51. Antalya Altın Portakal'da sansür tartışmalarıyla gündeme oturan Reyan Tuvi sessizliğini bozdu. 'Kökenimden dolayı ucuz kahramanlık yapmamam gerektiği bile ima edildi' diyen Tuvi, belgeselci arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerinin kaydının festival yönetimince maillerinin okunduğunu ve telefon görüşmesinin dinlendiğinin itiraf edildiğini söyledi.
Ön jüri tarafından seçilmesine karşın 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali yönetimince programına alınmayan ve günlerce süren sansür tartışmalarını beraberinde getiren Gezi belgeseli 'Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek'in yönetmeni Reyan Tuvi, sansürün perde arkasını Modern Zamanlar dergisinden Tuncer Çetinkaya'ya anlattı. Sadibey.com'da yayınlanan söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
‘Sansürün azı çoğu olmuyor!’
Söze, festival sırasında ve sonrasında, yöneticiler tarafından en sık duyduğumuz ifadeyi hatırlatarak başlamak istiyorum: “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e ve diğer filmlere asla sansür uygulamadık!” Ne dersiniz?
Sansürle mücadele etmeye başladığınız andan itibaren sansüre maruz kalmışsınız demektir. Sansür çağdışıdır. Bu konuda deneyimsiz bir belgeselci olarak, o süreç içinde debelenirken en çok bunu hissettim. Sonuçta, festivallerin sürekliliğine ve bağımsız olmaları gerektiğine, seyirciye ulaşmakta zorluk çeken belgeselcilerin ve ilk defa dünya prömiyerini yapacak uzun metrajcıların kendilerini temsil etmelerinin önemine, ne olursa olsun seyircinin cezalandırılmaması gerektiğine ve bu eserleri ortaya çıkarmak için harcanan o kadar emek ve alın terine inanan bir belgeselciyim. Ancak sansürle uzlaşma olmuyor; “az sansür”, “çok sansür” diye bir şey de yok… Bütün bu yaşananlar sırasında bunu deneyimledim açıkçası.
Gelinen noktayı nasıl yorumluyorsunuz?
Politik önyargılardan arınarak, inanarak, vicdanımla çektiğim bir filmin Antalya izleyicisi ile buluşmasını önemsiyordum. Biz belgeselcilerin zaten her koşulda vizyona girmek, filmler üzerinden para kazanmak gibi beklentileri yoktur. Tek derdim izleyiciyle buluşmaktı. Ancak sonraki gelişmelerde, sinema sektöründen bana verilen destekle birlikte, festivalin filmim dolayısıyla yapılamamasının baskısı altında bu krizi çözme sürecinin içinde buldum kendimi; çünkü gerçek anlamda filmimin Antalya Film Festivali’nde gösterilip gösterilmemesi artık kendi başına çok da önemli değildi. Yeri gelmişken, Bakanlık’tan destek almadığımı, dolayısıyla benden beklenenleri yerine getirmek gibi sorumluluklarımın olmadığını da eklemeliyim.
Dilerseniz olguları tek tek ele alalım… Olaylar Ön Jüri’nin açıklamasıyla başladı ve kamuoyu konudan bu şekilde haberdar oldu. Durum sizin için de böyle mi gelişti?
Bana önce standart resmi bir “yarışmaya alınmadınız” mail’i geldi.
İlk anda filminizin yarışmaya seçilmediğini düşündünüz öyleyse.
Başlangıçta öyle. Beğenmediklerini düşündüm ve kafamda nedenlerini sorgulamaya başladım. Sonra, o süreçte çok fazla anlam veremediğim biçimde, festival yöneticileri tarafından iki kere arandım. İkisi de “filminizi seçmedik çünkü…” diye başlıyordu. Özellikle birisinde, geçmişten bu yana takip ettiğim ve bir sinemacı olarak üretimlerini saygıyla karşıladığım bir isimle yaklaşık bir saat görüştüğümü, daha doğrusu tek taraflı olarak onu dinlediğimi hatırlıyorum.
Sebebi neydi bu görüşmelerin?
Bana bir tür “üzülme, olur böyle şeyler” diyorlardı. Sanırım belgeselin seçilmesine rağmen, yarışma seçkisinden festival yönetimi tarafından çıkartılmasını kimsenin umursamayacağını, bu olayın sessiz sedasız kapanacağını, benim de razı olacağımı düşünüyorlardı.
‘Kökenimden dolayı ucuz kahramanlık yapmamalıymışım!’
Her şey açığa çıktıktan sonra…
İlk anda ikna süreci başladı. Bunun bir sansür olmadığını, benden bir şeyleri değiştirmem istenirse sansür olarak adlandırılabileceğini söylediler. Bunu ilk kez size açıklıyorum: Kökenimden dolayı ucuz kahramanlık yapmamam gerektiği bile ima edildi, düşünebiliyor musunuz?
Yanıtınız ne oldu?
Korkum olmadığını, dört yıl önce çektiğim, Antalya’da ödül kazanan belgeselden de (gözaltında öldürülen Afrikalı Festus Okey’i kamuoyuna duyuran görüntüleri de içeren) bunu anlayabileceklerini söyledim. Korksam belgeselci olmazdım. Bunu neden anlattığımı da açıklamak isterim: Başından beri, aslında beni korudukları için böyle davrandıkları iddiası içindeydiler. Beni neden veya kimlerden koruduklarına anlam veremedim. Filmimi hiç seyretmemiş olmalarına rağmen, sonrasında da görüşmelerimiz; “Üzülmeyin”, “Avukat söyledi, Türk Ceza Kanunu’na göre filminizde sakıncalı yerler varmış”, “Kusura bakmayın, seyredemedik; ama bazı yerlerinde küfür olduğu söylendi” şeklinde sürüp gitti.
Festival öncesinde, krizin doruğa çıktığı günlerde filmi izleme olanağı bulmuştum. “Küfür” konusu dışında, eylemlerde yer alan bir afiş görüntüsünün de rahatsızlık yarattığı iddia ediliyordu.
Bu bana hiç söylenmedi, ilk defa sizden duyuyorum. Beni aradıklarında, filmi festivale alma gibi bir niyetleri hiç olmadığı için, bu türden sorularıma net bir yanıt dahi vermediler. Genel tavırları “bizi anlamaya çalışın, bu film sıkıntı yaratacak” şeklindeydi.
Antalya’da, Ön Jüri’nin hukuki süreci bizzat kendisinin başlattığı yönünde iddialar da dile getirildi. Bundan haberdar mısınız?
Bunun böyle olmadığını kesinlikle biliyoruz. Sizin sorunuza ben bir soruyla karşılık vereyim: Diyelim ki ön jüri böyle bir şey teklif etti, 50 yıllık, deneyimli bir festival filmlerini avukatlara sorarak mı seçiyor, buna itiraz edemiyor mu? Ön jüri, belgeseli seçmesine rağmen, festival komitesinin bunu yarışmadan çıkarttığını açıklayarak son derece etik davrandı. Onlar elini taşın altına koymasaydı bugün bu haksız uygulamadan hiçbirimizin haberi olmayacak ama bir gün mutlaka başkasının canı yanacaktı. Ne yazık ki festival yönetimi onlara sahip çıkmadığı gibi, filme ve bana yaptıkları gibi, bu karara karşı çıkan pek çoklarına yaptıkları gibi, onları da itibarsızlaştırmaya çalıştı. Herkesin gözü önünde süren sansür tartışmaları da bunun göstergesi. Festival yönetimi aldığı hiçbir kararın yol açtığı durumun sorumluluğunu üzerine almadı. Kendileri dışında herkes -ben, ön jüri, jüri üyeleri, belgeselciler, ulusal uzun metraj yapımcı ve yönetmenleri- bundan nasibini aldı.
Ve sonra mücadeleniz başladı… Biliyorsunuz, filmlerin TCK’ya göre değerlendirilmesi için ortada bir suçlama olması, yargı süreci başlatılması gerekiyor. Daha önce örneği görülmemiş bir uygulamayı benimsemelerinden ve bunun sonraki festivallere de yansıma riskinden dolayı mücadele etmek gerekiyordu. Filmimi hak ettiği şekilde geri aldırıp yarışmaya seçilen arkadaşlarımın arasına katılmayı ve yöneticilerden de hepimiz adına bu doğrultuda maruz kaldığımız haksız uygulamalar için gerçek, samimi ve ileriye dönük bir özeleştiri alabilmek içindi bütün mücadele.
‘Festival değil dedektiflik bürosu!’
Başta SİYAD olmak üzere, sinema çevrelerinin bir bölümünden ve kamuoyundan aldığınız destekle filminizin geri alınma sürecine şahitlik ettik. Bu arada filminize otosansür uyguladığınıza dair tepkilerle karşılaştınız. Bu dönemde neler hissettiğinizi merak ediyorum.
Biz belgeselciler, ilkeli ve vicdanlı olarak, yaşadığımız çağın arşivini, “fotoşopsuz” tutmak ve seyirciye aktarmakla yükümlüyüz. Belgesellerimde de görülebileceği gibi, ayna tuttuğum tüm gerçekliklerin, taviz vermeden, arkasında duruyorum. Sansüre karşı bu mücadeleyi neden verdiğimi bildiğim için kendimle ilgili bir şüphem yok; ama sansürün azı çoğu olmuyor. Bunun bedelini deneyimleyerek ödemiş oldum. Festivalin yapılmasını tehlikeye sokacak bir krizi yönetme becerisinden yoksun, manipülasyona ve filmini veren yönetmeni alt etmeye odaklanan Festival Yönetimi’yle konuşmaya başladığınız andan itibaren, kamuoyu tarafından “anlaşılmama” ve “sansürcüyle müzakere eden kişi” durumuna düşme riskini de üstlenmiş oluyorsunuz.
Aynı günlerde Belgesel sinemacıların, konuyla ilgili toplantı halinde oldukları söylendi ve görüşmeler neredeyse üç güne yayıldı yanlış hatırlamıyorsam. Sizce tavır neden bu kadar gecikti?
Orada herhangi bir kusurları olmadığını biliyorum; çünkü festival yönetimi onlara “biz Reyan’la anlaşmak üzereyiz, sakın bir açıklama yayınlamayın” derken, bana da -sabahlara kadar süren görüşmeler boyunca- “sizi davet edeceğiz, ama bekleyin” diyordu. Anladığım kadarıyla belgeselimi festivale yeniden dahil etmek için bir kulp bulmaları gerekiyordu ve küfür burada sadece bir mazeretti. Gerçekte filmi geri almayı hiçbir zaman istemediler.
Sonrasında, sıkıntı yarattığı söylenen küfürlü ifadenin altyazısına yapılan bir müdahale sonucu, -festivalin söylemiyle- filmin ‘yeniden düzenlenmiş’ versiyonunun kabul edildiği açıklaması yapıldı.
Aslında öyle değil. Festival Yönetimi beni arayarak, “Sizin belgeseliniz artık bütün Türkiye’de Cumhurbaşkanı’na küfür eden film olarak anılıyor ve sizin yüzünüzden 50 yıllık bir festival iptal olma tehlikesiyle karşı karşıya” türünden ifadeler sarf etti. İki tespitleri de aslında doğru değildi. Böyle ağır bir sorumluluğu benim üzerime bir şekilde yıkmaya çalışmalarının haksız yere olduğunu bilmeme rağmen, başından itibaren ben de krizin çözülmesi gerektiğini düşündüğüm için, tam olarak neyin sorun olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu arada belgeselci arkadaşlarımla yaptığım ortak yazışmaların Festival Yönetimi tarafından okunduğunu öğrendim. Bununla da kalmadı; bizzat festival yönetiminden bir yetkiliyle yaptığım telefon konuşmasında “mesajlarımızı nasıl okuyabilirsiniz?” diye sorduğumda bana; “Sadece mesajınızı okumadım, arkadaşlarınızla yaptığınız toplantı kaydını da dinledim” dedi. Bu bir sanat kurumu muydu, yoksa bir dedektiflik bürosu mu? Benim nasıl düşündüğümü, nasıl dize getirilebileceğimi hesaplamaları unutulacak gibi değildi.
Tüm yaşananlara rağmen pes etmediniz. Neden?
Daha önce böyle bir deneyim yaşamamış biri olarak olup biteni anlamaya ve ortaya çıkarmaya çalışırken onlar ise “filmi bir izleyelim bakalım” gibi bir tavır içine girdiler. Bu durum kamuoyuna yeteri kadar açık ve tarafsız bir biçimde aktarılmadı. Sansürcüyle bir müzakere halindeymişim gibi görünüyordu. Oysa bu bir anlaşma çabası değildi.
Altyazıyı çıkarma olayını biraz daha açar mısınız?
Önce bazı küfürlerden ve duvar yazılarından bahsettiler. Ne görüntü ne de ses kurgusuna dokunmayacağımı net bir şekilde söyledim. Sonra altyazıyı tamamen çıkarma önerisi getirdiler. Uluslararası bir yarışmada olduğumuzu hatırlatıp bunun mümkün olmayacağını söyledim. Benim tek bir hareketim onlara filmi geri almak için bir neden verecekti. TCK’ya göre değerlendirdikleri bir filmi bir çırpıda geri alırlarsa bunu kimseye açıklayamazlardı. Aldıkları tavrı görebiliyordum ancak gitgide sığlaşan tartışmanın ve derinleşen krizin çözümünü, filmin bütünlüğüne ve fikrine en ufak bir etkisi olmayan, bir kez daha üzerine basarak söylüyorum, tek bir sözcüğü altyazıdan kaldırmayı kabul etmekte gördüm. Ve tek bir nedenim yoktu; festivalin sürekliliği, arkadaşlarımın emeklerinin karşılık bulması ve Antalya halkının Gezi direnişi belgeseline ulaşma hakkı…
‘Filmimin geri alınması kazanım değildi’
Müzakere şeklinde adlandırdığınız sürecin içinde bulunmaktan pişmanlık duymadınız mı?
Filmimin üzerinde bana sorularak da olsa bir müdahale talebi beni kuşkusuz oldukça rahatsız etti. Sonuçta filmin hiçbir tarafına dokunulmadı; ama dediğim gibi azı-çoku yok bunun… Geriye dönüp baktığımda, bugüne kadar hiçbir festival yönetimiyle telefonda konuşmadığımı; ne İstanbul Film Festivali’nde, ne Documentarist’te, ne de Altın Koza’da bu tip durumlarla karşılaşmadığımı hatırlıyorum.
Anlıyorum. Buradan, belki de en çok merak edilen soruya geliyoruz. Bunca mücadelenin ardından, görünüşe göre az bir sıyrık alarak festivale döndünüz. Sonrasında sizi boykota götüren ne oldu?
Belgesel geri alınmıştı ancak boykot etmeyip birlikte yarışacak olsaydık, filmin yaşananlardan dolayı fazla ön plânda olması nedeniyle “haksız rekabet” olacaktı. Bu nedenle bir taraftan da yarışmadan çekilmenin doğru olacağını düşünüyordum. Belgeselim yıpratılmış ve itibarsızlaştırılmıştı. Kabul edilmesinden sonra, yarışmaya katılan diğer arkadaşlarıma katıldım ve onlarla ortak kararlar almaya başladık. Gelecekte, filmlerin TCK maddelerine göre değerlendirilmesini meşru kılmamak ve bu mücadelenin sonunda bir kazanım elde etmek adına, yönetimden özeleştiri istenmesine karar verdik. Belgeselimin geri alınmasının başlı başına bir kazanım olduğunu söyleyemezdik.
Bu tavrın en baştan alınması ve “ancak bu koşullarda yarışmaya dönerim” denmesi sizce de daha anlamlı olmaz mıydı?
Başta da söylediğim -bu konuda deneyimli olmadığım için- etkin bir sansür yönetimi sergilediğim iddiasını taşımıyorum. Ama burada gösterdiğimiz çabanın anlaşılmasını istiyorum. Sonuçta, tek hedefi kuyruğu dik tutmak olan festival komitesi dışında neredeyse herkes Altın Portakal’ın sürekliliği için çaba gösterdi. Krizin ortasında kalan ben de çekip gitmek yerine elimi taşın altına koydum.
Özür ya da özeleştiriyi kabul etmediniz…
İçeriği boştu, filmlerin TCK’ya dayandırılarak değerlendirilmesini meşrulaştıracak cinstendi; beni “vah vah Reyan Tuvi’yi çok yıprattık” konumuna indirgeyen, absürd bir yaklaşım içeriyordu. Filmlerimizi seyirciyle buluşturmayı ne kadar çok istediysek de, o noktadan sonra Antalya’ya gelmek doğru olmayacaktı. Buna, çekilen jürileri de eklemek gerekir. Jüri demişken, orada alınan kararlar da bir anda oluşmadı, hatırlarsınız. Herkes bu yanlıştan dönülmesini bekliyordu. Bu, doğruları ve kusurlarıyla benim için bir hayat deneyimiydi.
‘Sonuç içime sinmedi’
Genel olarak sinema çevrelerinin tavrını nasıl bulduğunuzu merak ediyorum.
Kuşkusuz ki sahiplenildim, ancak sonuca bakmak gerekir. Neticede uzun metrajcılar Antalya’da bulunarak mücadele edilmesi gerektiğini söylediler. Ortada başından bu yana itiraz ettiğimiz gelişmeler varken, burada bildiri okunarak sansürün kınanmasının bizler adına bir kazanım olmadığını düşünüyorum. (Tuncer Çetinkaya, Modern Zamanlar Dergisi Editörü)
Söyleşinin devamı için tıklayınız