Ocak 2019'da Inga-Lill Aronsson, İsveç'teki Uppsala Üniversitesi'nde Arşiv, Kütüphane ve Müze Bilimi alanında bir yüksek lisans dersi verdi. Bir öğrenci, eski arşivlerde ırksal meselelere ışık tutan bilgilerin nasıl bulunabileceği sorusunu sordu. Aronsson, bugün aşağılayıcı olarak kabul edilen ancak eskiden yaygın olan anahtar sözcükleri yazmayı deneyebileceğini söyledi. Örnek olarak "negro" kelimesini verdi. Orada tuzak yeniden kuruldu. Dört öğrenci bölüme bir e-posta gönderdi ve "Inga-Lill'in siyah olmadığı için ve de ırksallaştırılmamış[1] olduğu için aslında bu kelimeyi kullanmaya hiçbir şekilde hakkı olmadığını" belirtti. Öğrencilerin hiçbiri kendilerini "ırksallaştırılmış" olarak tanımlamıyordu, ancak bu özelliğe sahip birinin bu kelimeye gücenebileceğine inanıyordu. Burada üniversitenin "eşitlik koşulları uzmanı" Hooshang Bazrafshan devreye girdi. Aronsson, bölüm başkanı, başkan yardımcısı ve Bazrafshan'ın katıldığı bir toplantıya çağrıldı, burada Bazrafshan onu azarladı ve N-sözcüğünü bir daha asla kullanmayacağına söz vermeye zorladı. Görüşmeden sonra Aronsson, "Söz vermeyi kabul etmeseydim bütün gün odada kalmak zorunda kalacaktık. Kabul etmekten başka çıkış yolu görmedim" dedi. Böylece, Aronsson normalde Mao'nun Kızıl Muhafızlarının kurbanlarıyla ilişkilendirdiğimiz türden bir özeleştiriye zorlandı, orada tartışmak için değil, hemen suçlamak ve yargılamak için orada bulunan siyasi komiser gibi bir kişiye teslim edildi. Nasıl oluyor da bir bilgi, akılcılık ve tartışma merkezi olan bir üniversite, Aronsson'ın bir soruya son derece makul yanıtını "soruşturulması" gereken bir taciz biçimi olarak görebiliyor? Üniversite, bir kelimeden bahsetmekle (Aronson'un yaptığı gibi) aynı kelimeyi kullanmak arasında (örneğin, kişi veya toplumları tanımlarken olduğu gibi) bir fark olduğu gerçeğine atıfta bulunarak gelen şikayeti neden reddetmedi?
Uppsala'da olanlar, bize Helen Pluckrose ve James Lindsay tarafından yazılan, okumaya değer ve iyi belgelenmiş Cynical Theories (2000) [Türkçe çevirisi: Alaycı Teoriler, 2022) isimli kitabın önemini gösteriyor. Bu yazarlar kitaplarında bir dil ve hakikat teorisinin, postmodernizmin, Batı üniversitelerinde ama aynı zamanda dışında da giderek daha önemli bir rol oynamaya başlayan bir bilgi, güç ve kimlik ideolojisine nasıl dönüştüğünü anlatıyorlar. Jacques Derrida tarafından başlatıldığı şekliyle postmodernizm, genellikle hakikatin tekabül teorisi dediğimiz şeyin sorgulanmasını içeriyordu. Bu teoriye göre hakikat, gerçeklik hakkındaki ifadeler ile bu gerçekliğin nesnel olarak var olan özellikleri arasındaki ilişkidir. "Oturma odamdaki tavan yüksekliği üç metredir" ifadesi, ancak ve ancak oturma odamdaki tavan yüksekliği gerçekte üç metre ise doğrudur. Ancak postmodernistlere göre böyle bir doğruluk iddiası, yalnızca "ölçü" ve "tavan yüksekliği" gibi terimlerle ne kastedildiğine dair fikirlerimizi içeren belirli bir "dil oyunu" içinde geçerlidir. Bu dil oyunundan bağımsız ve onun dışında hiçbir gerçeği bilmek istemezsiniz. Bu, gerçekliği dil aracılığıyla nasıl inşa ettiğimiz ve bir sonraki adımda onu neden başka bir şekilde değil de belirli bir şekilde inşa ettiğimiz hakkında yeni bir tür soru açar.
Ancak burada teori gelişimi yeni bir yön alıyor. Eğer dili belirleyen gerçeklikten ziyade gerçekliği belirleyen dil ise, bu aynı zamanda nesneler hakkında nasıl konuştuğumuz üzerinde - teorik terimi kullanmak gerekirse söylem - etkisi olanların dolayısıyla daha az ayrıcalıklı grupların yaşam koşulları üzerinde de etkiye sahip oldukları anlamına gelir. Belirli türde eylemleri hastalıklı veya suç olarak tanımlayarak, bu eylemleri gerçekleştiren kişiler, akıl hastanelerine veya hapishanelere kapatılma gibi çeşitli zorlayıcı önlemlere tabi tutulabilir. Zorlayıcı önlemler, tıbbi veya sosyolojik bilgiye atıfta bulunularak haklı gösterilebilir, ancak söylem teorisyenlerine göre bu bilgi, herhangi bir nesnel gerçeğe dayanmaz, ancak egemen grupların çıkarlarının ve güç kullanma iradesinin bir ifadesidir. Bu teorileştirmenin en ünlü temsilcisi Michel Foucault, bilgi dediğimiz şeyin iktidarla ilgili olduğunu ilan etti. Foucault'ya göre, marjinal grupların söylemlerinin nasıl onların altında bulundukları baskıların bir parçasını oluşturduğunu göstermek çok önemliydi. Ancak söyleme bu şekilde odaklanmak, diğer sorunları gizleme riskini taşır. Örneğin İsveç'te namus şiddetinin varlığı, başlangıçta namus şiddeti söyleminin azınlık kültürlerini nasıl damgaladığı sorusuyla gölgelendi. Bu, namus şiddetini bildirmek ve ele almak isteyenleri şüpheli yaptı ve bu insanlar bunun yerine ırkçılık suçlamalarına karşı kendilerini savunmak zorunda kaldı. Aynı şekilde, konunun genel olarak Müslümanları damgaladığı varsayıldığından, İslami aşırıcılığı tartışmak zorlaştı. Foucault'nun fikirleri ile bugün kimlik siyaseti dediğimiz şey arasında bir bağlantı vardır. Foucault'nun teorisi, baskının var olduğu ve söylemlerin bu baskının bir parçası olduğu gibi bazı gerçeklerin varlığını varsayar. Baskının insanları tam olarak grup kimlikleri (siyah, gey veya Müslüman) nedeniyle etkilediği varsayıldığından, bu kimlikleri küçültücü veya sorgulayıcı söylemlere karşı savunmak ahlaki bir sorumluluk meselesi haline gelir.
Inga-Lill Aronsson'un neye maruz kaldığını bu arka plana karşı görmeliyiz. Kelimeler için mücadele, günümüzün kimlik aktivizminin kesinlikle merkezinde yer alır. Pluckrose ve Lindsay'in alıntıladığı sözde eleştirel ırk teorisinin önde gelen savunucularından Alison Bailey, beyaz öğrencilerinden birine ırkçı grafitinin tasvrini yaparken N-sözcüğünü kullandığı için uyarıda bulunduğunu anlatıyor. Bir alıntıda bile bu kabul edilemez çünkü "beyaz ağızlardan geldiğinde bu kelime başka bir anlama gelebilir". Buna ek olarak, kimlik aktivizmiyle gelen toplu borç yükü de var: eğer biz (hepimiz) kurbansak, o zaman siz (hepiniz) failsiniz. İlk günah örneğinde olduğu gibi, belirlenmiş ayrıcalıklı bir grubun üyeleri, grup üyelikleri nedeniyle suçluluk duygusuyla lekelenir. Beyaz öğrenciler ayrıcalıklı olduklarını kabul ettiklerinde, bu, eleştirel ırk teorisinin bir başka önde gelen temsilcisi olan Barbara Applebaum tarafından, "ırkçılığa suç ortağı olmalarının sorumluluğunu üstlenmekten kaçındıkları" şeklinde yorumlanır. Applebaum, tüm beyazların tam olarak beyaz olarak (kendisi dahil) ırkçılığın suç ortağı olduğuna inanıyor. Kişi bilinçli veya bilinçsiz ırkçı olabilir, ancak beyaz öğrenci için başka bir seçenek yoktur. Applebaum'a göre, bu sonucu eleştirmek isteyen bir öğrencinin sınıfta görüşlerini ifade etmesine izin verilmemelidir, çünkü bu "genellikle deneyimleri (dolaylı olarak da olsa) iddialarıyla reddedilen marjinal öğrencilerin dışlanması pahasına gelir."
Burada en utanmaz haliyle kimlik aktivizmini görürüz. Açık ve eleştirel tartışmada sınanması gereken artık gerçekliğe ilişkin ampirik varsayımlar değil, karşı tarafın dizlerinin üzerine çökmesi gereken bir inanç itirafıdır. Ve dini hoşgörüsüzlük vakalarında olduğu gibi, bu, kafirleri ve sapkınları aramakla ilgilidir. Dolayısıyla, birinin kelime seçimine orantısız tepkiler de buna benzerdir. Pluckrose ve Lindsay'in belirttiği gibi, hırs "ırkçılığı her yerde bularak sona erdirmek" gibi görünüyor. Ve cadı yakıcıların ve siyasi komiserlerin her zaman bildiği gibi, arayan bulacaktır. Bir metinde veya bir kişinin yaşam öyküsünde belli sözleri bulmak ve bunları bulduğunuzda kendinizi ve başkalarını heykellerin yıkılmasını, sokakların ve meydanların yeniden adlandırılmasını, kütüphanelerden kitapların kaldırılmasını talep etmek ve üniversitelerde ders kitaplarından inceltilmesi için harekete geçirmek çok az yetenek veya okuma becerisi gerektirir. Winston Churchill veya Carl von Linné gibi tarihte öne çıkan belli kişiler, adaletin kendilerinden yana olduğuna ve tasfiye ettiklerinden üstün olduklarına inananlar tarafından, gerçekte söylediklerinin en kötüsüne veya düşündüklerinin olası en kötü yorumuna indirgenirler.
Kimlik siyaseti, vicdan azabı çekmeden zorbalık yapmak isteyen herkes için bir zafer anlamına da geldi. Aktivistler, kendilerinin kurban (veya kurbanların temsilcisi) olduklarına ve aynı fikirde olmayanların ırkçı veya başka türlü terbiye sınırlarının ötesinde olduğuna dair kendini beğenmiş bir inançla, taciz, zorla işten çıkarma, sansür ve tehdit için kendilerine serbest geçiş izni veriyor. Kimlik aktivizmini zamanımızın komik olmayan bir özelliği haline getiren şey, fanatizm, uzlaşmazlık ve kişinin kendi temel varsayımları hakkında akıl yürütme konusundaki isteksizliğidir. Aynı zamanda, teorilerinin tüm liberal toplumlarda derinden kök salmış bir değerle, yani eşitlikle nasıl bağlantılı olduğu da görülmelidir. Hak ve haysiyet eşitliğine olan inanç, köleliğin kaldırılmasını, genel oy hakkının getirilmesini, kadınların eşit haklarını ve refah devletini harekete geçirdi. Kimlik aktivizmi tüm dezavantajlı grupların hakları karşılanana kadar karşılanmayan eşitliği ifade eder. (Yani Batı'da - Pakistan ya da Mısır'da zulüm gören Hristiyanlar ya da Afganistan ya da İran'daki kadınlar için bir şey yapmak gündemde değil.) Pek çok liberal toplumun da 19. yüzyıl milliyetçiliği geçmişi var ki bu da bir tür kimlik aktivizmiydi (Pluckrose ve Lindsay bu konuya girmez). Ancak fark şu ki, daha sonra ortaya çıkan liberal toplumlar, gruptan ziyade bireyin hakkını sımsıkı tuttular ve neyin doğru olduğunu belirlemede gelenek ve kimlikten ziyade akılcılığı ve tartışmayı vurguladılar. Liberal bir toplum, akıl ve özgürlük gibi değerleri savunmak yerine hakların ve yorumlama ayrıcalığının grup üyeliğine dayandırılmasına izin verirse kendi parçalanma riskini de göze alır. Toplum, herkes için bir ilgi konusu, ortak bir iyilik olmaktan ziyade grupların uğruna savaşacakları bir ganimet haline gelir.
[1] Sosyolojide, ırksallaştırma veya etnikleştirme, tahakküm ve toplumsal dışlama amacıyla etnik veya ırksal kimlikleri, bir ilişki, toplumsal pratik veya kendisini böyle tanımlamayan bir gruba atfetme siyasi sürecidir (Vikipedi'den). Buna göre, ırksallaştırma beyazların siyahlara yaptığı bir şeydir. Beyazlar, dominant ırk ve ırksallaştıran olduğundan ırksallaştırılamaz ve ırksallaştırır.
Prof. Dr. Per Bauhn'dan Kitap Eleştirisi: Cynical Theories (2000) [Türkçe çevirisi: Alaycı Teoriler, Episteme, 2022]
İsveççeden Türkçeye çeviren: Doç. Dr. Fatma Fulya Tepe, İstanbul Aydın Üniversitesi
Per Bauhn kimdir? Per Bauhn, Linnaeus Üniversitesi'nde pratik felsefe profesörü. Doktora tezini 1989'da Lund'da Politik Terörizmin Etik Yönleri üzerine savundu, 1996'da Lund Üniversitesi'nde pratik felsefe alanında doçent oldu ve 2004'te aynı konuda o zamanki Kalmar Üniversitesi'nde (2010’dan itibaren Linnaeus Üniversitesi) profesörlüğe terfi etti. Nationalism and Morality (1995), The Value of Courage (2003) ve Normative Identity (2017) kitaplarını yayınladı. En son kitabı İsveççede “Özgür Yaşa ve İyi Yaşa: Ahlak, Anlam ve İnsan Hakları Üzerine Bir Araştırma” (2020)’dır. Bauhn ayrıca insan hakları, kurtarma görevinin temelleri ve sınırları, mülteci kabulü ve insani müdahaleler gibi konularda ahlak felsefesi ve siyaset felsefesi alanlarında çeşitli makaleler yazdı. Ayrıca, her şeyden önce güzelliğin ahlaki değeri ve sanat ile faillik arasındaki etkileşim üzerine estetik alanında makaleler yayınladı. Bauhn, İsveç günlük basınında ve Felsefe Odası isimli radyo programında sık sık yer almaktadır. |