Yektan Türkyılmaz & Ali Yaycıoğlu [1]
14 ve 15 Ağustos’ta Yeni Arayış sitesinde yayımlanan “Dünya Sağ’a, Peki Ya Türkiye?” başlıklı yazılarımızda, Avrupa’da yükselen yeni otoriter ve popülist sağ dalgayı incelemiş, Türkiye’nin bu eğilimden farklı bir yönde ilerlediğini tartışmıştık. Yazılarda, Türkiye’de kendilerini sol ile tanımlayan partilerin ve söylemlerin güç kazandığını, Mart 2024 seçimlerinde CHP, DEM Parti ve TİP’in toplam yüzde 43,5 oy oranıyla Cumhuriyet tarihinin en yüksek “sol oy” oranına ulaştığını vurgulamıştık. Bu dikkate değer durumun üzerinde düşünülmesi gerektiğini belirtmiş, özellikle CHP ve DEM Parti’ye dair bazı gözlemlerimizi paylaşmıştık.
Türkiye’nin 20 yılı aşkın AKP iktidarı ve özellikle 2013’ten itibaren ülkeyi boğan sağcı, güvenlikçi, İslamcı-milliyetçi otoriter rejim inşasına yönelik tepkilerin artık net bir şekilde gözlemlendiğini ifade etmiştik. Bu tepkinin üç ana ekseninin ekonomik adalet, toplumsal adalet ile sekülerizm olduğunu vurgulamıştık. Henüz bu eğilim tam anlamıyla bir toplumsal-siyasal harekete dönüşmemiş olsa da bu potansiyelin Türkiye’deki otoriter rejim inşasını durdurabilecek en önemli, hatta tek dinamik olduğunu belirtmiş ve CHP, DEM Parti ve TİP’in bu bilinçle hareket etmesi gerektiğini öne sürmüştük.
Söz konusu yazılarda, herhangi bir siyasal ittifak projesi önermemiş, bu üç partinin ideolojik konumlarını ya da kendilerini sol ile ilişkilendirme biçimlerini sorgulamamıştık. Evrensel anlamda solun post-liberal dönemde kuramsal, örgütsel ve söylemsel bir dönüşümden geçtiği ve geçeceği varsayımıyla, bu tür bir tartışmadan bilinçli olarak kaçındık.
Ağustos’tan sonra gelişmeler
Ağustos yazılarımızdan bu yana Türkiye’de önemli gelişmeler yaşandı. CHP ve AKP arasında bir süredir devam eden “normalleşme” veya “yumuşama” girişimlerini yakından gözlemledik. Bu girişimlerin muhalefet açısından ne kadar başarılı olduğu konusunda bir tartışma oluştu. Biz yumuşamanın, Erdoğan(-Bahçeli) rejiminin yaşadığı krizi kısmen de olsa yatıştırdığını gözlemliyoruz. Derinleşen iktisadi buhran karşısında, AKP’nin daha sert ekonomik tedbirler alması gerektiği bir dönemde CHP’nin normalleşme vurgusunda ısrar etmesi, AKP’ye karşı yükselen ekonomik adalet taleplerini bastırmaktan öte bir sonuç doğurmadı. Bununla birlikte, CHP’nin bu normalleşme girişimlerinin kendi tabanını genişletmeye yönelik orta vadede ne gibi sonuçlar doğuracağını henüz görebilmiş değiliz.
Bu sırada Türkiye ve İsrail arasında bir savaşa evrilme ihtimali olan bir gerilimden bahsedilmeye başlandı. Böyle bir jeopolitik ihtimali ciddiye almamakla birlikte, ABD’de Trump’ın geri dönüşüyle sonuçlanan seçimlerin ve özellikle son günlerde alevlenen Suriye gelişmelerin Türkiye’de ve Türkiye’nin içinde bulunduğu geniş coğrafyada dengeleri derinden etkileyeceğini öngörmek gerekiyor.
Türkiye siyaseti belli bir tıkanıklık yaşarken, yaklaşık bir ay önce Devlet Bahçeli’den şaşırtıcı bir hamle geldi. Bahçeli, Abdullah Öcalan’ın önünün açılarak “terörün" sona ermesine yönelik yeni ve radikal bir girişim başlatılması gerektiğini vurguladı. Daha sonra, Öcalan’ın Kandil’i silah bırakmaya ikna etmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması için DEM Parti’nin Öcalan’la doğrudan iletişim kurmasına izin verilebileceğini ve hatta Öcalan’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gelerek DEM Parti’ye ve Kürt kamuoyuna seslenmesinin düşünülebileceğini ifade etti. Bahçeli’nin bu beklenmedik ve kendisi ve partisi açısından oldukça riskli çıkışının neyi hedeflediği, Erdoğan’la mı planlandığı yoksa rejim içindeki başka odaklarca mı formüle edildiği tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Devlet Bahçeli, son 25 yılda Türkiye siyasetini sonuç getiren çıkışlarla şekillendiren aktörlerden biri, belki de en önde geleni. AKP’nin iktidara gelişi, Bahçeli’nin erken seçim girişimiyle mümkün oldu. 2015 sonrası ise Cumhurbaşkanlığı sistemi, Cumhur İttifakı, “beka meselesi” söylemiyle muhalefetin alanının iyice sınırlandırılması ve MHP’nin rejimin ruhunu veren, ancak sorumluluk almayan en etkin aktörlerden biri haline gelmesi süreci, Bahçeli’nin liderliğinde gerçekleşti. Şimdi de Bahçeli’nin Öcalan hamlesi gündemde.
Bahçeli’nin, Kürtlerle uzlaşmayı demokratikleşme zemininden ayrıştırıp “terörün bitmesi” olarak tanımladığı çözüm reçetesinin, rejimle Kürt hareketi arasında hem içeride hem de Suriye başta olmak üzere sınır-ötesinde oluşacak yeni bir ilişki tasarımı üzerine kurulduğu anlaşılıyor. Bir demokratikleşme perspektifi içermediği belli olan bu teklifin Kürt Hareketini rejimin devamı için kayıtsız hatta aktif bir unsura dönüştürme arzusu taşıdığı açık. Zaten bu inisiyatif Kürt kamuoyunun büyük kısmında 2013 süre başındaki coşku ve umudun aksine büyük ölçüde şüphe, hayret ve ihtiyatla karşılandı. Ancak Bahçeli'nin çıkışının DEM Parti’nin kimi isim ve Kürt hareketinin belli kesimleri arasında ilgi ve beklenti uyandırdığını görüyoruz.
Erdoğan ve Bahçeli'nin “yumuşama” ve/ya "Kürt hareketi ile rejim arasında yeni bir ilişki kurma" girişimlerine CHP ve DEM Parti liderliklerinin gösterdikleri tavırlar Cumhur İttifakı’nın bu en etkili iki muhalefet partisine kendini muteber çözüm merci ve müzakere tarafı statüsünü hala teyit ettirebildiğini gösteriyor.
Bu yazıyı, işte tam bu konjonktürde kaleme alıyoruz. Geldiğimiz noktada, Bahçeli’nin mimarlarından biri olduğu Erdoğan rejiminin niteliği ile muhalefetin –özellikle CHP ve DEM Parti’nin– bu rejimle kurduğu ilişkiyi, rejimi dönüştürme imkanlarını ve sınırlarını incelemek istiyoruz. Türkiye siyaseti, kritik bir dönemeçten geçerken, bu dinamiklerin geleceği nasıl şekillendireceği üzerine düşünmek bizce önemli bir sorumluluk arz ediyor.
Erdoğan’ın otoriterleşme yolculuğunu kavramsallaştırmak
Tüm bu gelişmeler yaşanırken değişmeyen bir gerçek, Bahçeli destekli Erdoğan iktidarının lineer sıçramalı ve kümülatif bir otoriterleşme sürecine kesintisiz devam etmesi. Ancak 14 Mayıs 2023 seçimlerinin ardından, rejimin dokunulamaz kabul edilen özgüvenine, 31 Mart yerel seçimleri büyük bir darbe vurdu. Ne var ki, geçtiğimiz dokuz ay içerisinde muhalefetin –daha açık ifade etmek gerekirse CHP ve DEM Parti'nin 31 Mart sonuçlarında ifadesini bulan ekonomik ve toplumsal adalet ile sekülarizm talepleri etrafındaki radikal dönüşüm ve yeniden inşa potansiyeline denk bir mücadele alanı geliştirebildiğini söylemek mümkün değil. Rejim bileşenleri, 31 Mart sonrası bir aylık şok ve yalpalamanın ardından, yeniden manevra alanları açmayı, hatta bu alanı daha da derinleşirmeye başardı.
Konsolidasyon ve destabilizasyon yaklaşımları
Bu noktada Erdoğan(-Bahçeli) rejiminin niteliği üzerinde tekrar düşünmek gerekmektedir. Muhalefetin toplumsal desteği azalmış bur rejim karşısında hala yalpalamasının ve dönüştürücü bir etki ortaya koyamamasının en önemli nedenlerinin birinin muhalefetin rejimi ve rejimin retorik stratejilerini tanımlamasındaki yetersizlik olduğunu düşünüyoruz. İlk önce şu soruyu tekrar soralım: Erdoğancı otoriterleşmeyi nasıl anlayabiliriz? Erdoğancı otoriterleşmenin 2010’dan ve özellikle 15 Temmuz 2016’dan bugüne kadar olan sürecine dair değerlendirmelerde iki temel yaklaşım öne çıkıyor: Konsolidasyon ve destabilizasyon tezleri.
Konsolidasyon tezi ile başlarsak, bu tez, Erdoğan (ve Bahçeli) liderliğindeki rejimin demokratik yöntemlerle geriye dönülmesi neredeyse imkânsız bir noktaya ulaştığını, kalıcılaştığını ve yapısallaştığını, savunuyor. Rejim, artık 2010'lardan beri oluşan dinamiklerle kendini sürdürebilen, hatta kısmen istikrar sağlayabilen bir nizam oluşturmuş durumda. Bu yaklaşım, rejime yakın çevrelerde yaygın kabul görürken, muhalif analizciler tarafından da neo-patrimonyal sultanizm, bonapartizm, Türk usulü Putinizm, Erdoğanizm ve neo-(Türk) İslamcılık, Devlet Aklının iktidarı gibi kavramsallaştırmalarla dile getiriliyor.
Biz, 14 ve 15 Ağustos yazılarımızda ve farklı platformlarda, Erdoğan(-Bahçeli) rejiminin doğasına ilişkin bu tezlerin yetersizliklerine dikkat çektik. Rejimin istikrar sağlayamadığını, yeni bir nizam kurabilecek kadro, vizyon ve tutarlı bir tarih ve tahayyül anlatısından yoksun olduğunu birçok yerde ifade ettik. Aynı şekilde, Türkiye’nin içinde bulunduğu iktisadi bunalım koşullarında, iktidarın eldeki ekonomik kaynakları yeniden bölüştürme yeteneğine odaklanan analizlerin de yetersiz kaldığını vurguladık. Ayrıca, “rejimin devleti tamamen kontrol ettiği” tezinin, devlet içerisindeki farklı odaklar arasındaki gerilimleri, hatta çatışmaları görmezden geldiğini belirttik. (Bu durumun en somut örneğini, Teğmenlerin Yemin Töreni epizodu ardından rejim ittifakı içerisinde yaşananlar üzerinden açıkça gözlemlemek mümkün)
Rejimi analiz eden bir diğer yaklaşım ise destabilizasyon (sürekli ve artan istikrarsızlık hali) mefhumu etrafında şekilleniyor. Bu yaklaşıma göre, Erdoğan(-Bahçeli) rejimi “Eski" Türkiye'ye ait bürokratik kurumları, ideolojik ve tarihsel referansları ile diplomatik pusulayı etkisiz hale getirmiş olsa da kurucu bir kapasiteden yoksundur. Rejim, yıkım enerjisiyle ayakta kalırken, sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik sağlayacak kadroları, kurumları ve tutarlı bir tarihsel anlayışı oluşturamamıştır. Kısmen yıktığı eski nizama ait referanslara muhtaç bir şekilde devam eder ve bu durum, rejimin kendi özgül meşruiyet alanını kurmasını engelleyen faktörlerden birini oluşturur.
Bu bağlamda, rejim eski nizama dönemediği gibi, varlığını sürdürmek için sürekli yeni ve sert hamleler yapmak zorunda kalır. Ancak bu hamleler denge kurmaktan ziyade yeni kriz döngülerini beraberinde getirir. Her krizi aşmak için yapılan sert ve şaşırtıcı hamleler, bir sonraki krizin tohumlarını eker. Sonuç olarak, rejim artan bir otoriterleşme sergilese de bu otoriterleşme istikrar sağlayamaz; rejim kendini tarihselleştiremez ve kurucu bir düzene dönüşemez (lakin paradoksal olarak kurucu olduğunu iddia eder durur). Rejimin devamlılığı, yapısal olmaktan ziyade konjonktüreldir; kişiler ve dışsal gelişmelere bağlı kalır.
Bu analiz, Erdoğan(-Bahçeli) rejimini bir “ara rejim” olarak kavramsallaştırır; ülkenin yüz elli yıllık siyasi ve jeopolitik hattından bir sapma, kaotik ancak uzun süren bir olağanüstülük hali olarak tanımlar. Bununla birlikte, bu durum rejimin kısa sürede yıkılacağı anlamına gelmez. Rejim, mevcut ritimle uzun süre ayakta kalabilir. Ancak bu süre zarfında, rejim içinde biriken enerjiler, içeriden bir infilak potansiyelini artırır.
Destabilizasyon teorisinin yumuşak karnı
Biz de son sekiz yıldır farklı platformlarda destabilizasyon yaklaşımını savunuyor olsak da bu argümanın zayıf noktalarını kabul etmemiz gerekiyor. Bu analizler, rejimin sürdürülebilirlik zaaflarına odaklanırken, direnç ve toparlanma kapasitesine ve yeteneğine yeterince analitik ilgi göstermedi. “Çöküş,” “çürüme,” “deformasyon”, "kriz" gibi ifadeler rejimin etkilerini çerçevelememize yardımcı olsa da bu tür kavramlar zamansal esneme ve sürdürülebilirlik karşısında açıklayıcılığını yitiriyor. Ayrıca, rejimin 31 Mart gibi sarsıcı darbelere rağmen iktidarını devam ettirebilmesi, enerjisini yenileyebilmesi ve geniş manevra alanları yaratabilmesini açıklamakta eksik kalıyor.
Bu yazıda Erdoğan(-Bahçeli) rejimin sürekli ve artarak istikrarsızlık üreten karakterine ve yıkmaya çalıştığı sistem yerine yeni bir nizam inşa etme kapasitesinden yoksun olduğu tezine sadık kalıyoruz. Buna rağmen, rejimin muhalefeti nasıl etkisizleştirme yeteneği geliştirebildiği üzerine bazı tespitlerde bulunacağız. Özellikle rejimin politik ve retorik stratejilerine odaklanmak istiyoruz. Bu durumu açıklamak için birbiriyle bağlantılı dört gerekçe sunuyoruz.
Birinci olarak, rejim sözcülerinin ürettikleri, tedavüle soktukları ve tekrar tekrar dayattıkları referans terimlerle, kamuoyundaki siyasi iletişimin meşruiyet sınırlarını şekillendiren bir anlatı endüstrisi yaratmayı başarmış olduklarının altını çizmek istiyoruz. Daha açık bir ifadeyle, Cumhur İttifakı, ülke siyaseti üzerinde, tutarlı ve güçlü bir anlatı kuramasa da, bir tür retorik hegemonya inşa edebildi. Cumhur ittifakı bileşenlerinin oluşturduğu "yerli-milli," "beka sorunu," "vesayet," "terör/FETÖ/paralel yapı," "iltisak," "iç cephe", "devlet aklı" gibi replikler dağarcığı muhalefetin retorik kurgusunda sıkça kullanılan yapı taşları haline geldi ve bu yolla çok geniş meşruiyet alanları kazandı.
Hatta telif hakları iktidar bloğuna ait olan bu ifadeler, zamanla muhalefet için birer içselleştirilen referans setine dönüştü. Muhalefet, bu çerçevenin dışına çıkarak kendi alternatif anlatılarını kurmak, bu anlatıları topluma aktarmak, derinleştirmek ve siyasallaştırmak konusunda bocaladı. Ya eski ve gücünü çoktan yitirmiş referans setlerine yöneldi. Ya da iktidarın çerçevesini çizdiği referansları kabul etti. Öte yandan, bu referanslar, 15 Temmuz sonrası iç-tehdit çağrışımlarıyla genişleyerek yeni meşruiyet alanları ve dokunulmazlıklar kazandı. Kısacası retorik hegemonya muhalif tahayyülün rejim tarafından adeta hipnotize edilmesini sağladı.
Retorik hegemonyaya, rejimin oluşturduğu yeni tarih anlatısını da eklemek gerekiyor. Özellikle son birkaç sene içinde daha da belirgin hale gelen bu anlatıda, başta Devlet Bahçeli, Cumhur İttifakı sözcüleri, kendilerine yalnızca bugünün değil, bin yıllık yekpare bir tarih anlatısı içinde önümüzdeki çağın meseleleriyle meşgul olan ve "tarihi kuran bir iradenin sözcüsü" pozisyonu atfetmeye başladı. Bu tarihsel anlatıda, adeta Hegelci bir "devlet aklının" ülkenin asıl iktidarı olduğu iddiası yer aldı. "Devlet aklı" karşısında siyaset, muhalefet ya da toplumsal hareketler sadece bir sahne oyununa indirgendi. Bu anlatının son zamanlarda dikkat çekici unsurlarından biri, Mustafa Kemal'in Osmanlı yönetimine isyan eden ve yeni bir rejim kuran bir lider konumundan, bir "devlet operasyonunun" yürütücüsü olarak yeniden imajlaştırılmasıdır. Muhalefetin rejimin dizi filmlerden okul kitaplarına uzanan yeni bir endüstri ile tedavüle soktuğu yeni resmi tarih anlatısına karşı güçlü bir reddediş ve ayakları yere basan, evrensel değerde alternatifler geliştirmesi şart gözükmektedir.
İkinci olarak, rejimin söylem süremini (continuum) paranteze alma yeteneğinin altını çizmek istiyoruz. İktidar bloğunun, birbiriyle çelişen ya da tamamen zıt uçlarda yer alan siyasi söylemleri –bazı durumlarda eş zamanlı olarak– dile getirme kapasitesini gözlemlememek mümkün değil. Bunun en son ve en çarpıcı örneklerinden biri, Devlet Bahçeli’nin Kürt açılımında görüldü. Cumhur İttifakı bileşenleri, Kürt muhalefetini askeri yöntemlerle tamamen ortadan kaldırmaya yönelik en sert tehditlerle birlikte, Abdullah Öcalan’ın mecliste DEM Parti grubuna seslenmesi gibi radikal bir öneriyi aynı anda gündeme getirme esnekliği sergilediler. Benzer esneklikler, bir dönem Gülencilere ya da Ergenekon tartışmalarında uç noktalar arasında rahatlıkla gidip gelen tutumlarda da sergilendi. Dış siyasette ise, Mısır, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri, AB, NATO, ABD ve Rusya gibi farklı aktörlerle bir gün düşman, ertesi gün dost olunan akışkan ilişkilerde bu tutumun benzer bir refleks olarak rol oynadığı görüldü.
Bu bir uçtan diğerine rahatça ve güvenle salınan hal, rejimin politik tutarsızlıklarını ve ittifak bloğu içindeki parçalı yapıyı ve rejim içi kısa devreleri otoriterleşme lehine bir avantaja dönüştürmesini sağlıyor. Muhalefet çoğu zaman bu paranteze almak girişimlerini iktidarın tutarsızlıkları olarak kodluyor ve topluma öyle anlatıyor. Bu esnekliğin sadece tutarsızlık olarak kodlanıp topluma anlatılmasının etkili olmadığı bugün açıkça gözükmektedir.
Üçüncü olarak rejimin, söylemsel zikzaklarıyla kamuoyunda kafa karışıklığı yaratma ve karşıtlarını şaşırtma kapasitesini vurgulamak istiyoruz. Eylemden ziyade söylemsel düzeyde yürütülen bu sürekli şok yaratma enerjisinin CHP ve DEM Parti başta olmak üzere rejim karşıtları arasında bir vertigo ve amnezi etkisi yaptığını gözlemliyoruz. Her şoktan sonra şokun öncesi unutuluyor. Muhalefete yeni bir zaman aralığı ve anlatı inşa ve empoze ediliyor. Bu şoklama sonucunda otoriterleşmenin ortaya çıkışı, evrimi ve bulunduğu nokta, yani geniş bağlam konusundaki bir amnezi oluşuyor. Bu durum muhalif cenahta beyhude ve kenini tekrarlaya şekilde rejimin rehabilite olabileceği fikrini tedavüle sokuyor. Şüphesiz bu durum iktidarın kan tazelenmesinde önemli bir rol oynuyor.
Son ve sonuç olarak yukarıda saydığımız gerekçelerin etkisiyle– muhalefetin rejimi kavramsallaştırmada yaşadığı zorluğa dikkat çekmek gerekiyor. Burada kastımız, CHP’li ve DEM Partili liderlerin otoriterliğin geldiği noktayı idrak edememesi değil; rejimin dayattığı replikler ve anlatı dağarcığının gölgesinden çıkamaması ve rejimin olağanüstülüğünü tutarlı bir kavramsal ve pratik hat ile reddedememesi durumu. Bu kavramsallaştırma sıkıntısı yalnızca kuramsal veya retorik düzeyde değil, somut politik eylem boyutunda da kendini gösteriyor.
Örnek olarak, CHP liderinin 31 Mart sonrası yaptığı normalleşme çağrısına dikkat çekmek yerinde olabilir. Normalleşme çağrısı ancak rejimin anormalliğini ifşa etmek ve hukuki, formel yöntemlerle hesaplaşmak amacıyla ve bu stratejiye uygun şekilde yapılsaydı etkili olacakken, bu çağrı bir yandan rejimin yapıp ettiklerini ve karakterini sıradanlaştırıcı söylemler üretti. (Bu rejimi sıradanlaştırma etkisini New York belediye başkanı Eric Adams davasına dair yorumlarda ya da en son MİT'in CHP'nin yurtdışı örgütlerini denetleyebileceğine yönelik açıklamalarda görmek mümkün). Diğer yandan normalleşme usul dışı talepler ile fiili durumu olağanlaştırma etkisi yarattı (Bu etkiyi 28 Şubat tutuklularının tahliyesi ve Gezi tutuklularına dair "pazarlıklar" konusunda gözlemlemek mümkün). Bu bağlamda, normalleşme hamlesini belli bir potansiyel taşırken kaçırılmış, boşa çıkmış ve hatta ters tepmiş bir fırsat olarak değerlendirmek mümkün gözükmektedir.
Sonuç
Bitirirken yukarıda işlediğimiz argümanları kısaca özetleyelim. Erdoğan iktidarının toplumsal desteğinin büyük oranda aşınmasına ve rejim bileşenleri arasındaki gerilimlere rağmen, Erdoğan-Bahçeli ittifakının devlete olan hakimiyeti ve söz konusu retorik stratejiler, rejimin kendisini güçlü bir şekilde ayakta tutmasını sağlıyor. Bu durumu anlamak, muhalefetin hem kuramsal hem de pratik düzeyde etkili bir karşı strateji geliştirebilmesi için kritik öneme sahip.
Sürdürülebilir iyileşmenin ancak muhalefetin mevcut rejimin önerilerinden daha radikal bir gelecek tasavvuru ve eylem planı sunmasıyla mümkün olduğu açıktır. Bu da rejimi doğru kavramsallaştırmak, onun tahayyüllerinin ötesine geçmek, Cumhur İttifakı'nın ince ince oluşturduğu retorik stratejileri çözümleyerek ifşa etmek ya da boşa çıkarmak ve rejimin oluşturmaya çalıştığı sürem parantezini paranteze almak ile mümkün olabilir.
Bu şartlarda, CHP ve DEM Parti’nin rejimin kurduğu retorik hegemonyadan kurtulması ve içinde bulundukları vertigo halinden çıkması, değişim için en kritik aşamalardan biri olarak ortaya çıkmaktadır. 2023 seçimlerine giderken yapılan hataları tekrarlamamak adına, bu noktada en büyük sorumluluk CHP ve DEM Parti liderliklerine düşmektedir. Muhalefetin liderlik, sözcülük, koordinasyon, çok sesliliğin kakofoniye dönüşmemesi ve atılan adımların planlı olması gibi konularda da dikkatli olması, kapsamlı ve hesaplanmış bir strateji benimsenmesi şarttır.
***
Bu yazıyı kaleme aldığımız sırada, Türkiye ve Suriye'de uzun vadeli ve yapısal etkileri olacak önemli gelişmeler yaşanıyor. Bir yanda, "Bahçeli açılımı" etrafındaki tartışmalar devam ederken, diğer yanda Halep’in beklenmedik bir hızla HTŞ ve ÖSO güçlerinin eline geçmesi, HTŞ'nin Şam’ı da ele geçirmesiyle Esad Rejimin çöküşü, Suriye’de 2020’den bu yana devam eden kırılgan dengeyi bozdu. Bu gelişmeler Türkiye’nin müdahil olduğu yeni bir sürece dönüşmüş görünüyor. Ortadoğu’da bu gelişmelerle, Aydın Selcen’in ifadesiyle “Türkiye resimden çıkarak, haritaya girmiş oldu.” Bu iki konuyu detaylı olarak ilerleyen yazılarımıza bırakıyoruz. Ancak bu metni bitirirken gelişmelerin, Türkiye’de otoriterliğin gidişatı konusunda önemli ipuçları sunduğunu vurgulamak istiyoruz.
1990'lardan beri özellikle Erdoğan iktidarları boyunca Kürt meselesinde "çözüm" teşebbüslerinin siyasal sistemdeki depremlerin öncü sarsıntıları olduğunu hatırlatmak gerekiyor. 2013-2015 çözüm sürecindeki gelişmeler ve sonrasında yaşananlar, bu iktidarın Kürt meselesini "çözme" girişimlerinin şiddetli bir geriye gidişi tetiklediğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Buna, Suriye’deki "yeni fırsatlar kapısı" eklendiğinde, günlük krizlerle baş etme kapasitesini yitirmiş, toplumsal desteği 2002'den beri en düşük seviyesine gerilemiş ve bir yönüyle azınlık iktidarına dönüşmüş bir otoriter ittifakın giderek hem daha köktenci hem de daha acilci bir hale geldiğine tanık oluyoruz. Acil ve kökten "çözümler"i gündeme almaya başlayan Erdoğan(-Bahçeli) rejiminin, "haritaya girdiği" fırtınalı Orta Doğu denkleminde ise Türkiye'nin Suriye'de hakimiyet kurma ihtimalinden daha çok, Türkiye'nin farklı şekillerde Suriyeleşmesi riskinin tartışılmasında yarar görüyoruz.
***
Yazıya son noktayı koyduktan hemen sonra Esad rejiminin çöküşü haberi geldi. Suriye’de 2020 sonrasında oluşan göreceli ve kırılgan status quo, uzun bir belirsizlik dönemine yerini bırakmış durumda. Mevcut sisli tablo, kesin öngörüler yapmayı güçleştiriyor. Ancak şu bir gerçek ki, son on yılda Türkiye ve Suriye arasındaki sınır fiilen ortadan kalkmış; iki ülke, birbirinin içerisinde demografik, askeri, siyasi ve ekonomik varlıklar oluşturmuş durumda. Esad Rejiminin çökmesi ile bu iç içe geçmişlik daha da kuvvetlendi. Şam’ın düşüşü sonrasında, Suriyeli göçmenlerin gönüllü olarak ülkelerine dönmesi, gerginlik ve karmaşanın sona ermesi ya da Suriye krizinin kapanması gibi beklentilere kapılmak gerçekçi değil. Suriye’de Sünni bir İslam Devrimi yaşanıyor ve bu durum, siyasi ve ekonomik açıdan Erdoğan(-Bahçeli) rejimi için “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirilebilecek yeni fırsatlar yaratıyor. Türkiye’nin Suriye’yi etkilediği kadar, Suriye’deki gelişmelerin de Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hayatını şekillendireceği bir dönemin kapısının sonuna kadar açıldığı öngörülebilir.
[1] Dr. Yektan Türkyılmaz, Viyana'daki Orta Avrupa (Central European) Üniversitesi, Doğu Akdeniz Çalışmaları Merkezi'nde kıdemli araştırmacı.
Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü'nde öğretim üyesi, İslam & Orta Doğu Çalışmaları Programı direktörü ve Gazete Oksijen köşe yazarı. Yazarlar bu metni okuyup, yorumlarını esirgemeyen Murat Sabuncu ve Dr. Tuğçe Erçetin'e gönülden teşekkür eder.