Hande Çayır*
Seçimin üzerinden epey zaman geçti. Az sonra anlatacaklarım benim/bizim için hâlâ önemli. Bu aşağıda yaşananları çoğaltabilirsek anlam buluyorum. Seçimden sonra, arkadaşlarıma anlattığımda, biri dedi ki:
-Boşver sen kendi hayatına bak. Bir şey olduğu yok. Ben bir daha sandık görevlisi falan olmayacağım.
Bu sözün üzerine ben de inat edip yazmaya, yani kabuğuma çekilmemeye karar verdim. Yazmak etki eden bir eylem. Hem belki, okuyanlardan biri kaybettiği umuda dair bir şey görür.
Peggy Lee Fever eşliğinde sandık görevlisi olduğum günü yazacağım. Word satır aralarını açmıyor ve bu programda bunu ayarlamak şu an çok zor. Buldum! Yarım saat gitti. Zaman...
O gün, 6.00’da kalktım. 6.30’da görevli olduğum okuldaydım. İlk defa böyle bir iş yapacaktım. Bir gün önce toplanıldı. Hazırlık yapıldı. Ben Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu’nu izlemeyi tercih edip gitmedim. Sudan çıkmış balığa döneceğim aşikâr göründü. Herkes birbirini tanıyor gibiydi. Oy kullananlar, kullanmayanlar... Ehliyetle oy kullananlar olduğunda, kimlik numarası yazıp yazmadığını göremediğim için -bulunduğum yerden- niyeyse endişelendim. Endişelenilecek bir şey yokmuş. Onu da sonra anladım.
Görevlilerden bir kişi eksikti. Islak imzalı tutanak alabilmek için sandık görevlisi olmak gerekiyormuş. Yani, o zaman problemsiz alabilirmişim. Görev bilinci fazlasıyla var bende. Ama şunu da sorgulamadan edemiyorum. Asker olsam, çek tetiği deseler, “görev bilinci, benimle ilgisi yok” (!) deyip çeker miyim acaba? Sandık başkanı “Hande Hanım, telefonunuzla oynamayın, kötü örnek oluyorsunuz oy kullananlara” dedi. Eskiden olsa oturup ağlardım. Öyle olmadı. Çıktım ve dışarda konuşup geri geldim.
Sonra, öğretmenmiş sandık başkanı, onu duydum. Duymamak mümkün değil. Burun burunayız. Ama bir yandan da sanki duymamış gibi yapılır bazen öyle ortamlarda. Öğrencilerden ve otoriter olmaktan bahsedildi. Ben de “bu mizaçla** ilişki kurmanın –otoriter olmadan- mümkün olduğundan...” bahsedip kalp çarpıntılarım arasında bir şeyler geveledim. Geveledim diyerek de kendimi yine minicik yaptım.
İçimden, “düşüncelerini söyle Hande” motivasyonu yapmaya çalışıyordum. Ne olacaksa olsun... Güzel oldu. “Öyle diyorsunuz ama böyle böyle de durumlar var...” Konuşmaya başladık. Sonra ben sandık görevliliğine terfi ettim. Karşıda oturuyordum. Şimdi yan yanaydık. Önce and içtim. Tuhaftı. Ya and içerken yalan söyleyenler? Bu bir gelenek, bir tür ritüel herhalde...
Yanımda bir adam ve bir kadın daha vardı. İcra memuruymuş adam. Toplam dört kişiydik. Bir de kapıdaki bıçkın abi, eder beş. (Umarım kendisine abi denmesinden hoşlanıyordur.) O CHP’denmiş. Bundan da emin olamam herhalde. Hoş olsam ne olacak?
Oy kullanmaya gelenlerin telefonlarını bırakmalarını rica etmek bir ara benim işim oldu. Gelenlerden biri bağırdı: “N’apacan, çorabıma sokup girsem -o telefonu- n’apacan?”
Sonra ben oy kullanılan kırmızı perdeli kare kutunun, çizgi film karesine dönüştüğünü gördüm. İçine sırayla birileri giriyor ve değişik sesler çıkıyordu. Şimşek bile çaktı. Havada zikzak çizgiler belirdi. Kutu sallandı. Bum tıs hop abra kadabra.
Annesiyle içeri girmek isteyen adama engel olduğumuzda “o benim anam, anam” diye bağırdı. Yanıma bir teyze oturdu. Kolu alçılı. İmza attım alçısına. Beni pek bir sevdi ve çat diye sordu:
-Kız mısın?
-Nasıl yani?
-Sana diyom, kız mısın? Torunuma alayım seni.
Ara ara boş zamanlarımız oldu. Malum oy kullananların sayısı az. Nasıl olduysa yanımdaki türbanlı kadının ayağındaki mantarı konuşmaya başladık. Ben de küçük ayak parmağımı gösterdim. Yanımızdaki adamın da ayakkabılarını çıkarıp her bir parmağa ayrı ayrı geçirilmiş çoraplarını, yani ayak parmaklarını kıpırdatmasıyla ortam iyice şenlendi. O çoraplar mantarı engelliyormuş. Parmak araları terlemiyormuş böylece.
Türbanlı arkadaşım hikâyesini anlattı. “Herkese anlatmam, sen iyisin” dedi. İş bulamıyormuş türbandan dolayı. Derin bir nefes alıp dışarı çıktım. Bir sigara içtim. Sanki ne oluyorsa derin nefes alıp sigara yakınca? Geri döndüm. Yanına oturdum. Püskürerek ağlamaya başladım: “Çok üzüldüm, bana da oluyor, arkadaşlarıma da oluyor, neden böyle oluyor...” Sarıldık uzun uzun. Başka bir şey demiyeyim şimdi.
“Sanat dünyası” konuşmaları başladı. “Uyuşturucuya hep bulaşmak zorundalar mı” dedi türbanlı arkadaşım. Yanımdaki adamla ben, antidepresanların yasal uyuşturucu olduğundan, Amsterdam’da mesela bunun suç olmamasından, hatta bu iş için açılmış coffee shop’ların varlığından bahsettik.
Acıkınca piknik yaptık. Herkes sıranın üstüne yanındaki simit, poğaça, sandviçten parçalar koydu. Gelenlere de ikram ettik. Bir kişiye bile kızmadık, ama gelenler zaman zaman bize, belki de devlete- bağırdı. (Vay canına “biz” demişim, karşıda oturmaya devam etseydim belki de “onlar” diyecektim. Bu da, bu kadar ince bir ipin üzerinde yürüyen cambaz meselesi işte...)
Oy kullanma vakti bitince sayım yapılacakken odaya MHP’den bir, AKP’den bir, HDP’den de iki kişi geldi. Üstümde kolu, bacağı açık denecek cinsten bir elbise vardı. Süzdüler. Sonra onlarla da konuştuk. AKP’den gelen arkadaş dedi ki:
“Bizim amcaoğlu var, o CHP’den; karısına baskı yapıyor, CHP’ye atmazsan oyunu döverim diyor, böyle şey olur mu sizce” dedi. Ben de, bunun, partilerle olan ilişkisinden ziyade, fiziksel yapısından dolayı -belki- daha kuvvetli bir zatın baskısı olarak değerlendirdiğimi paylaştım. Aynı kişi muhtemelen çorbanın tuzu az ya da çok diyerek kadının kafasını tencereye de sokabilir mesela.
Ciddiyetle saydık oyları. Birçok gözün orada olması hoşuma gitti. Çok seslilik keşke böyle olsa. Bu, olsa olsa gelişim getirir. Muhalefetin sağlam eleştirisine, sesine çok ihtiyaç var -ki ilerleme olsun- duyan olursa tabii.
Çok yoruldum o gün. 20:00 gibi eve döndüm. Yolda çiğköfteci ile karşılaştım. Bir porsiyonu tek başıma yememe şaşırdı. İki de ayran içmiş olmalıyım.
Nihayet evde yataktaydım. Facebook, Twitter yıkılılyor yıkılıyordu. Kendi kendime, yalnızken pek gülmem. Topluluk içinde bile ancak gülümseyebiliyorum. Ne olduysa, okuyup okuyup kahkahalar attım o mesajlara. Tatilcilere mobbing, Erdoğan’a övgüler, Demirtaş’a inanç, kaos...
Sandık ekibi olarak görüşmek için telefonlarımızı verdik birbirimize. Henüz buluşmadık. Bir de öğrendim ki sandık görevlisi olunca para alınıyormuş. Öğretmeni, memuru, işsizi... O parayı alabilmek için gelenlerin sayısı az değil. 60 TL civarındaymış rakam. Fakir olmak belki de Türkiye’deki en en en “...” durum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Teftişe gelmiş gibi bir histi önce, sonra işte arkadaş olduk. Oldukça farklı insanlardık, bir o kadar da aynı. Seçim günü, o küçük odacıkta yaptığımız minik seçimler (tatlı sohbet, nazik cümleler, kalbini açmak vb.) başka bir aura yarattı.
“Yeni Türkiye” için dileğim şu... Burnumuzun ucundakilerle iletişimde olamıyorsak bırakalım kitleleri. Her insan 200-500 kişi tanıyorsa ya da her gün temas ettiklerimiz... O kişileri düşünün. Taksi şöforü, amcaoğlu, icra memuru, fırıncı, kasiyer, patron, eş, baba, kardeş, öğrenci... Her birini tek tek düşünün. Mümkünse sevgiyle... En çok çatışma yaşadıklarımızı hatta... Hepimizin bir gün öleceğini hatırlayıp... O türden bir iletişim kursak? Ben, görmek istediğim değişim olmaya*** gayret ediyorum. Bu çok sade ama oldukça zor bir şey! Bu örnekte görmek istediğim değişim, ses çıkaran bir Hande’ydi. Bu yüzden kalktım gittim. İzledim. Çalıştım. Yoruldum. Hem fiziksel hem psikolojik yorgunluk... Sonra arkadaşlarıma anlattım. Şimdi buraya yazdım. Hatalar yapsam bile bu Hande’den memnunum. Eylem halindeki bireyler olarak biz... Etkileşim oluyor. Bir de, işte, komşumuz açken tok yatmazsak belki bir şeyler değişir. Bir yandan da bir sürü çıplak ve ölü insan bedeni taşıyan vinçlerin olduğu belgesellerden de izlemedim değil! ****
___________________________________________________
* Bu yazı kaosgl.org'dan alınmıştır.
** Bu mizaç: ürkek güvercin hallerim...
*** Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun. Mahatma Gandhi
**** Soykırım belgeselleri bunlar. “Erdoğan bizden sabun yapacakmış” diye konuşan arkadaşlarımdan ister istemez etkileniyorum.