Politika

Sapiens'in yazarı Prof. Yuval Noah Harari yazdı: Terör tiyatrosu

“Bir devlette siyasal şiddet ne kadar azsa, terör olaylarının halkın üzerindeki etkisi de o kadar büyük olur. Belçika’da öldürülen 30 kişi, Irak’taki yüzlerce ölümden daha çok ses getirir”

28 Mart 2016 17:00

Prof. Yuval Noah Harari*

Terör, büyük bir zücaciye dükkanını dağıtmaya niyetli bir sineğe benzer. Sinekler zayıftır, tek başlarına bir fincanı bile hareket ettiremezler. Bu yüzden kendilerine bir boğa bulur, kulağına girer ve vızıldamaya başlarlar. Boğa korku ve öfkeyle çıldırır ve dükkanı talan eder. El Kaide sineği de bu yöntemle, Amerika boğasının Orta Doğu dükkanına saldırmasını sağlamıştır.

Adından da anlaşılacağı üzere terör, maddi zarar vermekten çok korku salarak mevcut siyasi düzeni değiştirmeyi amaçlayan askeri bir stratejidir. Neredeyse her zaman, düşmanlarına maddi zarar veremeyecek kadar güçsüz taraflarca kullanılır. Her askeri müdahalenin korkutucu olduğu aşikardır. Ancak geleneksel savaşta korku, sadece maddi kayıpların yan ürünüdür ve zarar veren güçle doğru orantılıdır. Terörizmdeyse korku her şeyin temelidir; öyle ki teröristlerin gerçekte sahip olduğu güçle yaratmayı başardıkları korku arasında dağlar kadar fark vardır.

Siyasi bir düzene şiddet yoluyla karşı çıkmak pek de kolay değildir. 1 Haziran 1916’da, İngiliz ordusu 19 bin ölü ve 40 bin yaralı askerle tamamlamıştır Somme Muharebesi’nin ilk gününü. Kasım ayında savaş bittiğinde taraflar 300 bini ölü olmak üzere toplam bir milyondan fazla zayiat vermiştir. Tasavvur edilemez bu vahşet Avrupa’daki siyasi güç dengelerini pek de değiştirmemiştir. Bıçağın kemiğe dayanması için iki yıl boyunca milyonlarcasının daha zarar görmesi gerekecektir.

 

Somme taarruzuyla karşılaştırıldığında terörizm ehemmiyetsiz kalır. 22 Mart günü Brüksel’deki patlama otuz bir kişinin canını aldı. 2002 yılında, İsrail’e yönelik saldırıların zirvesinde, Filistinli terör saldırıları, otobüs ve restoranları birkaç günde bir hedef aldığında İsrail’de ölü sayısı dört yüz elli bire kadar yükselmişti. Aynı yıl trafik kazalarında hayatını kaybeden İsrailli sayısıysa beş yüz kırk ikiydi. 1988’de 103 numaralı PanAm uçuşuna Lockerbie üzerinde yapılan bombalı saldırı gibi çok az terör eylemi yüzlerce insanı öldürmeyi başarmıştır. 11 Eylül saldırıları üç bin insanın hayatını alarak yeni bir rekor belirledi diyebiliriz. Ancak o bile, geleneksel savaşın yanında bir hiçtir. 1945 yılından beri, Avrupa’da yapılmış terör eylemlerinde zarar görmüş milliyetçi, dindar, solcu ve sağcı grupların hepsindeki, tüm ölü ve yaralıları hesaba katsanız bile, üçüncü Aisne Muharebesi (250 bin kayıp) ya da Isonzo Muharebeleri (225 bin kayıp) sırasında gizli Dünya Savaşları’nda verilmiş kayıpların yanında devede kulak kalacaktır. Bugün, saldırılarda ölen her Avrupalıya karşılık en az binlerce insan obeziteden hayatını kaybediyor. Böyle bakınca McDonalds Avrupa için İŞİD’den daha büyük bir tehdit gibi görünüyor.

Peki teröristler ellerine ne geçeceğini düşünüyor? Düşmanları, terör saldırılarından sonra da aynı sayıda asker, tank ve donanmaya sahip olacaklar. Düşmanın iletişim ağı, yolları ve demir ağlarının büyük bir bölümü sağlam kalacak. Fabrikaları, limanları ve üslerinde toz bile kalkmamış olacak. Ne var ki terör, düşmanlarının fiziksel gücünü zedeleyemese de, korku ve karmaşa sonucu düşmanın gücünü yanlış kullanıp aşırı tepki vermesini umar. Teröristler düşmanın devasa gücüyle saldırması için onu ne zaman kızdırmaları gerektiğini hesaplar; böylece düşmanları onların yaratamayacağı kadar büyük bir askeri şiddet ve siyasi fırtınaya neden olabilecektir. Fırtınada olabileceklerse öngörülemez. Hatalar yapılır, zulüm baş gösterir, kamuoyu tereddütte kalır, tarafsızlar duruşlarını gözden geçirir ve güç dengeleri değişir. Terörün sonuçları öngörülemez, ama bulanık sularda avlanmak, siyaset denizi durgunken açılmaktan daha kolaydır.

Terör işte böyle, büyük bir zücaciye dükkanını dağıtmaya niyetli bir sineğe benzer. Sinekler zayıftır, tek başlarına bir fincan bile hareket ettiremez. Bu yüzden kendilerine bir boğa bulur, kulağına girer ve vızıldamaya başlarlar. Boğa korku ve öfkeyle çıldırır ve dükkanı talan eder. Geçtiğimiz on yılda Orta Doğu’nun başına gelen de bundan ibarettir. Radikal İslamcıların Saddam Hüseyin’i alt etmesi mümkün değildi. 11 Eylül saldırılarıyla ABD’yi kışkırttılar ki ABD onların yerine Orta Doğu dükkanını dağıtsın. Şimdi de enkazın içinden yeşeriyorlar.

 

Kartları yeniden dağıtmak

 

Terörizm bütün önemli kararları düşmana bıraktığından pek de cazip bir askeri yöntem değildir. Teröristler ciddi maddi zarara yol açamadığından, saldırıdan önce düşmanın sahip olduğu tüm seçenekler, içlerinden dilediğini seçebilmesi için, saldırıdan sonra da önüne serilmiş kullanıma hazırdır. Ordular genellikle ne pahasına olursa olsun diyerek hareket etmezler. Saldırdıklarında, düşmanı kızdıracak korkutucu bir oyun kurup kendilerine daha sert karşılık verilmesini istemezler. Aksine, ciddi maddi zararlar vererek düşmanın karşılık verme kabiliyetini azaltmayı amaçlarlar. Özellikle en tehlikeli silahlarını ve seçeneklerini ortadan kaldırmaya çalışırlar. 1941’in Aralık ayında, Pearl Harbor’daki ABD Pasifik filosuna beklenmedik bir ânda saldıran Japonya’nın yaptığı da buydu. Terörizm değildi. Savaştı. Japonya, ABD’nin nasıl karşılık vereceğini bilemezdi. Ancak ABD ne karar verirse versin, 1942 yılında Güney Doğu Asya’ya filolarını gönderemeyeceğinden artık emindi.

 

Elindeki silahlardan ya da seçeneklerden birini bile yok etmeden düşmanı kışkırtmak, başka hiçbir çıkar yol yokken kullanılan bir çaresizlik göstergesidir. Ciddi bir maddi zarar verme ihtimalini hiçbir taraf sadece terörizm için bir kenara koymaz. 1941 Aralık’ında Japonlar sivil bir yolcu gemisi vurup, Pearl Harbor’daki Pasifik filosuna hiç dokunmadan bıraksaydı, bu tek kelimeyle delilik olurdu.

Ne var ki teröristlerin pek de seçeneği yoktur. O kadar zayıftırlar ki bir filo batırmaları ya da bir orduyu ortadan kaldırmaları mümkün değildir. Savaş başlatamazlar. Onun yerine düşmanlarının aşırı tepki vermesini umarak bir tiyatro sahnesi kurmayı seçerler. Teröristler generaller gibi düşünmez, tiyatro yapımcıları gibi davranır. 11 Eylül’ün toplumsal hafızadaki yeri o kadar belirgindir ki herkes bir çırpıda ne olduğunu söyleyebilir. İnsanlara 11 Eylül’ü sorduğunuzda, muhtemelen El Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini yıktığını söyleyeceklerdir. Ancak o gün kuleler dışında, özellikle Pentagon’a başarıyla düzenlenmiş iki farklı saldırı daha yapılmıştır. Peki insanlar bunu neden hatırlamazlar?

Eğer 11 Eylül geleneksel bir askeri saldırı olsaydı, en çok Pentagon dikkat çekmeliydi. El Kaide, düşmanın merkez üssünü yok etmekle kalmadı, bu saldırıyla üst seviye kuvvet komutanları ve analizcileri de yaralayıp öldürdü. Peki toplumsal hafıza, neden iki sivil binadaki borsacıların, muhasebecilerin, katiplerin ölümüne daha çok önem veriyor?

Çünkü Pentagon göreceli olarak düz ve sıradan bir binayken, Dünya Ticaret Merkezi çöküşüyle inanılmaz bir görsel ve işitsel etki bırakan uzun, kocaman fallik bir totemdi. Görenlerin aklından silinemeyecek görüntülerdi. Terörizmin bir tiyatro olduğunu içten içe bildiğimiz hâlde, maddi zararlarından çok duygusal etkileriyle değerlendiririz. Geriye dönüp tekrar değerlendirildiğinde, Usame bin Ladin o uçağın Pentagon yerine muhtemelen Özgürlük Anıtı gibi daha güzel bir manzaraya çarpmasını tercih ederdi. Evet, daha az insan ölür ve hiçbir askeri kaynak zarar görmezdi ama çok daha etkileyici bir sahne olacağı kesindi.

Teröristler kadar, ona karşı savaşanlar da, generaller gibi değil tiyatro yapımcıları gibi hareket etmelidir. Her şey bir yana, eğer terörizmle etkin bir şekilde savaşmak istiyorsak terörizmin yaptığı hiçbir şeyin bizi yenemeyeceğini fark etmemiz gereklidir. Teröristlerin kışkırtmalarıyla yanlış yönde aşırı hareket ederek kendimize sadece biz zarar verebiliriz.

Terör, hiçbir askeri güce sahip değilken imkansız bir amaç belirleyerek siyasi güç dengelerini değiştirmeye çalışır. Amaçlarına ulaşmak için, devlete altından kalkılması imkansız bir şekilde meydan okur ve tüm vatandaşlarını her an, her yerde siyasal şiddetten koruyabileceğini kanıtlamasını ister. Devlet bu imkansız görevi yerine getirmeye çalışırken de siyaset kartlarının yeniden dağıtılmasını ve ellerine görülmemiş bir as gelmesini umarlar.

Bu meydan okumaya karşılık verdiğinde, devletin genellikle terörü ezmeyi başardığı doğrudur. Geçtiğimiz yıllar boyunca yüzlerce farklı terör örgütü, birçok farklı devlette yok edildi. 2002-2004 yılları arasında İsrail, en acımasız terör örgütlenmelerinin bile sert güçle bastırılabileceğini kanıtladı. Teröristler böylesi karşılaşmalarda şanslarının düşük olduğunu çok iyi bilirler. Ancak zayıf ve askeri güçten zaten yoksun oldukları için, kaybedecekleri ya da kazanacakları çok bir şey yoktur. Terör karşıtı çalışmalar sonucu ortaya çıkan siyasi fırtına kırk yılda bir onlara da yaradığı için de, bu kumarı oynamaya devam ediyorlar. Terör bir nevi eli kötü geldiği için, rakiplerini kartları yeniden dağıtmaya ikna etmeye çalışan kumarbaz gibidir. Hiçbir şey kaybetmez ama her şeyi kazanma ihtimali vardır.

 

Boş şişedeki madeni para

 

Bir devlet kartları yeniden dağıtmayı neden kabul eder? Terörün yarattığı maddi zararlar görmezden gelinebilecek kadar küçükse, devletin hiçbir şey yapmaması ya da kamera ve mikrofonlar yerleştirmekten çok daha katı yaptırımlar uygulaması gerekir. Öyle ki, devletler bazen aynen bunu yapar. Zaman zaman öfkelerini kontrol edemeyip halkın gözü önünde ve şiddetle çok sert tepkiler vererek teröristlerin elini oynarlar. Peki devletler, teröristlerin kışkırtmaları karşısında neden bu kadar hassastır?

Modern devletin meşruiyeti, siyasal şiddetten arındırılmış bir kamusal alan vaadine dayandığından, devletler bu tip kışkırtmalara karşı koymakta zorlanırlar. Bir rejim, meşruiyetini aksini yapmaya söz vererek kazanmamışsa, korkunç felaketleri atlatabilir, hatta onları görmezden gelebilir. Bir taraftan, bir rejim meşruiyetini sarsacak küçücük bir olayla sarsılabilip yıkılabilir de. 14. Yüzyıl boyunca Kara Veba, Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını öldürürken hiçbir kral tahtını kaybetmemişti; üstelik vebayı bitirmek için bir çaba da göstermemişlerdi. O dönem kimse salgınları durdurmanın kralların işi olduğunu düşünmüyordu. Diğer taraftan, yöneticiler dini sapkınlıkların krallıklarında yayılmasına ve tahtlarını, hatta kellerini kaybetmelerine neden olmasına izin verdiler.

Bugün, bir hükümet aile içi ve cinsel şiddete göz yumabilir, çünkü bunlar meşruiyetini riske etmemektedir. Fransa’da, her yıl yetkili makamlara bildirilen binden fazla tecavüz vakasının yanında binlerce raporlanmamış vaka gerçekleşiyor. Ancak tecavüzcüler ve tacizci eşler, devletin varlığına bir tehdit olarak görülmüyor; çünkü tarihsel olarak devlet cinsel şiddeti durdurma vaadiyle kurulmadı. Diğer yandan geçtiğimiz birkaç yüzyılda modern Batı devlet anlayışı, sınırları içinde sıfır siyasal şiddet yaklaşımıyla kendini adım adım inşa ettiğinden, göreceli olarak çok daha nadir terörizm vakaları devlete karşı ölümcül birer tehdit olarak algılanıyor.

Ortaçağ’da kamusal alan siyasal şiddetle doluydu. Öyle ki, şiddet siyaset arenasına girebilmek için açık biletti; böylesi bir güçten mahrum olanların siyasi alanda sesi duyulmuyordu. Sadece birçok asil aile silahlı güçler oluşturmuyor, şehirler, loncalar, kiliseler ve manastırlar da kendi savunmalarını sağlıyordu. Bir başrahip vefat ettiğinde yerine geçecekler arasında huzursuzluk çıkar, keşişler, törenin ileri gelenleri ve endişeli komşular arasında ayrışmalar olur, sorun çoğu zaman silahlı birliklerle çözülürdü.

Terörizmin böylesi bir dünyada yeri yoktu. Hatırı sayılır derecede zarar veremeyecek kadar güçlü olmayan kimsenin esamesi okunmazdı. 1150 yılında birkaç Müslüman fanatik, Kudüs’te bir avuç sivili öldürüp, Haçlıların Kutsal Toprakları terk etmelerini istese terörden çok alay konusu olurlardı. Ciddiye alınmak istediğinizde, en azından birkaç korunaklı birkaç kaleyi ele geçirmek şarttı. Terörizm Ortaçağ’daki atalarımızı rahatsız etmiyordu, başlarında çok daha büyük dertler vardı.

Modern çağda, merkezi devletler zamanla sınırları içindeki siyasal şiddeti dindirdi ve geçtiğimiz birkaç on yıl içinde Batı ülkeleri bu şiddeti neredeyse sıfıra indirmeyi başardı. Belçika, Fransa ya da ABD vatandaşları şehirlerin, şirketlerin, kurumların, hatta hükümetin bile yönetimini ele geçirmek için hiçbir kaba kuvvete başvurmadan mücadele edebilir. Milyarlarca Euro, yüzbinlerce asker ve yüzlerce gemi, uçak ve nükleer başlık bir grup siyasetçinin elinden diğerine tek bir kurşun atılmadan geçebilir. İnsanlar bu duruma hızla alışıp, doğal hakları olduğunu düşündüler. Sonuç olarak, birkaç düzine insanın hayatını alan tek tük siyasal şiddet olayları bile devletin meşruiyetine ve bekasına ölümcül bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Boş şişeye atılan bozukluk çok ses çıkarır.

İşte terör tiyatrosunu bu kadar başarılı yapan da budur. Devlet, siyasal şiddetin olmadığı dev bir boşluk yarattı. Bu boşlukta, küçük bir saldırı bile yankılanarak bir ordu etkisi yaratıyor. Bir devlette siyasal şiddet ne kadar azsa, terör olaylarının halkın üzerindeki etkisi de o kadar büyük olur. Belçika’da otuz kişiyi öldürmek, Nijerya ya da Irak’taki yüzlerce insanın ölümünden daha çok ses getirir. Çelişkili olarak, başarılı modern devletler, terörizm karşısında daha hassas ve kırılgan hâle gelirler. Bir ortaçağ krallığında fark edilmeyecek terör eylemleri, modern devletleri köklerine kadar sarsabilir.

Devlet, sınırlar içinde siyasal şiddete taviz vermeyeceğini o kadar çok tekrar etti ki, bir terör eylemini kabul edilemez görmekten başka seçenek kalmadı. Vatandaşlar, kendi paylarına, siyasal şiddetin olmadığı bir ortama o kadar alıştılar ki, terör tiyatrosu onlardaki ilkel anarşi korkusunu körükleyerek sosyal düzenin bir anda çökeceği hissini yaratıyor. Yüzlere yıl süren kanlı mücadelelerden sonra, şiddetin kara deliğinden çıktık, ancak deliğin hâlâ orada bizi yutmak için hazır beklediğini düşünüyoruz. Birkaç dehşet verici acımasızlık karşısında, deliğe düştüğümüzü sanıyoruz.

Devlet, bu korkuları dindirmek için, terör tiyatrosuna kendi güvenlik tiyatrosuyla karşılık vermek durumunda kalıyor. Terörizme en etkin yanıt, iyi bir istihbarat ve terörizmi destekleyen finansal ağlara el altından alınacak tedbirler olacaktır. Ancak vatandaşlar bunu televizyonda izleyemez. Vatandaşlar, Dünya Ticaret Örgütü’nün dramatik çöküşünü izlemiştir. Devlet, daha fazla alev ve dumanla çok daha iyi bir sahneyle karşılık vermek mecburiyetini duyar. Bu yüzden sessiz ve etkin hareket etmek yerine, sıklıkla teröristlerin rüyalarını gerçekleştirerek dev bir fırtına başlatır.

 

O zaman devlet terörle nasıl mücadele etmeli? Başarılı bir terör karşıtı mücadele üç cephede verilmelidir. Devletler terör ağlarına yönelik gizli çalışmalara odaklanmalıdır. İkinci olarak, medya durumlara bütünlüklü bakmalı ve paniğe mahal vermemelidir. Terör tiyatrosu kamunun önünde reklam olmadan başarılı olamaz. Ne var ki, medya sıklıkla bu reklamı onlar için bedavaya yapar. Terör saldırılarını tekrar tekrar yayınlar ve tehlikeyi arttırır; çünkü terörizmden bahseden bir gazete, küresel ısınma haberlerinden çok daha fazla satacaktır.

Üçüncü cephe her birimizin tasavvur gücüdür. Terörizm bunu esir alır ve bize karşı kullanır. Terör eylemlerini tekrar tekrar aklımızdaki sahnede oynatırız; 11 Eylül’ü ya da Brüksel patlamalarını hatırlarız. Teröristler yüz kişiyi öldürerek, yüz milyon kişinin her taşın altından bir terörist çıkacağını hayal etmesini sağlar. Teröristlerin yarattığı bu hayalden kendini kurtarmak ve kendine bu tehdidin gerçek boyutlarını hatırlatmak her vatandaşın görevidir. Medyayı teröre odaklanmaya ve hükümeti aşırı tepki vermeye iten içimizdeki terördür.

 

Nükleerleşen terörizm

 

Peki nükleer terörizm ya da biyo-terörizm nedir? Kıyamet peygamberleri haklıysa ve terörist örgütler kitle imha silahları edinip geleneksel savaşlara eşdeğer maddi zarar vermeyi başarırlarsa ne olur? Eğer ki iş o noktaya gelirse, bildiğimiz anlamdaki devlet tarih olacaktır. Ancak bildiğimiz anlamdaki terörizm de, tıpkı ev sahibi organizmayla ölen bir parazit gibi yok olacaktır.

Bir avuç fanatiği temsil eden minicik örgütler, şehirleri yok edip milyonları öldürmeyi başarırsa, siyasal şiddetten arındırılacak bir kamusal alan kalmayacaktır. Siyaset ve toplum radikal değişimler geçirecektir. Böyle bir düzendeki siyasi mücadelelerin nasıl olacağını öngörmek mümkün değil, ancak 21. yüzyıldaki terör ve terör karşıtı çekişmelerden çok farklı olacağı kesin. Eğer 2050 yılında dünya nükleer ve biyo-terör tehdidi altında olursa, kurbanlar bugünün Batı dünyasına dönerek, hafif hayretle karışık bir özlemle, insanlar nasıl bu kadar güvenli hayatlar yaşarken böylesine tehdit altında hissetmiş diye soracaklar.


* Hayvanlardan Tanrılara Sapiens / İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” kitabının yazarı Prof. Yuval Noah Harari, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde ders vermektedir. Harari’nin geçen yıl ilk hali Guardian’da yayımlanan ve Brüksel’deki terör saldırıları ardından güncellediği “Terör tiyatrosu” başlıklı yazısı yazarın Türkiye’deki yayıncısı Kolektif Kitap'ın izniyle T24’te yayımlanmıştır.