Yaşam

Prof. İlber Ortaylı: Bir ülkenin kurucu hükümdarı hakkında bu kadar az tetkik yazılması ilginç değil mi?

Ortaylı, Selçuklu hükümdarı Alp Arslan'ın öldürülmesini Türkiye siyasi tarihinin en önemli suikasti olarak yorumladı

20 Kasım 2016 15:17

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türkiye tarihinin bilinen en önemli siyasi suikasti diye yorumladığı Selçuklu hükümdarı Sultan Alp Arslan'ın 13 Kasım 1072 tarihinde hayattan göçtüğünü söyledi. Ortaylı, Türk siyasi tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Alp Arslan'la ilgili çok az sayıda inceleme yapıldığını belirterek "Bir ülkenin halkının kurucu hükümdarlar hakkında bu kadar az tetkik yazması ne kadar ilginç değil mi?" diye yazdı. 

İlber Ortaylı'nın Hürriyet'te Sultan Alp Arslan'a suikast başlığıyla bugün ( 20 Kasım 2016) başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

 

13 Kasım 1072 tarihinde Türkiye tarihinin bilinen en önemli siyasi suikastı sonucu Anadolu'nun kapılarını ulusumuza açan Sultan Alp Arslan tarihe göçtü. Kurucu hükümdar Alp Arslan hakkında bu kadar az tetkik yazmamız normal mi?

Sultan Alp Arslan bir taht kavgası sonunda İran Selçuklularının hükümdarı oldu. Büyük Selçuklu Devleti, İran tarihinin önemli bir safhasıdır. Daha evvelinde bu eski medeniyetin ve dilin yaşadığı coğrafya önemli ölçüde Türk kabileler tarafından paylaşılır hale gelmişti.

 

Müslümanlığa İran medeniyeti üzerinden girdik

 

Gerçi İranlılık ve Türklük bilinen en eski tarihe kadar kültürel ve dini bir ilişki içindeydi. Şamanizm dahi İran dininden etkilenmiştir. Müslümanlığa da zaten Araplarla temasla değil, İran medeniyetiyle temas sayesinde girdik. Kullandığımız tabirler; peygamber, abdest, namaz, oruç, hep Farsçadan geçmedir. Her şeyden önce memleketin adını İran koyanlar, Selçuklu Türk devleti ve halkıdır.

Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt Zaferi’ne rağmen Anadolu’yu ele geçirip iskân etme gibi bir amacı olduğunu söylemek güç. O ortaçağların zengin, verimli ve uygun stratejik bölgesine, yani Suriye, Filistin ve Mısır’a yöneliyordu. Nitekim ilk aldığı yerlerden Berzem Kalesi’nin Komutanı Yusuf’u sorgulama sırasında tahkir etmesi ardından onu serbest bırakması vakayinamelere göre hayatını sona erdiren suikasta neden olmuştur.

Tarihin garip bir tecellisi olarak, hem oğlu Sultan Melikşah hem kendisinin hem de oğlunun en büyük devlet adamlarından biri olan Nizamülmülk de suikastla öldürüldü. Onları da Haşhaşiler katletmiştir.

Türk hükümdarlar ne zaman 'Sultan' oldu?

1055 ile 1090 arası bütün İran’ın ve Ortadoğu tarihinin en verimli dönemidir. Evvela Ortadoğu’ya çöken uyuşuk manzara ve gerileme, Horasan (Türkmenistan) üzerinden gelen Selçukilerle bir dinamizme kavuştu. Alp Arslan’ın amcası Tuğrul Bey Bağdat’ı aldı. Abbasi halifeleri Türklere tabi hale geldi. Türk hükümdarları kendilerine Sultan unvanı verdiler, bu ‘Kayser’ gibi bir adlandırmadır. Dünyevi hâkimiyetten başka dini hâkimiyeti temsil eden halifenin de kendilerine itaati, hiç değilse yandaşlığı şarttır.

Türkler İran’da olsun, Suriye’de olsun, mahalli dilleri yani Farsça ve Arapçayı medresede ve yargıda bıraktılar ama orduda kesinlikle Türkçe kullanıldı ve Türk unsur hâkimdi; bu Türk devletinin ve dilinin yaşaması ve üniversalleşmesini (cihanşümul mahiyet kazanmasını) sağlayan bir gelişmedir. Alp Arslan’ın erken ölümüne rağmen İran, Türk köylüleri ve şehirleriyle değil ön planda göçebeleriyle doldu. Yerli İran kültür ve medeniyeti, Türk askeri dinamizmi sayesinde ta Uzak Asya’dan bile uzman ustalar, mimarlar getirtilmesiyle zenginleşti. Bizans’la temaslar yoğunlaştı ve bundan sonraki yüzyıl içerisinde Anadolu’nun Türkleşme süreci de tamamlandı. 

Kurucu hükümdar Alp Arslan 

Alp Arslan, Çağrı Bey’in ikinci oğludur ama onun en gözde şehzadesiydi. Bu nedenle amcası Tuğrul Bey’e de yardımcılık yapmıştır. Çağrı ve Tuğrul, Ortadoğu coğrafyasının değişmesinde en önemli etkileri yapan iki kardeş hükümdardı. Sultan Alp Arslan, bugün Doğu sınırımızdaki, ortaçağların en önemli Ermeni başkenti Ani’yi de fethetmiştir.

Asıl önemlisi Selçukiler, Fatımilerle yani onların Şii anlayışıyla mücadele eden ve İran’ı bir süre için Sünnileştiren hanedandır. Sultan Alp Arslan üzerine merhum Mehmet Altay Köymen’in ‘Alp Arslan ve Zamanı’ kitabı vardı. Bir de bugünlerde Doç. Dr. Cihan Piyadeoğlu’nun “Sultan Alp Arslan” adlı bir monografisi çıktı.

Kitapta sadece dokuz yıl tahtta kalmasına rağmen Türk tarihinde adı en fazla geçen hükümdarlardan biri olan Sultan Alp Arslan’a dair yeni bilgiler ve mutlaka tartışılması gereken iddialar var. Bir ülkenin halkının kurucu hükümdarlar hakkında bu kadar az tetkik yazması ne kadar ilginç değil mi?

 

İlber Hoca öneriyor

Önümde bir kitap var. İmparatorluğun 16. yüzyılında ismi çokça geçen Kanuni’nin Yahudi bankeri Dona Gracia üzerine yazılan bir roman. İstanbul işadamlarının önde gelenlerinden, şehrimizin Portekiz fahri konsolosu Aaron Nommaz’ın eseri.

Dona Gracia, hem bizim Türk tarihçilerin hem de yabancıların Kanuni, 2. Selim ve 3. Murad devirleri boyunca değinmeden geçemeyecekleri isimlerin başında geliyor. Dona Gracia’nın yeğeni ve damadı Joseph Nasi de 2. Selim’in Ege adalarından Naksos’a dük tayin ettiği bir tarihi sima.

Bir Yahudi’nin dük olması ilginç bir olay; tayin eden de sisteminde dükalık ve kontluk barındırmayan güçlü bir Müslüman tahtın, Osmanlı’nın hükümdarı 2. Selim Han.

Dona Gracia, Hıristiyan adıyla Portekizli Mendes ailesinden. Katolik Kraliçe Isabella ve kocası Kral Ferdinand zamanındaki İber Yarımadası’nda, Yahudi ve Müslüman katletme döneminde bir grup Yahudi ve Müslüman canlarını kurtarmak için sözde Hıristiyan oldular.

Birincilere ‘Maranos’ (Maran), ikincilere ‘Muriskos’ diyorlar. Aaron Nommaz, bu grubun içinde ticaret ve cemaat önderliği konusunda en öne geçen Nasi, Hıristiyan adlarıyla Mendes ailesinden Dona Gracia’nın hayatını ele alıyor. Avrupa’daki Engizisyon, Papalık ve İtalyan devletlerinin bu konudaki güvenilmez politikaları sonunda Muhteşem Süleyman Han’ın ülkesine sığınan Dona Gracia’nın daha Avrupa’da başlayan Osmanlı lehine haber alma faaliyetleri ve devletle ilişkileri de ele alınıyor. Okunacak bir roman, sürükleyici bir dil ve Yahudi bir aydının köşesinden Osmanlı tarihinin yorumlanışı. 

 

Arkeoloji Müzesi'nde bienal

 

3’üncü İstanbul Tasarım Bienali, 22 Ekim-20 Kasım tarihleri arasında Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, DEPO, Studio-X Istanbul, Alt Sanat Mekânı’na ek olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde yer alıyor.

Bienal bu sene, yetmişten fazla projeyle insan ve tasarım kavramları arasındaki ilişkiyi iki saniyeden 200 bin yıla uzanan süreçler üzerinden yansıtma iddiasında. İstanbul Arkeoloji Müzeleri, bienal kapsamında arkeolojik eserlere ek olarak tasarımın dünyayı farklı ölçeklerde şekillendirdiğini gösteren projelere yer veriyor. 1 Aralık 2015 tarihinde ‘BİZ İNSAN MIYIZ?: Türümüzün Tasarımı: 2 saniye, 2 gün, 2 yıl, 200 yıl, 200.000 Yıl’ başlığının açıklandığı yer yine İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin kütüphanesiydi. Bienalin müzeyi sergi mekânlarından biri olarak belirlemesi, küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley tarafından bir ‘tasarım müzesi’ olarak adlandırılan müzenin olağan ziyaretçileri için hoş bir sürpriz. Aynı zamanda buradaki sergi, bienal takipçilerinin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne belki de ilk defa gelmeleri için iyi bir fırsat. Serginin diğer bölümü Galata Rum İlkokulu’nda ve Bomontiada’da yer alan Alt Sanat Mekânı’nda.

 

Kimdir bu Karaylar?

 

İstanbul Karayları Kırım asıllıdır. Bu aidiyet sadece coğrafi mekândan ibaret değildir. Ortaçağların Yahudiliği kabul eden ünlü Kıpçak Türk devleti Hazarların kalıntısı bir kavim söz konusudur. Dilleri Kırım Türkçesinin bir şivesidir, dinleri Yahudi dininin Karay mezhebidir. Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethedince Kefe’den kalabalık bir cemaati İstanbul’da bugünkü Karaköy ve Hasköy’e yerleştirmiştir.

Zaman içinde Karaylar eridiler, göç ettiler, nüfusları azaldı, bugün artık 40-50 kişi kaldılar. Dr. Bünyamin Levi bu cemaatten ve ailesi tıp camiamızda tanınır. Zaten kitabın yazımında eşi doktor Margaret Levi’nin de payı var (Karay yemekleri kısmında). Kitapta neredeyse Karay cemaatinin üyeleri tek tek ele alınıyor, Kinisa (Karaylar ‘sinagog’ demez) ve cemaatin tarihiyle ilgili vesika ve olayların zikredilmesine gayret ediliyor. İlk defa bir köşede unutulan İstanbul Karay cemaati içinden bir aydınımız doktor Bünyamin Levi, ‘Bizans’tan Günümüze İstanbul Karaileri’ adlı kitabında bu toplumu bize gerçekten tanıtıyor.