Süha Atatüre*
Bu konuda yazmamın nedeni kavramların doğru kullanılması halinde gerek bilimde ve siyasette gerekse de günlük yaşamamızdaki yerinin ne kadar önemli olduğunu açıklamaktır. Önemlidir çünkü düşünce dünyamız somut ve soyut kavramlarla oluşur. Kavramlar arasında ilişki kurduğumuzda da ilkeler ortaya çıkar. Dolayısıyla kavramlar ve ilkelerle düşünür ve düşüncelerimizle de iletişim kurarız. Tabii ki iletişimin pozitif anlamda gerçekleşmesi kavramların iletişim kuracaklarınızla aynı şekilde bilinmesi, anlaşılmasına bağlıdır. Bunun için de gerek somut gerek soyut kavramların ne olduğunun bilimsel olarak açıklanması gerekiyor. Ancak problem de burada kendini gösteriyor ve aynı kavram farklı kişilerce farklı şekillerde anlaşılabiliyor. Oysaki her bir kavramın herkes tarafından kolayca anlaşılması için tek yolu var. Kısaca basit bir yöntem olarak soyut ya da somut herhangi bir kavramı açıklamak için;
- Önce kavramı tanımlamak zorundayız,
- Kavramın özelliklerini belirtmek zorundayız,
- Kavramın örneklerini vermek zorundayız,
- Kavramın örnek olmayanlarını göstermek zorundayız.
Örneğin "devlet" kavramı değişik kişilerce değişik kelimeler ve terimlerle tanımlanabilir. Bu kavram tanıma dayalı özellikleri ile örnekleri ve örnek olmayanları ile kesin bir forma girer ki biz karşılıklı olarak örneğin devlet dediğimizde ne demek istediğimizi böylece anlatabilir ve anlaşırız. Ancak, kavramı örneğin "rejim" veya "sistem" kavramlarını devlet üzerinden siyasal yapıları açıklamak için kullandığınızda yani kavramı işlevsel amaçla bir yapıya yüklediğimizde anlaşılmama veya anlaşıldığını sanma hatta anlaşılamamış olduğumuzu fark edemeyebiliriz. Bu da kavramları doğru yerlerinde kullanıp kullanamamakla ilgili bir sorun oluyor. Kuşkusuz bu dikkate değer bir sorundur ki sıradan kişiler yanında siyasiler ve akademisyenler bile devletlerin rejimi ile sistemleri arasındaki kesin kavramsal farklılığı göz ardı edebiliyorlar. Dahası yüzyıllık bir parlamenter rejim değiştirildiği halde sanki sistem değiştirilmiş gibi rejimi sistemle karıştırabiliyorlar. İşte rejim ve sistem kavramları üzerinde de bu nedenle durmak gerekiyor.
Nitekim konu üzerine yazan İspanyol sosyolog Yuan Jose Linz'in "Totalitarian and Authoritarian Regimes", Özbudun'un "Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye", Yazıcı'nın "Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Türkiye için Bir Değerlendirme", David Easton'ın "The Analysis of Political Structure" kitapları ile Kalaycıoğlu'nun "Siyasal Sistem ve Rejim Nedir?" makaleleri tam da bu konuya ait örneklerdir. Bu çalışmalarda da rejim ve sistem kavramlarının birbirinin yerine kullanıldığını görebiliyoruz.
Kuşkusuz bu iki kavramı birbirinden farklı kavramlar olarak kullanmak doğru düşünce üretmek bakımından önemlidir. Bu önemin yanı sıra rejim tipolojisi ya da sınıflandırması da bu farklılığa bağlı olarak basitleşecek, karmaşıklık da önlenebilecektir. Bu iki hususu açıklamak için Montesquieu'nün Kanunların Ruhu kitabı bize yol gösterici olabilir. Montesquieu kitabın 13'ncü bölümünde;
"Devletlerin yapısı değişebilir. Eğer bu değişiklik devletin kuruluş ilkelerine dokunulmadan yapılıyorsa bu durum devletin yapısının geliştirildiğini, ilerletildiğini gösterir. Ancak bu değişiklik devletin kuruluş ilkelerine dokunarak, onları değiştirerek yapılıyorsa o zaman devletin kuruluş yapısı bozuluyor demektir[1] " der.
Burada Montesquieu devletin yapısı derken devletin daha kurulurken oluşturduğu temel ilkelerden yani rejiminden, rejimin ilkelerine dokunulmadan yapılacak değişiklerle de rejimi işlevsel hale getirecek sistemlerden söz ediyor. Öz olarak devlet, rejimi ve rejimi yaşama aktaran sistemlerden oluşan bütüncül aktör oluyor. Bu nedenle rejimler basit çoğunluklu referandumlarla değiştirilemez. Rejimin değiştirilmesi devletlerin yaşamında olağanüstü bir durumu gösterir. Referandumlarla yapılan rejim değişiklikleri örtük bir şiddetin, örtük/açık bir baskının veya örtük bir çatışmanın sonucu sayılmalıdır. Aslında değişen devletin rejimi ile birlikte kuruluş ideolojisidir.
Rejimin ilkeleri kurucuların yüksek bir konsensüse (uzlaşmaya) dayalı olarak ortaya koyduğu meşru değerlerle ilişkilidir. Kapani'ye göre[2] konsensüs yüzde elliler düzeyindeyse rejime dönük konsensüs bitmiş demektir.[3] Örneğin Türkiye'de 1923 yılından 2007 yılına kadar geçen süreçte parlamenter rejimimizin konsensus ile ilgili dikkate değer bir sorunu yoktu. Partiler arası ya da toplum içindeki siyasi mücadele odağı rejim değil siyasal iktidarların sistemler (eğitim, seçim sistemi, ekonomi, hukuk vb) üzerindeki tasarruflarıydı. Ancak 2002 yılından sonra siyasi iktidar yalnızca sistemlerle değil rejimle de mücadeleye girişti. Nitekim ülkenin parlamenter rejimine karşı ilk darbe 2007 yılında cumhurbaşkanını halkın seçmesine dönük referandumla yapıldı.[4] 2017 yılındaki referandumla da 1923 yılında kurulan parlamenter rejim yüzde 51,2 düzeyindeki son derece düşük konsensüs ile değiştirildi. Kimliği ya da tanımı zor yeni bir yapı kuruldu. Kuşkusuz bu da önemli bir meşruluk sorunu, rejimin ilkelerine aykırı ideolojik bir dönüşüm ve kutuplaştırma yarattı. Toplum, temel konsensüs bozulduğu için kaosla yüz yüze kalırken kaos adil ve sakin bir seçimle sonlandırılamaz ve kuruluş rejimine yüksek bir konsensüs ile dönülmezse kaosu aşan sürekli bir iç çalkantı ile karşılaşılabilir. Çünkü; kuruluş süreçleri sonunda devletlerin oluşturdukları anayasaları rejimlerinin ne olduğunu gösterir. Rejimin yapısı anayasalarda bellidir. Bunu yaratan ya da zorlayan da halkların tarihleridir.
Devletlerin rejimi; başkanlık, parlamenter veya monarşik olabilir. Siyasal iktidarlar ellerindeki meşru güce dayanarak sistemlerde yapacakları değişikliklerle rejimlerini demokratik bir yapıya kavuşturabilecekleri gibi çıkaracakları yasalar veya anayasa değişiklikleri ile otokratik veya totaliter bir yapıya da dönüştürebilirler. Bu durum seçim sisteminde, yargı sisteminde, bürokraside ya da haklar temelinde yapılacak değişikliklerle demokratik devlete doğru da evrilebilir, otokratik ya da totaliter devlete de dönüşebilir.
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanlık rejimi anayasalarını onayladıkları 1791 yılında köleci, anti demokratik sistemlere sahipti. Kontrol ettikleri tek güç başkanın tiran olmamasıydı ve bunu da anlamlı bir kuvvetler ayrılığı yapısı ile sağladılar. Anayasalarında sistemlerine dönük yaptıkları 17 değişiklikle de 230 yıl önce kurdukları başkanlık rejimi ilkelerine asla dokunmadan ama sistemlerde değişimler yaparak antidemokratik sistemlerini demokratik bir yapıya dönüştürdüler.
Türkiye'de 4 Nisan 1924 tarihli Anayasamıza göre parlamenter rejim kuruldu. Buna göre; "Parlamento (TBMM) halk tarafından seçilen milletvekillerinden oluşur, en yüksek oyu alan partinin başkanı başbakan olur, başbakan yine milletvekillerinden bakanlar kurulunu oluşturur, Meclis kendi içinden cumhurbaşkanını seçer ve cumhurbaşkanı da bunların tümünü onaylar". İşte bu temel ilkeler üzerine parlamenter rejim Türkiye'de kurulmuş oluyordu.
İngiltere de 1066'da ilk kurulduğunda bir monarşi idi. 1215 yılından başlamak üzere rejime yani monarşinin doğal ilkelerine dokunmaksızın kralın bazı yetkileri oluşturulan parlamentoya devredildi. Parlamento da rejim gereği krala veya kraliçeye bağlı olarak sistemlerde yaptığı değişikliklerle monarşik rejimi bozmaksızın sistemi demokratik kurallara göre organize etti.
Suudi Arabistan devleti de başında bir kral bulunan monarşi olarak kuruldu. Ancak devlet 1932 yılından günümüze ne rejimini değiştirdi ne de sistemlerinde yaptığı değişikliklerle demokratikleşebildi. Kralın gücünü kısıtlayacak herhangi bir mekanizma oluşturulmaksızın monarşik rejim sürdürüldü. Kısaca İngiltere de Suudi Arabistan da monarşik rejimlerdir ama biri demokratik diğeri ise diğeri totaliter sistemlere sahiptir. Türkiye'de kurulduğunda parlamenter rejime sahipken rejim yıllar geçtikçe demokratikleşmiş ancak 2007 yılından sonra yapılan anayasal ve yasal değişikliklerle de antidemokratik bir sisteme doğru evrilmiştir.
Böylece temel olarak rejim türlerini Başkanlık, Parlamenter ve Monarşik olmak üzere üç kategoride değerlendirebiliriz. Otoriterlik, totaliterlik, sultanilik, yarı başkanlık, yarı parlamentarizm, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi vb. yönetimler rejim olarak değerlendirilemez. Çünkü devletlerin kurucuları devleti totaliter, otoriter veya demokratik bir devlet kuracağız diye kurmaz. Bu bir egemenlik ve bağımsızlık mücadelesidir ve devlet ve rejimi bu temel üzerine kurulur. Dönüşümler ise rejimlerin sistemlerinde süreç içinde yapılan değişikliklerle ilgilidir.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti'nin 2022 yılındaki hükümeti mevcut "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"ni bir rejim olarak kabul ediyorsa bu doğru bir sınıflama değildir. Sistem olarak değerlendiriliyorsa o zaman bunun rejiminin ne olduğu sorgulanır. Aynı düşünceler muhalefet için de geçerlidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini devletin asli rejimine döndürmek istiyorsanız, bunun adı Parlamenter Rejimdir ve bizim rejimimizde cumhurbaşkanını halkın değil Meclisin seçmesinin de çok özel bir anlamı vardır.
SÖZ KONUSU ESERLER Linz. J.J, 2000, Totalitarian and Authoritarian Regimes, Lynne Rinner Publishers, Colorado, Özbudun. E, 2011, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Yazıcı. S, 2013, Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri, Türkiye için Bir Değerlendirme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Easton. D, 1990, The Analysis of Political Structure, Routledge, New York, Kalaycıoğlu. E, "Siyasal Sistem ve Rejim Nedir?" Sarkaç Yayını. |
* Prof. Dr. Süha Atatüre, İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi
[1] Montesquieu, The Spirit of the Laws, Edited by Anne M. Cohler, Basia C. Miller & Harold S. Stone, Chapter 13, Page 172, Cambridge, Cambridge University Press, 13ncü Baskı, 2008
[2] Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1983, s.87,
[3] 2017 Referandumuyla Türkiye'nin rejiminin yüzde 51, 2 çoğunlukla değiştirilmiş olması giderilemez bir sorunun da nedeni olmuştur.
[4] Referandum sonucu; Evet yüzde 68,95 Hayır yüzde 31,05.Kayıtlı seçmen/katılım67.49. CB'yi halkın seçmesi kabul edildi.