Kültür-Sanat

Prof. Ortaylı: Restorasyonlar üç beş üyeye, bürokrasiye ve amatörlere bırakılamaz

"Maalesef biz büyük restoratörler ülkesi değiliz"

17 Nisan 2016 12:42

Türkiye'de tarihi yapıların dokusuna zarar veren restorasyon çalışmaları, Erzurum'daki Çifte Medreseli Minare'ye döşenen su borularıyla yeniden gündeme geldi. Tarih profesörü İlber Ortaylı, "Yeryüzünde hiçbir toplum 13'üncü asrın incisi olan bir eserin akıbetini bilim kurulundaki üç-beş üyeye, bürokrasinin kilit noktasındaki amirlere ve amatörlerin inisiyatifine bırakma lüksüne sahip değildir" dedi. Ortaylı, Hürriyet'teki yazısında "Maalesef biz büyük restoratörler ülkesi değiliz. Restorasyon uzmanı iyi bir mühendis, iyi bir tarihçi ve sanatkâr olmak zorunda. Bu nedenle bütün eski bina restorasyonlarında yetkili kurullar ve Anıtlar’la müteahhitler arasında bitmeyen çekişmeler, iptaller, uzatmalar görülür. 13’üncü asrın bu ünlü eserinin çatı olukları nasıl düzenlenecek?" ifadelerine yer verdi.

İlber Ortaylı'nın Hürriyet'in bugünkü (17 Nisan 2016) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:

Yeryüzünde hiçbir toplum 13'üncü asrın incisi olan bir eserin akıbetini bilim kurulundaki üç-beş üyeye, bürokrasinin kilit noktasındaki amirlere ve amatörlerin inisiyatifine bırakma lüksüne sahip değildir.

Bir müddet evvel, Şile’deki Ocaklı Ada Kalesi’nin sözde restorasyonu basını işgal etmişti. Hiç şüphesiz İstanbul surlarının Taç Vakfı tarafından desteklenen restorasyonu da Hollywood zevkine göre yapılan düğün pastası görümündeki bir çalışmadır. Vlaherna Sarayı’nın restorasyonu, Anadolu’daki restorasyonlar arasında Sümela ve daha nice sayısız eser bunların başında gelir. Daha tatsız örnekler de vardır. Bilhassa İstanbul’da yeni bir bina yapılırken temeldeki eski eserler betona gömülür; ileride tarihçiler Beşiktaş İnönü Stadı’nın altındaki Saray Ahırları’nı, asıl önemlisi Dolmabahçe Tiyatrosu’nun ne olduğunu haklı olarak soracaklar.

Bizzat Topkapı Sarayı’nda 1940’lı ve 1960’lı yıllarda beyaz çimentonun yanlış olarak ve bilinçsizce kullanıldığı biliniyor. Mesela Hırka-i Saadet’in üzerinde bu kullanım duvarın öbür tarafındaki orijinal düzgün restorasyonla karşılaştırıldığında daha iyi görülebilir. Sarayın bir talihsizliği de 1940’larda bürokratların Enderun hazinesindeki ahşap kubbeyi yetersiz bulup taş ve çimento ile kubbe yaptırmalarıdır. Bu yeni kubbelerin binanın istinat duvarlarına verdiği aşırı yükün yarattığı problem bir yana Hazine Dairesi’ndeki ısınma ayarı bakımından da beklenmeyen etkileri görülür.

Restoratörler malzemeyi tanımıyorlar; eski yapıların özellikleri iyi incelenmiş değil. İnşaat dünyasına giren her yeni malzeme veya her uygulanan tekniğin eski eserlerin restorasyonunda kullanımı hiç şüphesiz ki akıl işi değildir. Maalesef mimar zümresi iyi restoratör yetiştiremiyor. Zira bu ikinci dal müthiş bir tarih ve sanat tarihi bilgisi, engin coğrafya gözlemleri ve birikimi gerektirmektedir. Son zamanlarda hükümet, çevreyi korumaktan ve yükselen İstanbul’un yarattığı tahribattan söz eder oldu. Ne var ki yakın zamandaki hukuksuz yapılanmaların bile önlenmesine ve düzeltilmesine yönelik en hafif ümit veren bir girişim görülmüyor. Zavallı İstanbul; hiç değilse senin güzelliğini korumak için nasılsa mahkemelerden çıkan kararları bile uygulayacak otorite nerede?

 

Çifte Minareli Medrese'nin çatı olukları

 

Sadece İstanbul mu? İşte Anadolu’dan bir başka örnek. Erzurum’un ortasında yer alan ve I. Alâeddin Keykubad’ın kızı Hüdâvent Hatun tarafından yaptırılan Çifte Minareli Medrese, Kösedağ Savaşı’ndan sonra İran İlhanlı Moğollarının resmen sınırlarına da katılmasa da etki alanına giren Erzurum’da bir tür direnişin eseridir. Önündeki Çifte Minare’nin mazide yıkıldığı malum. Yerel halk ve üniversite öğrencilerinin gün boyu ve akşamları oturduğu, kısa süren Erzurum yazında hoş bir serinliği olan, çay-kahve sohbetleri yapılan bu alanın özgün mimarisi dolayısıyla yıllar süren uzun bir restorasyon geçirdiği de malum. Maalesef biz büyük restoratörler ülkesi değiliz. Restorasyon uzmanı iyi bir mühendis, iyi bir tarihçi ve sanatkâr olmak zorunda. Bu nedenle bütün eski bina restorasyonlarında yetkili kurullar ve Anıtlar’la müteahhitler arasında bitmeyen çekişmeler, iptaller, uzatmalar görülür. 13’üncü asrın bu ünlü eserinin çatı olukları nasıl düzenlenecek?

 

 

13’üncü asrın incisi kimlere emanet?

 

Bu bir estetik, fakat her şeyden önce bir teknik icat meselesidir. Binanın içinde ve dışında yer alan olukların halkta ve sanat tarihçileri arasında tepki yarattığı görülüyor. Haklıdırlar. Ne var ki böyle mühim restorasyonlarda herkesin ilgi göstermesi, bilgi dağarcığını açması gerekir. Yeryüzünde hiçbir toplum 13’üncü asrın incisi olan bir eserin akıbetini bilim kurulundaki üç-beş üyeye, bürokrasinin kilit noktasındaki amirlere ve amatörlerin inisiyatifine bırakma lüksüne sahip değildir. II. Cihan Harbi’nden sonra Hitler’in kasten tahrip ettiği Varşova’nın restorasyonunun nasıl bir ulusal seferberlik halinde sürdüğünü hatırlamak gerekir. En büyük restorasyon uzmanı kimdir? Cevap: Atalarının mirasını tanıyan, merak eden, hafızasına nakşeden ve koruma kavgası yapan halkın kendisidir. Yoksa hiçbir şey düzgün yürümez.

Müfredat programı taslağında ele alınan konular geniş. Bu genişliğe uygun bir metin ortaya konacağıysa çok şüpheli. 

Türkiye'de kasaba politikası tarih düşüncesine el atmaya heveslendi. Vahim bir gelişme... 18 ve 19’uncu yüzyılın eğitim tarihini dikkate alırsak ilk örnek bu değil. İnkılapçı Fransa’dan anayasal monarşist Britanya’ya, Alman dükalıkları ve Avusturya İmparatorluğu’ndan otokrat (müstebid) Rusya’ya kadar, her yerde aynı şey denenirdi. Kitleye aktarılan tarihte olayların ve kurumların doğru tespiti ve tarifi ama yorumların imparatorlukların veya milliyetlerin ideolojisine paralel ölçüde saptırılmasına dikkat edilirdi. Bu yapma tarih Voltaire’den Hegel’e herkesin kendi Fransız veya Alman dünyasını beşeriyetin ulaştığı en yüksek mertebe olarak değerlendirdiği bir yorumun okullara girmesine neden oldu.

İnsanların çoğu tarihi okulda öğrenir; bu bugün de geçerlidir. Açıkça anlaşılıyor ki Türkiye bu akıma ilk giren ülke değil; bazı gayretkeşler Türk İmparatorluğu’nun tarih dersine el atışını göz ardı ettiler. Geç kalmıştı ama iddiasızdı okul tarihçiliği... Fezleke-i Tarih-i Osmani mütevazı bir bilinç verme örneğidir. Kemalist dönemin tarihçiliğini bazı siyaset bilimcisi arkadaşlar(!) her ülkedeki muasır tarih derslerini mukayeseli olarak inceleme yeteneğine sahip olmadıklarından veya gerek duymadıklarından olacak kendilerince ele aldılar. Hatta Türk tarih dersi kitaplarını ele alanların bazıları yabancı Türkologlardı. Yorumları ve bilgi dağarcıkları fakirdir. Onlardan beklenen daha geniş mukayeseli bir metin analiziydi.

Konuyu fazla uzatmayalım; bugün Milli Eğitim, tarih derslerine el atıyor. 9-12’nci sınıflar için hazırlanan tarih dersi öğretim programı TBMM’nin gündeminde. Sokakta, acemi basın-yayın organlarında ele alınan grotesk tarih yorumları yanında (bunu gülüncün ötesinde ‘çarpık’ diye yorumlamak mümkün) anlaşılan bir de müfredat değişecek.

Müfredat programı taslağına baktım; ele alınan konular fazla geniş. Bu genişliğe uygun bir metin ortaya konacağı çok şüpheli. İnanç sistemlerine kadar iniliyor. Metafizik, mezhep, yaratılış efsanesi vs gibi sonsuz kavramlar açıklanacakmış.