Şahin Alpay*
Zekasına, aklına, mantığına, muhakeme gücüne, bilgisine, hem Batı, hem de İslam kültürü ve felsefesine derin vukufuna ve insan olarak karakterine güvendiğim dostlarımın başta geleni Ahmet Arslan’dır. Bütün öteki yakın dostlarımla çeşitli ortamlarda uzun yılları paylaştım. Ahmet Arslan ile hayat hikayelerimizde ortak olan yegane şey ise aynı yıl, 1944 yılında doğmuş oluşumuz. Onun Ankara Üniversitesi DTCF’de, benim SBF’de okuduğumuz 1960’lara gelinceye kadar, bu ülke içinde belki ancak o denli farklı olabilecek ortamlarda büyüdük. O Urfa’nın o zamanki yegane lisesinden, ben İstanbul’da Robert Lisesi’nden mezunum. İlk kez 1980’lerin ortalarında, İstanbul’da tanıştık. Aradan geçen bunca yıl içinde ancak sayılı defalar bir araya gelip sohbet etme fırsatı bulduk. Yıllar içinde yazdıklarımız ve söylediklerimiz bizi birbirimize yakınlaştırdı. Bizi buluşturan, evrensel uygarlığın temelinde yatan değerlere, liberal siyaset ve ahlak felsefesine bağlılık oldu. Dostluğunu kazanmış olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.
Ahmet Arslan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünden mezun olduktan sonra aynı fakültede, İslam felsefesi alanında doktora yaptı, 1978’de doçent oldu. 1979'da Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde (o zamanki adı Sosyal Bilimler Fakültesi) Felsefe Bölümü’nü kurdu. 1988’de profesör; 2011’de yaş haddinden emekli oldu. Batı ve İslam felsefesi üzerine birçok eser verdi. Bunların başlıcaları: “İslam Felsefesi Üzerine” (1999), “İslam, Demokrasi ve Türkiye” (1999), “İbn Haldun” (2002), “Felsefeye Giriş” (2005), “İlkçağ Felsefe Tarihi” (5 cilt, 1995 – 2010). Ayrıca çeşitli Batı dillerinden ve Arapça’dan yaptığı çok sayıda çevirileri var. Çeşitli baskıları yapılan bu çalışmaları sayesinde, kendi ifadesiyle, “Türkiye’de felsefeden para kazanan tek kişi…” oldu. Bizim kuşakta Türkiye’de felsefe eğitimine en büyük katkıyı yapan da muhakkak ki odur.
Arslan’ın yeni kitabı “Bir Ömür Düşünmek” hayatının ve felsefesinin kendi ağzından anlatımını içeriyor. Kitabı okurken beni düşündüren konuların başında, içinde doğup büyüdüğü ortam ile sonradan kazandığı nitelikler arasındaki çarpıcı kontrast oldu. Urfa’da dar gelirli, az eğitimli, oldukça dindar bir ailede, “efsane ile gerçeğin birbirine karıştığı” (s. 42), modern – öncesi, değişmeye direnen (s. 65) bir ortamda yetişti. Okumaya devam etmesini anne veya babası değil, olağandışı zekasını ve yeteneklerini keşfeden öğretmenleri teşvik etti. Üniversiteyi, o sıra yeni kurulan Kredi ve Yurtlar Müdürlüğü’nün sağladığı ve bir baba dostunun kefil olması sayesinde aldığı krediyle okudu. “Benim Cumhuriyet ile bir problemim yok…” (s. 213) demesinde, belki Cumhuriyet Türkiyesi’nin, hele çok – partili düzene geçişten sonra sağladığı sosyal mobiliteye duyduğu saygının rolü olabilir.
Arslan’ın bu kitabında, düşünce tarihindeki kaynaklarıyla temellendirerek ve hayranlık veren bir muhakeme gücüyle savunduğu görüşlerin büyük çoğunluğunu tam olarak paylaşıyorum. Tam olarak paylaştığım, çok ikna edici bir şekilde savunulduğunu düşündüğüm için altını çizmek gereğini duyduğum görüşlerin başında şunları sayabilirim: Özgürlüğün öznesinin ne ümmet, ne millet, ne de sınıf; tek tek bireyler, insanlar olduğu. (s. 371) “Adaleti adaletten daha değerli olduğu düşünülen bir şey uğruna… din mezhep, vatan, ülke, ülkenin bütünlüğü gibi şeyler uğruna kötüye kullanmakdan daha büyük bir yolsuzluk, ahlaksızlık” olmadığı. ( 382) “Din, ahlak, sanat bilim, felsefe, siyasetin hepsinin birbirinden apayrı şeyler olduğu” ve bunların hiç birinin diğerinin yerine konamayacağı. (s. 192, 275, 317, 370) İnsanoğlunun ihtiyaçlarının “beslenmek, barınmak ve üremekten ibaret olmayıp… bilim, sanat, edebiyat, din gibi üst, ruhsal ihtiyaçları da olduğu. (s. 395 – 396). Nerede toplum varsa, orada dinin de var olduğu. (s. 313) Dinlerin bir kısmı zamanla başka kurumlarca devralınmış olsa da, şimdiye kadar hiçbir şeyin o denli başarılı bir biçimde karşılayamadığı bazı en temel, en hayati işlevleri olduğu. (s. 307) İnancın, zora, zorlamaya gelen bir yanı olmadığı. Dinlerin de evrim geçirdiği; dini inançlar biçim değiştirse de toplumdaki miktarının değişmediği. (s 311 – 312) Faydalı ve değerli bulmanın dinlere inanmayı hiçbir şekilde gerektirmediği. (s. 308)
Arslan’ın bu kitaba yansıdığı şekliyle ancak kısmen katıldığım ya da katılmadığım görüşleri de var. Bu yazıda bunlar üzerinde durmanın daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Bireyin hak ve özgürlükleri, insan hakları, eleştirel akıl, açık toplum fikriyatı üzerine kurulu olan çağdaş, evrensel uygarlığın temellerini Batı kültüründen aldığı konusunda Arslan’la hemfikirim. Ne var ki, çağdaş evrensel uygarlığın reddettiği, bunun zıddını temsil eden bütün fikir ve siyasetlerin, dini ve din – karşıtı dogmatizm ve fanatizmin, akıl-dışılığın, ırkçılığın, milliyetçiliğin, sömürgeciliğin, emperyalizmin, faşizmin, Nazizmin ve komünizmin kökenleri de Batı’da ve Batı’da hala belirli ölçülerde canlılığını korumakta.
Öte yandan eğer, evrensel değerlere dayalı bir çağdaş uygarlık varsa, bu uygarlığı (Hint asıllı Amerikalı iktisatçı Amartya Sen’in “Identity and Violence / Kimlik ve Şiddet” adlı kitabında savunduğu anlamda) dünyanın bütün kültürlerinden beslenen bir ırmak olarak gören anlayışın geçerli olduğuna inanıyorum. Aksi takdirde çağdaş uygarlık, Huntington’un iddia ettiği gibi, Batı Hıristiyanlığı’nın hakim olduğu dünyayla sınırlı kalmaya mahkumdur. Benim anlayışıma göre, bugün dünyada temel çatışma (Huntington’un iddia ettiğinin aksine) din temelli uygarlıklar arasında değil, bütün kültürler içinde çağdaş uygarlığı savunanlarla, buna karşı çıkanlar arasında cereyan etmekte.
Arslan’ın “oryantalizm” eleştirisine (s. 351) kısmen katılıyorum: Doğu kültürlerini anlamamıza en büyük katkıyı eleştirel - rasyonel bakış açısına sahip Batılı bilim adamlarının yaptıkları konusunda kendisiyle hemfikirim. Ancak, ondan farklı olarak Edward Said’in “Oryantalizm” eleştirisinde önemli bir yan buluyorum. Max Weber’den başlayıp Samuel Huntington’a kadar uzanan, Doğu kültürlerinin “özleri” itibarıyla sosyo – ekonomik ve siyasal modernleşmeyle bağdaşmaz olduğu yönündeki düşünce damarının, Batı’yı Doğu’ya üstün gören sömürgeci – emperyalist bakış açısını yansıttığı gibi, Hindistan’ın demokrasi, Çin’in kalkınma, Japonya’nın hem demokrasi hem kalkınma, Türkiye’nin kesintilere rağmen kaydedilen ekonomik ve siyasal modernleşmesine ve diğer örneklere bakıldığında Oryantalist bakış açısının giderek golaballeşen dünyanın değişen gerçekleriyle bağdaşmadığı da ortada.
Arslan “İslam yapısı gereği demokrasiye uygun değildir!” diyor ve bu görüşünü “İslam’ın çağdaşlıkla, çağdaş dünyanın kurum ve kavramlarıyla, değer ve uygulamalarıyla” sorunları olmasıyla temellendiriyor. (s. 376) Müslüman çoğunluklu toplumların bugüne kadar liberal demokratik rejimler kuramamış olmalarının nedeni İslam dini midir? Bu konuda ben de, Ahmet Arslan’ın siyaset bilimci kızı, meslektaşım Senem Arslan gibi düşünüyorum. (s. 213) Ben de bu sorunun cevabının yaygın kültürel değerlerden ziyade siyasal ve kurumsal yapılarda aranması gerektiğini düşünüyorum. Kültürün rejim açısından belirleyici olduğu tezini ikna edici bulmuyorum. Şöyle ki: Aynı dini ve milli kültüre sahip olan Almanya ve Kore, 2. Dünya Savaşı sonunda, dış müdahaleler sonucu ikiye bölünüp birbirinin zıddı olan iki rejim altında kaldı. ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığının ırkçı eğilimler sergileyen Donald Trump ve Ted Cruz arasında geçiyor olması, kimi demokrasiyi yerleştirdiğine inanılan AB üyesi ülkelerde ırkçı partilerin yükselişi, kültürün belirleyici olduğu tezini sarsan en yeni örnekler.
Günümüzde Müslüman çoğunluklu ülkelerin esas olarak sadece ikisinde din temelli rejimler ortaya çıktı: İran’da Şii köktenci, S. Arabistan’da Sünni köktenci iktidarlar egemen. İslam dininden liberalizme ve sosyalizme alternatif, modern bir ideoloji üretmek iddiasında olan İslamcılar ise denediler, ama hiç bir yerde kalıcı iktidar olamadılar. Müslüman çoğunluklu ülkelerin çoğunda laik milliyetçi rejimler egemen oldu. Bunlara kuşkusuz Türkiye de dahil. Müslüman çoğunluklu ülkelerde liberal demokratik rejimler kurulamamış olmasını halkın (İslami) kültüründen ziyade elitlerin otoriter milliyetçi zihniyetiyle, çoğuna demokrasi fikrinin sömürge yönetimleri tarafından getirilmiş olmasıyla, yer altı zenginliklerinin otokratik rejimlere destek sağlamasıyla açıklanabileceğini düşünüyorum (bkz. Larry Diamond, “Why are there no Arab democracies?” Journal of Democracy, January 2010).
İslam’da din – devlet ayrımı olmadığı, dolayısıyla liberal demokrasiyle bağdaşmadığı (s. 334) tezine en ikna edici cevabı, Türk asıllı Suriyeli felsefeci Sadık Celal El Azm’ın görüşlerinde buluyorum. Şöyle diyor: "İslam laikleşebilir mi? sorusunun da iki doğru cevabı vardır. Dogma açısından bakarsak cevap hayırdır. Ama tarihsel açıdan cevap, evet, İslam laikleşebilir. İslam'ın bu tarihsel laikleşme süreci iyi kavranmadan, bugünkü dogmatik reaksiyonlar, tepkiler anlaşılamaz. Onu ‘ebediyen geçerli, hiç bir şekilde değişmez ilkeler bütünü’ olarak anlayacak olursak, İslam'ın kendisinden başka hiç bir şeyle bağdaşmayacağı tabiidir. Ama onu canlı, çok farklı ortamlara ve hızla değişen tarihsel koşullara uyum sağlayarak, dinamik bir biçimde evrilen bir inanç sistemi olarak görürsek, İslam'ın krallıktan cumhuriyete, kölelikten özgürlüğe, aşiretten imparatorluğa, eski kent devletlerinden modern ulus - devlete kadar uzanan her türlü sosyal, ekonomik ve siyasal sistem ile bağdaşabildiği tartışılmaz bir gerçektir. İslam, 15 yüzyıl boyunca, göçebe aşiret toplumundan feodal tarım toplumu ve kapitalist sanayi toplumuna kadar uzanan çok çeşitli toplum biçimlerine, çok farklı kültürlere, çok değişik yaşam tarzlarına kendini uydurmayı başarmıştır. Bu tarihsel gerçekler ışığında İslam'ın laiklikle bağdaşmaz olduğu iddia edilemez. Tarihsel tecrübenin gösterdiği gibi İslam, hayatiyetini sürdürebilmek için çok farklı ortamlara uyum gösterme ve sonsuz bir biçimde yeniden yorumlanmaya açık kalma yeteneğini göstermiştir.” (Bkz. Şahin Alpay, Türkiye’ye Dışarıdan Bakanlar, Timaş: 2002, s. 148 - 153. )
Siyasal kültür konusundaki en kapsamlı ve mukayeseli araştırma olan Dünya Değerleri Araştırması’nın bulguları, Müslüman çoğunluklu ülkelerde halkın özgürlükçü ve demokratik değerleri benimseme açısından Batı halklarından büyük bir fark göstermediğini, bu konuda en düşük değerlere, Sovyet egemenliğini yaşayan Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğüne işaret etmekte. (Bkz. Ronald Inglehart and Pippa Norris, Sacred and Secular: Religion and Politics Worldwide, 2009.)
Türkiye’de son dönemde yaşanan yolsuzluk ve hukuksuzluklara halkın büyük ölçüde duyarsız kalmasının yaygın İslam kültürüyle, mevcut hukuku ve devleti “kendi malı” olarak görmeyişiyle açıklanmasına (s. 381) tereddütle bakıyorum. Türkiye’de Sünni nüfusun Selefi (köktenci) eğilimde olan sınırlı bir kesimi hariç ama toplumun büyük bölümünün Tanzimat ile başlayan bir süreçle modern laik hukuku benimsediğine işaret eden çeşitli bilimsel araştırmalar var. Bunlardan önemli biri Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak’ın 2006’da TESEV tarafından yayımlanan “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlıklı araştırmaları.) İslam’ın Selefi yorumlarından ziyade Sufi, yani Volk / Halk (Şerif Mardin) yorumlarının yaygın oluşu, Türkiye toplumunun özelliklerinden biri. İslam düşüncesinde farklılığa dolayısıyla çoğulculuğa saygı telkin eden Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli, Said Nursi gibi din adamlarının temsil ettiği, farklılığa saygılı, “yumuşak İslam” geleneğinin toplumda bir etkisi olmadığını varsaymak bana yanlış görünüyor. Öte yandan bugün Türkiye’de sosyal ve siyasal kültürün İslami, laik ve ikisi arasında melez nitelikli altkültürlere ayrıldığını söylemek doğru görünüyor.
Bana göre dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de halkın birinci önceliği, Arslan’ın da altını çizdiği üzere, “aş, iş, ekmek, güvenlik, huzur…” (s. 61) AKP iktidarının üst üste seçim kazanmasını, halkın İslami kültürüyle ya da AKP’nin “İslamcı” ideolojisiyle açıklanabileceğini düşünmüyorum. AKP, iktidara İslam hukukunu değil, AB hukukunu tesis edecek reformlar yapacağı vaadiyle, Cumhuriyet tarihinin en liberal nitelikteki siyasi parti programıyla geldi. Halk arasında AB üyeliğine destek 2007 – 2008’de yüzde 70’lere ulaştı. 2011’den bu yana AKP giderek kendi programına sırt çevirdiği gibi, kurucu kadrolarının önemli bir bölümünü de saflarından tasfiye etti. Yol açtığı kutuplaşmalar AKP’nin, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin temsil ettiği keyfi ve otoriter yönetim anlayışının sürdürülebilir olmadığına işaret etmekte.
Arslan’ın, İslam dünyasında “yalnız bir yıldız” olarak nitelediği, 15. yüzyıl Arap filozofu İbn Haldun’un görüşüne katılıyorum: “Din toplumsal olayların ortaya çıkmasında şüphesiz önemli bir faktör olmakla birlikte birinci derecede bir aktör değildir. Asıl aktör veya faktör, insan doğasını meydana getiren güç veya kudret iradesi veya iktidar arzusudur.” (s. 292 – 300) Benim ulaştığım sonuç da, din ile siyaset arasındaki ilişkide dinin değil siyasetin belirleyici olduğu, siyasetin iktidar için dini kullandığı yönünde. Ruhban sınıfın iktidar, güç aracı haline dönüşen Katolik Kilisesi, insan temelli bir kurtuluş dini olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık’tan Engizisyon mahkemelerini üretebildi. Günümüzde dahi Hıristiyan inancı ayrımcılığın, ırkçılığın, farklılığa saygısızlığın aracı haline getirilebilmekte.
Arslan “Cumhuriyet’le problemim yok…” (s. 284) “Cumhuriyet, devlet eliyle ulus yaratma projesi ve görevini oldukça iyi yerine getirdi…” (s. 386) “… söylediğim tarzda Kemalist devlete karşı değilim…” (s. 393) diyor. Ama öte yandan Cumhuriyet’in değişmek, kendini çağa uydurmak ihtiyacında olduğunu belirtmekten de geri durmuyor: “1920’lerde tek – parti doğru, 1950’ler, hele 2000’ler için kesinlikle yanlış…” (s. 387) diye ekliyor. Cumhuriyet’in kendisini yenilemesi gerektiği fikriyle kesinlikle mutabıkım. Benim (son dönem Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi konusunda bir numaralı Batılı tarihçi Jan Erik Zürcher’i takiben) “liberal” diyebileceğimiz kurtuluş savaşı dönemi Kemalizmi’yle, bu dönemde izlenen Sünnisiyle, Alevisiyle, Türkü ve Kürdüyle, dindar ve laikleriyle birleştirici politikalarla hiç bir sorunum yok. Fakat 1923, özellikle 1925, Takrir – i Sükun sonrası Kemalizm’le sorunum var. Kanımca bugün dahi yaşamakta olduğumuz demokrasi sorunları İslam hukuku ya da kültüründen değil, tek - parti döneminde temelleri atılan, bugün AKP eliyle sürdürülen otoriter politikalardan kaynaklanmakta.
Kemalizm’in mirası muhakkak ki, sadece (1950’den itibaren geride bırakılan) tek – parti rejimi, keyfi ve otoriter yönetim, sivil topluma güvensizlik ve husumet, muhalefeti hainlikle özdeşleştiren anlayış değil. Kemalizm’in öteki iki mirası ise, liberal demokratik toplumun vazgeçilmez ilkelerinden biri olan inanç (inanma ve inanmama) özgürlüğüne ve etnik – kültürel kimliklere saygısızlık; toplumu Diyanet dinine inanan, Türkçe konuşan ve Türk kimliğini benimseyenlerden oluşan bir topluma dönüştürme politikaları. Rötuşlara uğradıysa da büyük ölçüde ısrar edilen, bugün İslami – Kemalist AKP iktidarı eliyle uygulanmakta olan asimilasyon politikaları, tek tip toplum yaratma misyonu da Kemalizm’in bir mirası. Atatürk’ün, “Batı toplumuna benzer bir toplum yaratmak için acelesi” olması kullandığı “araçların ahlaki olup olmadığına” bakmaması (s. 360) benim Cumhuriyet’le sorunum olmasının temel nedeni.
Türkiye Cumhuriyeti varolabilmek için Kemalist CHP’nin politikalarını uygulamaya mecbur muydu, yoksa Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’nın önerdiği, otoriterliği reddeden, farklılığı tanıyan, reformcu bir siyasi çizgiyi izleyecek olsaydı, bugün karşı karşıya kaldığı ciddi sorunlardan kaçınabilir miydi? Bu sorunun kesin bir cevabı olduğuna kani değilim. Türkiye’nin insan haklarına dayalı evrensel uygarlığa uyum sağlamak için, Kemalizm’in temel politikalarını terk etme zamanı çoktan geldiği muhakkak. Kürtleri Türkleştirme, Alevileri Sünnileştirme politikaları yürümediği içindir ki Arslan, Kürtlerin ve Alevilerin tanınma için verdikleri mücadeleleri haklı buluyor (s. 387) ve çok haklı olarak “Kürtler, Aleviler, Sünniler, Rumlar çoğulculuğun en önemli güvencesi… İyi ki Kürtler var… İnsanı ehlileştirecek tek şey denetleme, dengeleme, çoğulculuk, farklılık… (s. 391 - 394) diyor.
Ahmet Arslan’ın Fethullah Gülen ve esin kaynağı olduğu hareketin “sadece Türkiye’nin değil, tüm İslam dünyasının, İslam diniyle ilgili olarak şimdiye kadar gerçekleştirmiş olduğu kabul edilebilir en iyi yorumu, en iyi uygulama biçimini temsil ettiği” (s. 374) şeklindeki görüşünü tümüyle paylaşıyorum. Arslan, “28 Şubat olaylarının patlak vermesiyle… bu hareketin önde gelen temsilcilerinin dışarıya vermeye çalıştıkları izlenimden tamamen farklı bir dil kullandıklarını gördük… O noktadan sonra ne Abant toplantılarına katıldım, ne de Gülen cemaatiyle herhangi bir ortamda bir arada oldum” (s. 375) diyor. Burada Arslan’dan tamamen farklı düşündüğüm çok açık: Tam olarak 1995’ten bu yana Gülen ve esin kaynağı olduğu sivil toplum hareketi hakkındaki görüşüm giderek güçlendi; Erdoğan otoriterliğinin temel hedefi haline gelmesiyle de büsbütün pekişti. Abant toplantıları bana göre, Türkiye’nin en büyük eksiğini gidermeye, aydınların liberal demokrasinin temel ilkeleri üzerinde mutabakatını sağlamaya yönelik, bugüne kadar yapılmış en değerli girişimdi. 1998’de başlayan bu toplantılara imkan buldukça, Ocak 2016’da yapılan sonuncusu dahil, katıldım. Kasım 2002’den, kayyum yönetimine verildiği, yani hükümetçe gaspedildiği Mart 2016’ya kadar yaklaşık 14 yıl süreyle de, giderek, evrilerek Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün kalesi haline geldiğini gözlemlediğim Zaman gazetesinde köşe yazdım. Bundan ziyadesiyle memnunum, zira Hizmet hareketinin giderek daha özgürlükçü, farklılığa saygılı bir anlayışa ulaşmasına karınca kararınca katkım olduğunu da düşünüyorum.
Arslan “paralel devlet” iddiasının “tamamen boş, uydurma bir şey olduğunu düşünmüyorum” (s. 374) diyor. Ben kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum. Bu iddiayı MacCarthyism’in ve cadı avcılığının Türkiye’de zirve yapmasına çanak tutan, Yargıtay eski ve onursal başkanı Sami Selçuk’un ifadesiyle, bir “safsata” olarak gördüğümü Zaman’daki çeşitli yazılarımda dile getirdim. (Bkz. “Cemaat’i niye eleştirmiyorsun?” 4 Mart 2014.) Arslan, Gülen hareketinin “topluma politik olarak hakim olmakla ilgili iddiaları” olduğunu söylüyor. (s. 376) Ben oldukça yakından izlediğim Gülen hareketini dini motivasyonlarla yola çıkan ancak tümüyle laik amaçlara hizmet eden, dini bir cemaat değil din temelli bir sivil toplum hareketi olarak görüyorum. Benim liberalizm anlayışıma göre, dünyanın bütün demokrasilerinde olduğu gibi Türkiye’de de siyaset siyasilerin ve siyasi partilerin olduğu kadar, tek tek yurttaşların ve sivil toplumun da işidir. Öteki sivil toplum hareketleri kadar Hizmet Hareketi’nin de ülkede liberal demokratik bir rejimin yerleşmesine katkı yapmaya hakkı vardır.
Arslan bunu dile getirmiyor, ama Hizmet Hareketi’nin “şeffaf olmadığı” ile ilgili, Kemalist ve Marxistler arasında yaygın iddialara gelince: Benim gördüğüm kadarıyla Hizmet Hareketi bütün dünyaya yayılan okullardan, medya kuruluşlarına, ekonomik girişimlere, sosyal dayanışma derneklerine, vakıflara kadar uzanan kuruluşlarıyla hayli görünür ve şeffaf bir sivil toplum hareketi. Eğer bütün mensupları göğüslerinde Hizmet mensubu olduklarına dair bir işaret taşımıyorlarsa, bu demokratik bir düzende kimsenin dini inançlarını açıklamaya zorlanamayacağına dair temel ilkeyle ilgili olduğu kadar, Kemalist Türkiye’de dini grupların “gericiliği” temsil ettikleri iddiasıyla çeşitli baskılara tabi tutulmalarıyla, tüzel kişilik edinme yasağına kadar uzanan anti – demokratik uygulamalarla ilgilidir. İnanç (yani inanma ve inanmama) özgürlüğünün liberal demokrasinin temel bir ilkesi olduğu fikrine bağlı olan herkesin bu yasak ve baskıların ortadan kaldırılması için mücadele etmeleri gereğine, en azından 1980’lerden bu yana inanıyorum. Hizmet Hareketi’nin, Arslan’ın ifadesiyle “yaşadığı musibet”ten (s. 376) özgürlüğe inanan herkesin alması gereken dersin de bu olduğu kanısındayım.
Görüldüğü üzere Ahmet Arslan’ın hayatı ve fikirlerine dair yeni kitabı, gerek liberal dünya görüşünü temsil, gerekse bu görüşü benimseyenler arasında dahi varolabilecek anlayış farkları bakımından olağanüstü değerli bir okuma. Hiç kuşku yok ki, düşünce dünyasıyla ilgili olanlar açısından, son zamanlarda yayımlanan okunmaya değer kitapların başta geleni.