatroya başladınız. Kendi kuşağınızın usta tiyatrocularından biri olarak, 80’li yıllarda dizi sektörüne geçişiniz nasıl oldu?
Esasında ben Ankara Devlet Konservatuvarı’ndayken 1978-79 yılları arasında “Atlı Karınca” diye bir dizide oynadım. O zamanlar TRT tek kanal, televizyon siyah-beyazdı. Ancak mesleğimizdeki idealizm bizi ekranlara bir süre ara vermeye itti. O zamanlar çok ciddiydi dünya. Çok daha saftı ve çok daha temizdi. İşte bu dönemde ara verdim ekrana ama ben ufak tefek diziler yapıyordum. Mesela yine 80’li yılların ortalarında “Ahmet’in Günlüğü” diye bir dizi vardı. Çok da bilimsel bir tavrı vardı bu dizinin. Bir psikolog vardı dizinin sonunda ve ailenin çocuklarıyla olan ilişkilerini inceliyordu. Sonra 90’lı yılların sonunda Türkiye’de çok sevilen biz dizi “Süper Baba” ki hâlâ yankıları sürüyor. Oradan bir teklif geldi benim İstanbul’daki serüvenimin ilk ayağı bu diziyle başladı.
Tanınırlık oyunculukta önemli değil
Tiyatrodan televizyon dizilerine geçen nice oyuncu yıllar sonra tanınıyor ya da maddi olarak rahata kavuşuyor. Elbette tanınırlık bir ölçüt değil. Ancak Türkiye’de tiyatrocuların değeri, ekranlarda tanınınca mı daha iyi biliniyor?
Tanınmak elbette önemli bir kavram değil benim için. Yapımcılar artık tiyatrocuların olmasını istiyorlar. Çünkü bir oyunculuk meselesi oldukça önemli. Tiyatro yapıyorsunuz ve seyircinin oranına göre tanınıyorsunuz. Dizi yapıyorsunuz ve bir yandan milyonlara ulaşıyorsunuz. Ancak burada amaç ilk önce mesleğimizi iyi yapmak olmalı. Elbette oyuncu arkadaşlarımızla kendi aramızdaki sohbetlerde “yıllarca şu kadar oyun oynadık. Bir dizi yaptık ve herkes bizi tanıdı. Oyunculuğumuzda bu yönde değerlendirilmeye başlandı” diyoruz. Tiyatroya giden insanlarda çok önemli seyirci, oradaki tanınmada çok önemli. Zaten orada tanındığımız için esasında bizi dizilerde oynatıyorlar.
Ana kanalların sanat örgüsü yok
Siz şiir seven, tiyatrocu, aydın ve entelektüel bir oyuncu olarak sanat programlarının az sayıda olduğu televizyonlarda kalitenin de düştüğünü düşünüyor musunuz?
Bizler televizyonda bir dizi furyası görüyoruz. Onun dışında sanat programlarının çok olduğu, bir senfoni orkestrasının konserlerinin olduğunu görmüyoruz. Hep ufak tefek olarak haber kanallarından geçiyor. Ana kanalların maalesef ki bir sanat örgüsü yok. Diziye ve öğlen programlarına dayalı bir akış var. Böyle bir ortamda kaliteyi tutturanlar da var ancak az sayıda. Bir daire içinde dönüyor sosyal yaşam. Ama siz ne sunarsanız karşıdan da onu görmeye razı olursunuz. Çember böyle oluşuyor.
Sanatı insan için yapıyoruz
Sadece televizyonlarda olmamakla birlikte, tiyatro, sinema, bale ya da sanatın birçok dalında bir dayatmacılık, bir baskıcılık atmosferi olduğunu düşünü yor musunuz?
Baskıları kabul etmek mümkün değil. Bu hayata nereden baktığınıza bağlı. Bir başkasıyla dans etmesinin yanlış bir tarafını göremiyorum, kendi hayat görüşümde. Kendi hayatımıza nasıl baktığımıza bağlı. Baskıyı kabul etmek mümkün değil. Demokrasi, kadınlı ve erkekli sosyal hayatta en büyük paylaşımdır. Bunun da değişik yerleri ve noktaları vardır. Yarışma programında bir kadınla bir erkeğin bir araya gelmesinin ne mahsuru olabilir. Bunu kabul etmek mümkün değil. Benim dünya görüşüme çok ters olan şeyler bunlar. Çünkü sanatı biz bir tek kadın ya da bir tek erkek için yapmıyoruz. Biz insan için iş yapıyoruz. İnsanın insanla paylaşımını ortaya getirmeye çalışıyoruz. Ne sansür ne baskı kabul edilebilir gibi değil. Hayatın her döneminde böyle durumlar olur. Olmuştur, olacaktır da ama yaşamın gerçekliğinde hep böyle devam etmesi mümkün değildir. Böyle gidecek demek değildir. Demokrasi çok geniş bir kavramdır. Bir anda her şey değişebilir. Seçimler değiştirir, yaşamın cilveleri de değiştirebilir. O yüzden hiçbir şey sonsuza kadar gitmez. Hayata umutla bakmak lazım. Umutsuz baktığımız zaman hiçbir şeyin değişemeyeceğini anlarız ama umutla baktığımız zaman her şeyin değişeceğine inanabiliriz. Onun için kimse umudunu yitirmemeli.
İnsan haklarına aykırı
Uzun zamandır tartışılagelen dizilerdeki süre sorunu konusunda nasıl sıkıntılar yaşıyorsunuz?
Elbette hepimiz yaşıyoruz. Yaptığın işi severek yapmaktan uzaklaşıyorsun ki bu çok olumsuz bir şey. Bu durumda severek yapmadığınız bir işten nasıl severek sonuç elde edebilirsiniz. Bir kere 17 ya da 18 saat çalışmak insanın doğasına aykırı. Bu kadar çok saat çalışmak insan haklarına aykırı bir olay. Bunun bir kere ivedilikle çözülmesi gerek. Sonra giderek insanlar ne olursa olsun ben bu güce sahip değilim. Birazdan yaşamak istiyorum noktasına gelecekler. Bu böyle devam edemez. Bir yerde bu deniz bitecek. Bizdeki pasta herhalde o kadar büyük ve keyifli ki bu giderek lüzumsuz bir hal almaya başladı. Ana bölüm yayınlanmadan önce özet yayınlıyor. O da gerçekten öbür bölüm gibi. Hal böyle olunca da bütün bir bölüm diziyle kapanıyor. Sorun ivedilikle çözülmeli.
Bu durum seyirciye nasıl yansıyor?
İzleyici de bundan mutlu değil. O sırada kanal değiştiriyor ama gerekli reaksiyonu da göstermiyor. Bunlar hep etki tepki meselesi. Ona göre değerlendirilmesi lazım. Giderek bu daha da aşağıya düşecek. Şu anda reyting zaten sıkıntılı bir pozisyonda ilerliyor. Çoğunluğun menfaatı zedelenmeye başladığı zaman herhalde bunların yok olacağını düşünüyorum. Ama insan tabii ki sevdiği bir kadro, sevdiği bir yönetmen,sevdiği bir projeyle bir araya geldiği zaman yine dayanamayıp çalışmayı kabul ediyor. Ancak nereye kadar. Hep böyle süreceğini zannetmiyorum. Bu sorunun ivedilikle çözülmesi gerekir. Dizilerin kalitesini de süre sorunu düşürüyor. Siz ne kadar 120 dakika boyunca kaliteli bir dizi yapabilirsiniz.
Her şeyi çok çabuk tüketiyoruz
Sizin oynadığınız Aşk-ı Memnu dizisi, bilindiği gibi Halid Ziya Uşaklıgil’in romanının uyarlaması. Bir romanın diziye uyarlanması sizce ne kadar doğru?
İyi değil tabii ki. İnternet her şeyi çok çabuk dejenere etti. Evet çok önemli bir buluş. Ancak giderek kendi içinde çok büyük bir deformasyona uğramış durumda. Elbette bilgiye çok çabuk ulaşabiliyorsunuz. Ancak ulaştığınız bilgiyi bir gün sonra unutuyorsunuz. Çünkü internette o bilgiyi özümseyebileceğiniz altyapısını elde edebilecek zamanınız yok. Ancak kitap okumakta bu böyle değil. Kitap okuduğunuz zaman neyin ne olduğunu baştan sona hayatın tüm etkenleriyle öğrenmeye başlıyorsunuz ve o beyninizde, yüreğinizde kalıcı olarak kalıyor. Kitap okumaktan, araştırmacılıktan ve belgeselci olmaktan vazgeçmiş durumdayız. Kolaycılığa kaçmış durumdayız. Herkes her şeyi çabuk elde edip çabuk tüketiyor. Bu hiç iyi bir şey değil. Sosyal medyayı çok rasyonel kullanmak gerekiyor. Bizler televizyona da mahkûm olmuş durumdayız. Dozajını kaçırıyor insanoğlu her şeyin. Böylelikle insanın ruhundaki yaratıcılık da gidiyor. Eskisi gibi güzel şarkılar üretemiyoruz, güzel ve kaliteli romanlar yazılmıyor. Yaşamın pırıltıları yok oluyor. Mutsuz ve güvensizlik oluyor. Bence insanoğlu bu olaydan da bıkacak. Her şeyin el emeği göz nuru olduğu zamanlara dönecek. Tiyatro hiçbir zaman değerini kaybetmeyecek. Bin bir meşakkatle çekilen bir sinema filmi değerini kaybetmeyecek.